İnsanın kendini ve nesneleri tanımlamasında kullandığı diyalektik, “olumsuzlamayı” doğal olarak sistematik bir metodoloji haline getirdi. Dünyayı algılayışımızdaki “olumsuzun” gücü insanın gerçeklik algısını sinsi bir kurt gibi içten içe kemiriyor. Nesnelere yüklediğimiz anlamlar olumsuzlamanın olumsuzluğu içinde kıvranırken, her şey karşıtıyla bir olma arzusuna kapıldı. İnsanın ve nesnenin özünün kaybolmasına neden olan diyalektik, son kertede “ben”i ortadan kaldırmaya yöneliktir. İnsanın kendini ve çevresini tanımlamasındaki bu acizliğinin düşmanı olan olumsuzlamayı hayatımızdan kaldırıp, buna ihtiyaç duymadan kendimizi tanımlamayı öğrenmeliyiz. Olumsuzu olumsuzla çoğaltmak yerine olumluyu olumlu ile çoğaltabilmeyi başarmalıyız. Yoksa iğdiş edilmiş “ben”lerimizin nesne olmasına engel olamayız.
*****
Ali MASKAN
Kimileri için büyük patlama, kimileri için de “ol” emrinin tezahürüdür dünyanın var oluşu. Zaman ve mekânın idrak edilebilir olması bu dünyayı bir gerçek olarak ortaya koysa da farklı bir yaşam düzeyinin varlığı, yanılsamayı da bir gerçek olmaktan alıkoyamaz. Yanılsama olarak tabir ettiğimiz gerçek, farklı bir yaşam düzeyidir. Ancak insanoğlu üstesinden gelemeyeceği yeni bir zaman ve mekân algısını kendi gerçekliği içinde yaşama arzusuyla hareket etmektedir.
Yaratıcının yeryüzünde sadece insanoğluna bahşettiği cüzi irade, üstün(!) insana yeryüzünde gerçek ve sanalı aynı zaman ve mekân içinde yaşatabilme tutkusunu/hırsını kazandırdı. İnsan, sahip olduğunu düşündüğü Tanrısal güçleriyle gerçekliğin üstüne bir perde çekerken, sanalı, gerçeğin yanılsaması olarak kabule zorladı. Sonlu olmak, yaşamın gerçekliğini örterken, eş zamanlı olarak insana bu dünyada sınırsız bir yaşam oluşturma arzusunu da kazandırdı. Bu yüzden insan gerçek dünyaya esir olmamak için kendine sanal bir dünya oluşturmaya başladı. Gerçeklik algısını kaybeden insan bir yanılsama içinde yaşadığının farkına varmayacak veya en alasından umursamayacaktır.
Tarihin devinimsel tekrarları insanoğluna kendi var oluşunu sorgulatırken, teknolojik alandaki gelişmeler nesnelerin form değiştirmesine neden oldu. Tekâmülünü tamamlamış insanın idrak ve ferasetindeki geri dönülmez kayıpları, bireyi bir eşyadan farksız hale getirdi. Bu şekliyle bireyin öznelliği kitlesel bir bütün içinde nesneleşirken, yapay zekânın hâkimiyeti nedeniyle de dünün nesneleri özne haline geldi.
Yapay zekânın kendi kendine sürdürülebilir hale gelme iradesinin kendimizde saklı kaldığını düşünmek, rahatlamamız için en güçlü nedenimizdir. Tanrının bize bahşettiği iradeyi, aynı kötü amaçlar için kullanabileceğini düşündüğümüz bir başka zekâya devretme konusunda, Yaratıcı kadar özgüvenli olamayacağımız bir gerçek. Bu nedenledir ki, yapay zekâ kitleye hâkim olabilme gücüne sahip olsa da üstün(!) insanın irade ve arzularını gerçekleştirmekten başka bir görevinin olmadığı kabul edilmelidir. İktidar, para ve şehvetten münezzeh bir zekânın kötülüğe bulaşamayacağı duygusu bizi şimdilik mutlu etse de yarın ne olacağını bilemiyoruz.
Yapay zekâ, sistemin devamlılığı için gerekli bütün üretim bantlarını kontrol edebilecek düzeye geldiğinde, insansız fabrikalarda her şey sorunsuzca üretilecek ve bizler sadece bir nesne olarak özne içinde kendimizi bulmaya ve korumaya çalışacağız. İnsanlar Fırınların önlerindeki bilgisayarlara askıda ekmek var mı? diye soracaklar. Lakin kediler tam otomatik mezbahaların önünde rızıklarını rahatça temin edecekler. Alaycı özneler bu ironin farkında olup gülebilecek formata gelirse vay halimize.
Sanalın, yaşamı bu kadar sarmalaması, gerçeğin her geçen gün daha gerçek olarak var olmasını zorunlu kılıyor. Sonlu bir hayatın gerçekliğini, sonsuz bir yaşama önceletmek, doğal olarak yeni bir din ortaya çıkartmak suretiyle öte dünya algısını ortadan kaldırmayı amaçlar. Bu şekilde insanlar yanılsama içinde bir gerçeklik algısına sahip olurlar. Öldürürken doğum gününü kutladığımız gerçek bundan böyle bildiğimiz bir gerçek olmayacak.
Böylesi bir süreci tasarlarken yapılması gereken en önemli şey, insanın buna uyum sağlamasını başarabilmektir. Kendine ötekileşme, diyalektik ve bilinç dışına hâkim olabilme bu sürecin üç saç ayağıdır. Bu üç unsurun tek amacı “ben”i ortadan kaldırmak suretiyle insanı yönetilebilir bir kitle unsuru haline getirmektir. Yani insanı nesne yapabilme gayreti.
Sömürgecilik döneminin klasik araçlarından birisi olan “kendine ötekileştirme” yöntemi ile birey ne kendi toplumunun ne de sömüren toplumun bir üyesi oldu. Bu kimliksizleştirme süreci bireyi kendine uzaklaştırarak yeni bir toplumun sıradan bir üyesi haline getirdi. Bireyin kendinden ve kültüründen sapması onu içinden çıkılmaz bir yanılsamanın içine hapsederek, “ben” ve “gerçeklik” algısını ortadan kaldırdı.
İnsanın kendini ve nesneleri tanımlamasında kullandığı diyalektik, “olumsuzlamayı” doğal olarak sistematik bir metodoloji haline getirdi. Dünyayı algılayışımızdaki “olumsuzun” gücü insanın gerçeklik algısını sinsi bir kurt gibi içten içe kemiriyor. Nesnelere yüklediğimiz anlamlar olumsuzlamanın olumsuzluğu içinde kıvranırken, her şey karşıtıyla bir olma arzusuna kapıldı. İnsanın ve nesnenin özünün kaybolmasına neden olan diyalektik, son kertede “ben”i ortadan kaldırmaya yöneliktir. İnsanın kendini ve çevresini tanımlamasındaki bu acizliğinin düşmanı olan olumsuzlamayı hayatımızdan kaldırıp, buna ihtiyaç duymadan kendimizi tanımlamayı öğrenmeliyiz. Olumsuzu olumsuzla çoğaltmak yerine olumluyu olumlu ile çoğaltabilmeyi başarmalıyız. Yoksa iğdiş edilmiş “ben”lerimizin nesne olmasına engel olamayız.
Yaşlanan dünyanın ruhları, gençlik yıllarına duyduğu özlemle kendine geçmişte bir tutunum aramaya başladı. Bilinçdışının misafirleri sığınmacı olarak girdiği ruhumuzu göz göre göre ele geçiriyor. İnsanlar farkında olmadan kitlesel bilinçdışının hâkimiyeti altında kendi bilinçlerini feda ederken, yeni bir kitlesel kültüre boyun eğmekteler. Bu da sahip oldukları “ben” ile yollarını ayırmalarını zorunlu kılıyor. Sahip olduğumuzu düşündüğümüz bilincimizin varlığı bile sorgulanır hale gelirken bilinçdışımızın yönetilebilirliğini doğrudan yeni öznelere bırakıyoruz.
Yaratıldığı anın masumiyeti veya bu masumiyeti korumak için kendisine sunulan yolun kabulü çerçevesindeki bir “ben”i kutsuyor ve önemsiyoruz. Yaşam, şeytani duyguların esir aldığı ötekileşmiş “ben”in, yaratılışının hikmetine sahip “ben” ile mücadelesidir. Şeytani duygulara kapılmış bireyin sahip olduğu “ben”in kötülüğe hizmet etmesinden daha doğalı olmayacaktır. Bu durumda hayat iyi ile kötünün mücadelesidir. Yaşadığımız her gerçek ve yanılsama bu mücadelenin bir sonucudur.
Kötünün kötülük üretmek suretiyle kurmaya çalıştığı sistemin dişlisi olmamak için iyilerin kötülük üretmek suretiyle kurtuluş araması en büyük paradoksumuzdur. Sadece iyilik üretmek suretiyle iyilik üretebileceğimizi kabul etmediğimiz sürece kötülük her daim var olacaktır. Hiçliğin diyalektiği ile Şey’in kendiliği arasındaki rekabet, insanoğlunun geçirdiği ruhsal devinim düşünüldüğünde, kötünün daha rekabetçi olduğunu açıkça ortaya koymakta.
İnsan artık iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapamayacak kadar kendinden uzak. Zira algı ve idrak yetisini kaybedip, özneden nesneye dönüş tercihini yapmak durumunda kaldı. Bunun gönüllü veya bilinçli olarak yapılıp yapılmamasının bir önemi yok. Sonuçta insan kendi bilinç düzeyini bugün için küçük sınırlamalar haricinde yapay bir zekâya teslim etmekte. Daha zeki olduğumuzu düşündüğümüz bu teknoloji çağında aslında ne kadar cahil olduğumuzun farkında olmadan yaşıyoruz.
Öznenin nesneyi yönetebildiği gerçeğinden, nesnenin özneyi yönlendirebildiği bir yanılsamanın içine girdik. Özne kendi üzerinden nesneyi mi anlamlandırmalı, yoksa nesne üzerinde kendini mi anlamaya çalışmalı? Bu tersine teslimiyet hayatın idrak edilmesinin önündeki en büyük engeldir. Yaşam oyununun kuralları yeniden oluşturuluyor, artık hiçbir şey tarihin kırıldığı noktadaki gibi değil. Yeni bir kültür ve din icat edildi. En önemlisi de bunlara intisap edecek insanların kitlesel olarak devşirilmesinde hiç zorlanılmadı. Bu din, insanları metalaştırırken dünün nesnelerini efendinin sadık kulları yapıyor. Böylece efendi kendine itaat edecek sadık ve sorgulamayan kullar edindi.
Ortak din, kültür ve diliyle tek bir millete dönüşen kitle, ötekisiz bir dünya oluşturuyor. Bu aslında kendinden yoksun kalmaktan daha beterdir. Bütün ötekilerin ötekiliklerinin ellerinden alınıp kitleye dâhil edilmesi, insanlığın yok edilmesine eş değer bir yok oluştur. Böylesi bir teklilik içinde ne rekabet ne mücadele ne çıkar çatışmalarından bahsedebiliriz. Düşmanlıkların dahi yok olmasıdır bu.
Ahlakı, inancı ve tercihi olmayan insan önce bir hayvanın doğal yaşamında, sonra da eşyanın boşluğunda yaşamaya başladı. Bu yüzden insanlar kamuya açık alanlarda ilişkiye girmekten utanmıyorlar veya bir eşek gibi çırılçıplak gezmekten. Bu yaşananlar, insanların özgür iradelerinin bir tezahürü değil, iradelerinin bir nesneye dönüştürmesindendir.
Böylesi bir süreçte alt iktidar grupları kendi insanlarını yönettiklerini düşünürken kitlelerin kendilerini yönlendirdiklerini fark etmezler bile. Aslında birçok sözde iktidar sahibi de bu kitlenin bir parçası olmuş ve egemen güçlere hizmet etmektedir.
Bir şeyi yok etmek istiyorsanız onu savunmaya ihtiyaç duymayacak kadar düşmansız ve sorunsuz yapabilmelisiniz. Anlamsızlaştırdığınız bu hayat bir süre sonra rakibinizin kendi kendini yok etmesine neden olacaktır. Üstün bir irade dünyada bütün insanları böylesine savunmasız bir hale getirerek yönetebilmeyi amaçlıyor. Bu ilk başta insanlara çok masumca ve güzel gelebilir ya sonra? İyiyi ortadan kaldırabilmiş bir kötünün geleceği kesinlikle kendisine zarar verebilmesi olacaktır. Uzunca bir dönem ötekinin varlığı üzerinden can bulan kötülük, iyiliği savunmasız bırakacak kadar güçlendi. Ötekisiz bir kötülüğün dünyaya rahatça hâkim olabileceği düşüncesi dünyayı bu hale getirdi.
Bir bütünün doğal parçaları iken ötekileştirilenler ile suni olarak ötekileştirilenler arasındaki ayrım her geçen gün kayboluyor. Tasarlanmış ötekiliklerin sonlanması mevcut gücün de yok olmasını beraberinde getirir. Ancak bir bütünlerin öteki olarak sonlandırılması yaradılışın doğal düzeninde telafisiz yıkımlar ortaya çıkartır. Sosyalist bir bakış açısının liberalizmin ötekisi olarak ortadan kaldırılmaya çalışılmasından daha doğalı yoktur. Ancak kadının erkeğin ötekisi olarak algılatılıp aradaki farkın yok edilmeye çalışılması bir yıkımdır. Cinsiyetsiz bir toplumun ötekiyi kaldırmak adına kabule zorlanması insanlığın geleceğine dair endişeleri de tartışmaya açar.
Sanal dünyanın tanrıları bu egemenliğin amacını tanımlamakta zorlanacak kadar yalnız kaldıklarında her şey başa dönecek. Zira gerçek bir yaratıcı kullarının bir iradeye sahip olmasından korkmaz. Hayatı yaşanılır kılan da budur. Ancak sanal tanrılar dünün nesnesi, geleceğin öznelerine böylesi bir iradeyi bahşetmeyecekleri için çıkarsız ve mücadelesiz bir dünyada yaşamak zorunda kalacaklar. Cennet sadece insanlar içindir eşeklerin cennete girmekle ilgili bir çabası yok. Gerçek nesneler üzerine bir cennet kurma fikri efendiyi hiçbir zaman tatmin etmeyecek.
Gerçeğin sonlu veya sonsuzluğu bu yaşamın tasarlanmasında insanın en büyük çıkmazıdır. Şayet bu gerçek gün gelir biterse ne olacak? Yeni bir hayatın başlangıcı başka bir gerçek olarak karşımıza çıkacak elbet. Bu durumda sonun ötesinin nasıl tanımlanacağı Yaratıcıya inanmışlar için kolay olsa da, kendini tanrı yerine koyanlar ve onlara inananlar için hiç de kolay olmayacaktır. Gerçeğin yeni bir yaşamla başlayacağı düşüncesi, gerçekle yanılsama arasındaki turnusol kâğıdıdır.
Kötü ile iyi arasındaki mücadelenin aritmetik bir orantısızlık içinde seyrettiği günümüzde, ilahi iradenin, gerçeğin idrakine yönelik bir Tufan oluşturmasını mı? yoksa gerçeğe geçişin kapısını açmasını mı beklemekteyiz? Şayet gerçeğin kapısının açılmasının vakti gelmediyse kötüye format atmak adına bir Tufan beklemek çok mu afaki bir düşüncedir. Hz. Nuh’un gemisi çivisi çıkmış dünyanın yeniden tasarlanması ise, insanın her şeyi sorgulayacağı böylesi bir cezalandırmayı yeniden beklemeli miyiz?
———————————————
Kaynak:
https://fikircografyasi.com/makale/ozneden-nesneye-bireyden-kitleye-insan