Paranoya her yerde

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof. Dr. Erol GÖKA[i]

Toplum, biz ruh hekimlerini, gerçekten müthiş bir güçle donatıyor bazen. Elimizde, bir tamircinin çekici gibi, bazı tanı kategorileri var ya, bunlar sayesinde, “sağlıklı” ve “hastalıklı” düşünce arasındaki ayrımları hemen yapıvereceğimiz varsayılıyor. Komplo teorilerini uyduranlar da inananlar da bize soruluyor: “Doğru olabilir mi tüm bunlar?”, “Hasta değil mi bu adamlar?”

İşini bilen, usta bir ruh hekimi için karşısında oturan, muayene ettiği bir insanın düşünce sistemindeki aksaklıkları görmek zor bir durum değildir. Bir zorluk varsa bile bu tıpta arada bir rastlanan türden tanı güçlüğüdür; tıpta tanı koymanın en azından şimdilik imkân dâhilinde görülmediği durumların olduğu bilinen bir vakıadır. Ruhsal muayene ve değerlendirmeler sonrasında, bir insanın zihinsel işleyişinin nasıl olduğu sorusuna cevap vermek, ruh hekiminin bilimsel bilgisinin yönettiği, muayene ortamında sergilediği teknik bir becerisidir.

Bu beceriye sahip olması yine de ruh hekimine, her türlü fikri, fikir akımını, her politik eylemi, politikacıyı uzaktan değerlendirebilme imkânı sağlamaz. Sağladığını sanmak, iyi bir beyin cerrahının beyinle ilgili tüm bilimsel bilgiye, beynin ürünü olan düşünceyle ilgili derin bir felsefi kavrayışa sahip olduğunu sanmakla aynı şeydir ki; komik-ötesidir.

Komplo teorileri hakkında neden konuşmalıyız?

Komplo teorilerinin, bunların alıcı ve taşıyıcılarının ruh sağlığıyla ilgili bir boyutu olduğu kesin ama ruh hekimi olarak böyle bir değerlendirme yapmamız, ancak o insan teki muayene için karşımıza oturduğunda, hekimlik becerimizi sergileme fırsatı bulduğumuzda mümkündür.

Üstüne basa basa “insan teki” diyorum çünkü henüz ruh sağlığının işleyişi “birey” odaklıdır; ruh hekimlerinin uzmanlıkları bireysel-ruhsal sorunlar üzerinedir. Toplumsal zihniyetin işleyişindeki sağlıklı ve hastalıklı yanlar, psikiyatri alanına girememiştir henüz, belki de hiç girmemelidir.

Mesleki kaygılarımızın yükünden bu şekilde kurtulduktan veya onları paranteze aldıktan sonra, ülkemiz siyaset arenasında her adımda karşılaşılan, tüm dünyada mezata düşecek kadar yaygınlaşan komplo teorileri hakkında, (daha doğrusu komplo teorileri karşısında ne yapmamız hakkında) konuşmaya başlayabiliriz.

Konuşmamız gerekiyor, zira bu teoriler yayıldıkça, dünyayı yönetmekte olan bir “cani-dahi ve şeytani üst-insan şebekesi”nin elinde oyuncak olduğumuz ve elimizden bir şey gelmediği hissi giderek ruhlarımızda kök salıyor.

Hele bir de yavaş yavaş ilerletilen “zihin denetimi” teorileri var ki, akıllara seza! Biliyorum birçoğunuz “zihin denetimi” hakkında en az benim kadar bilgi sahibisiniz; bu konuda birçok kitap okudunuz, birçok film, televizyon dizisi izlediniz.

Gelin bir de birlikte bakalım, değişik bir bakış göz çıkartmaz nasıl olsa. Zihin denetimi mevzusunun gerçeklikle bağlantısını anlayabilirsek, diğer komplo teorileri hakkında da bir bakış kazanmış olacağız.

Zihin denetimi nedir?

“Zihin denetimi”, bir kişinin veya insan grubunun davranışını kontrol etmek veya değiştirmek için, örtülü ve inkârı mümkün bir şekilde mağdur(lar)a, isteği ve bilgisi dışında uygulanan tüm yöntemlere verilen addır.

Başkasının nasıl davranacağını ve zihninden neler geçirdiğini bilme arzusu, evrensel insanlık halleri olmakla beraber ruhsal rahatsızlıkların yeşerdiği fideliklerdir de aynı zamanda. “Başkalarının her şeyi denetlediği” ve/veya “zihinlerin okunabildiği” şeklindeki fikirler ciddi ruhsal rahatsızlıkların sinyalleridir.

Bu nedenle “zihin denetimi” konusunda düşünce geliştirmek, bir bakıma, altında ruhsal rahatsızlıkların kaynar kazanının bulunduğu bir sırat köprüsünde yürümek gibidir; insan düşmandan korunmak isterken bir anda kendisini ruhsal rahatsızlığın pençesinde bulabilir.

Zihin denetiminin yöntemleri

“Zihin denetimi”nin birçok yönteminden bahsedilir. Oldukça marjinal olan, “mümkün ama gayri-varid” olmak şeklindeki paranoid düşünme biçiminin tüm özelliklerini gösteren bazı yöntem iddialarını bir kenara bırakacak olursak, bu yöntemleri şöyle sınıflandırabiliriz:

Cadde tiyatrosu: Ülkemizde eskiden televizyon kanalında gösterilen “Şakacı” adlı programda izlenen yönteme benzer. Sosyal psikolojideki “itaat deneyleri”nin sonuçlarından da yararlanarak, sokaktaki insanın davranışlarını, onun haberi olmadan bir senaryo doğrultusunda değiştirmeyi amaçlar.

Gözetime dayalı verilerle yönlendirme: Bu yöntemi de yine ülkemizdeki ve dünyadaki televizyon kanallarında gösterilen “Biri Bizi Gözetliyor” programına benzetebiliriz. Bu yöntemle amaç; kişinin – bedenine ondan habersiz yerleştirilmiş olanlar da dâhil olmak üzere- her türlü gözetim aygıtı aracılığıyla, davranışlarını kaydeden bir geri-bildirim seti oluşturmak ve buna telefon dinleme, elektronik postalarını okuma, telefon ve elektronik posta tacizleri, dedikodu çıkarma ve medyada yalan haber yayma tekniklerini de ilave ederek o kişinin davranışını belli bir yöne doğru yönlendirmektir.

Gerçekten de, güç odaklarının bunlara ne kadar başvurdukları bilinmemekle birlikte, bu iki yöntem “zihin denetimi” adı verilen olguya uyar ve bilimsel açıdan tamamen uygulanabilir niteliktedir. Ama diğer yöntemler için bu sözler aynı kolaylıkla söylenemez.

Bakalım neymiş o diğer yöntemler?

Hipnoz ve ilaçlar: Bu yöntemlerin kökeni Nazi Almanyası’ndaki doktor Mengele’nin uyguladığı tekniklere ve bir ajanının deneme sırasında ölmesiyle gün yüzüne çıkan CIA’nın LSD çalışmalarına bağlanmakla birlikte, aslında çok daha eskilere dayanıyor.

İnsanlar, karşısındaki insanın ne düşündüğünü bilmeyi, başkalarının davranışlarını bütünüyle denetleyebilecek bir güce sahip olmayı her zaman istediler. Ancak böyle bir fırsat sadece masallarda yakalanabildi. Hipnozla ilgili olarak kamuoyunun çok yanlış bilgilere sahip olması, bu kör inancı körükledi. Oysa hipnoz altında kişinin isteği dışında, benlik bütünlüğünü parçalayıcı bir girişim yaptırılamaz.

Beyin yıkama: Özellikle Güneydoğu Asya ülkelerinde ve Soğuk Savaş sırasında SSCB tarafından uygulanan, belli işkence ve zor işlemlerinden sonra beyin dalgalarını değiştirme ve hafızayı yeniden inşa etme teknikleriyle kişiyi ideolojik bir robot haline getirdiği söylenen ve ülkemizde bazı çok izlenen diziler sayesinde popüler hale getirilen bir tekniktir. Hakkında birçok şayia bulunmakla birlikte bu teknik ve etkisi hakkında bilim çevrelerinin elinde hiçbir veri yoktur.

Mikrodalga kalabalık kontrol silahı: Ne olduğunu kimse bilmemesine rağmen, “zihin denetimi” bahsinde en çok adı geçen ve medyada “atom bombasından sonraki en büyük keşif” diye sansasyonel biçimde sunulan bu silahın kitle gösterilerini kansız biçimde bastırmak amacıyla geliştirildiği ileri sürülür. Bu silahla ilgili bilgimiz de şimdilik spekülasyon olmaktan öte gidemiyor.

Özetle, bugünkü bilimsel bilgilerimiz insanın bilincini, bir başka bilincin istekleri doğrultusunda, tamamen değiştiren, boyun eğdiren ve her koşulda itaat ettiren bir maddenin, ilacın ya da “hipnoz” gibi bir tekniğin olmadığını gösteriyor.

Bu arada insan böylesi şüphe ve entrika sınırlarında gezinirken, aklına bir “komplo teorisi” gelmeden de edemiyor: Bilimsel bilgiler böyleyken, CIA’nin ve benzeri yapıların neler karıştırdığını kimsenin tam olarak bilmesine imkân yokken, ellerinde böyle “her şeyi söylettiren ve yaptıran bir madde” olduğu fikrinin yaygınlaşması, bir CIA numarası olmasın!

Gerçekler devrimcidir!

Şaka bir tarafa, gerçekten de “zihin denetimi” alanı, konuşan herkesin çok dikkatli olması gereken bir alan.

Yönetimlerin ve güç odaklarının kitleleri etkilemek, bir toplum mühendisliği yapmak için nasıl girişimler yaptıklarını tam olarak bilmiyoruz. Ama bu, onların gücü tümüyle ellerinde bulundurdukları ve her şeyi yapabilecekleri, zihinlerimizle bile oynayabilecekleri anlamına gelmez. Neler yapılabileceğini bilimsel düşüncenin sınırları içinde saptamamız mümkün.

Kaldı ki konuşulanlar da bir değerler sistemine bağlı olmak zorunda. İnsanlık ve ahlaki değerler gözetilmeden konuşulmaya başlandığında, işe yaramaz bir veri ve bilgi yığını karşımıza çıkıyor; insanların belli bir güç atfedilen odaklardan korkmasından ve kendi insani faaliyetlerinde, demokrasi ve özgürlük için mücadelelerinde kısıntıya gitmelerinden başka bir işe yaramıyor. Bunlar yaygınlık kazanırlarsa eğer, bırakın “mücadele” hissiyatımızın ortadan kalkmasını, kendi kendimizi “android” sanıp insani varoluşumuzu iptal edeceğiz. Galiba bu teorileri yayanların bir amacı da bu zaten…

Egemenlerin elindeki en büyük silah

Şüphe ve güvensizlik yaymak, teknomedyatik dünyada egemenlerin elindeki en temel silahlardan birisi. Şüphe ve güvensizlik yaymayı çok güzel beceriyorlar ve bunun için uyguladıkları çok etkili tekniklere sahipler. Bu sayede ruhlarımızla oynayıp duruyorlar.

“Zihin denetimi” konusunda tavrımızı gördünüz, durun, telaşlanmayın, bizim doktor “komplo teorileri”ne asla yüz vermiyor diye bir sonuç çıkarmayın hemen.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bilimsel bilgim, insana ilişkin felsefi kavrayışım nedeniyle “zihin denetimi” türünden komplo teorileriyle baş edebiliyorum ama ben de kendimi çoğu zaman şüphe denizinde kulaç atarken yakalıyorum, çevremde güvendiğim dostlarıma kendi komplo teorilerimi anlatıyorum. Devir kötü, her şeyi devrin kötülüğüyle açıklayamayacağımız gerçeğini bile bize unutturacak kadar kötü…

Komplo teorileri ve zihnimiz

Komplo teorilerinin bu kadar kolay alıcı bulabilmesi, sanıyorum insan zihninin bir özelliğiyle alakalı.

Zihnimiz, varlıklarımızı şu hayat gailesinde ayakta tutabilmek için, en doğruyu bildiğini ve en doğruyu yaptığını sanarak, gerçekliğe ayarlanmak zorunda. Bu yüzden de tıpkı duygularımız gibi zihnimiz de gerçekliğin biteviye değişimine ayak uydurabilmek için bir o yana bir bu yana durmaksızın dalgalanıyor. Bu dalgalanmayı tek bir insanın zihninde de tüm düşünce tarihinde de gözlemek mümkün.

İtiraf etmeliyiz ki, komplo teorileri de ruhsal gereksinimlerimizi doyurmak için oldukça doyurucu ve üstelik hazırlop bir menü sunuyorlar. Kaliteli bilginin pek işe yaramadığı, verinin, malumatın has bilgiye eş tutulduğu, arifliğin, bilgeliğin adının bile anılmadığı McDonaldlaşan teknomedyatik dünyada pek de güzel gidiyorlar doğrusu…

Ucuza gelmelerinin yanı sıra, birçok hemcinsimiz tarafından paylaşılan bir inanca sahip olmanın hazzını da yaşatıyorlar.

Komplo teorileri karşısında ne yapmalı?

İnsan zihni dalgalanan bir yapıda. Zihinlerimizdeki dalgalanmanın bileşenleri, üç kola ayrılarak incelenebilir:

Zihinlerimizin birinci dalgalanma hattı, rasyonel, makul, bilinçli olan ile irrasyonel, mantıksız ve bilinçdışı olan arasındaki salınımdır. İkinci dalgalanma hattını ise yapma ile bilme, bağlanma ile bağımsız olma, evrensel olanla tikel olan arasındaki karşıtlıklar, yani “İnsan nedir?” sorusuyla ve “Ben kimim ve ne yapmalıyım?” soruları arasındaki diyalektik oluşturur. İnsanın zihinsel etkinliğinin sonuncu salınım hattı ise, şüphe ile inanç arasındadır. Şüphe ile inanç arasındaki gerilimi, insanlık tarihinin, düşünce tarihinin, gündelik hayatımızın her yerinde görürüz. Hayatımızı kimi zaman kimi konularda dogmatik kimi zaman kimi konularda şüpheci olarak yaşar gideriz. Ömrümüzün hoşgörü ve bağnazlık arasında geçip gitmesi bundandır. Her birimiz için düzey ve süreleri farklı olsa da hoşgörü ve bağnazlık arasında salınıp durmamız beşeri yapımızın özelliklerinden kaynaklanıyor.

Zihnimizin dalgalı, salınan yapısı, her türden iyi düzenlenmiş düşünce kurgusunun alımlanması veya yeşermesi için uygun bir ortam sağlıyor; arzumuza yani ruhsal ihtiyaçlarımıza göre, yaşadığımız karmaşık dünyayı açıklayacak modelleri ya aynen benimsiyor ya da kendimiz yeni baştan inşa ediyoruz. Komplo teorilerine olan ilgimizi bu düşünceyle açıklamıştık.

Böyleyse, bu söylediklerimizin bir gerçek payı varsa, her gün etrafımızda sinekler gibi uçuşan komplo teorileri karşısında ne yapmamız gerektiği de ortaya çıkıyor. Sorun, bizatihi zihnin gerçekliğe ayak uydurabilme çabasının bir ürünü olan komplo teorisinin kendisinde ya da zaman zaman üretici veya alıcı olarak bizi etkilemesinde değil, ruhsal ihtiyaçlarımızın, arzumuzun zihnimiz tarafından karşılanamaması halindedir.

Arzumuzla, zihnimiz arasındaki bağlantı kopukluğudur, komploları paranoya haline getiren…

Öyle zor ayakta duruyoruzdur ki, gerçekliğe tamamen temellük etme iddiamızdan başka şansımız yoktur; zihnimizin akışını bir yerde dondururuz. “Ah işte gerçek bu, hepsi bu kadar!” diyebilecek kadardır ancak gücümüz, bir adım bile atacak mecalimiz kalmamıştır. Zihnimizin gerçekliğe ayak uydurmaya çalışan dalgalı yapısı bozulmuştur. Zihnimiz gerçekliğe ayak uyduracakken artık gerçekliğin kendi bilgisine uygun hareket etmesini beklemeye başlamıştır.

O sırada neye inanırsa inansın salınımını sürdüren, yeri geldiğinde ve olgular karşısına çıkardığında, diğer olasılıklara kulak kesilebilen bir zihin, sağlıklı işleyişini sürdürüyor demektir. Biliyorum teknomedyatik dünyanın veri bombardımanı altında bunu yapabilmek pek zordur ama ancak böyle bir zihnin sahibi, kendine güvenini koruyabilir, mücadele azmini devam ettirebilir.

Bazen doğruyu bilme ve yapma ihtiyacımız öyle şiddetli bir düzeye gelmiştir ki, hayatın gerçekliği, bizim düşüncelerimizi tamamen yalanlasa da, biz teorilerimizde inatla ısrar etmeyi sürdürürüz. O zaman vay halimize! Zira böyle bir zihin için hayat dansı bitmiştir; tek amacı kendi doğruluğunun kanıtlanmasıdır artık. Bakmayın bu uğurda ettiği kan kokulu, ateşli sözlere, teslim bayrağını çekmiştir çoktan…

O yüzden siz siz olun, hayat dansından vazgeçmeyin. Kişilerin ve grupların var kalabilmek için sürekli bir güç mücadelesi içinde oldukları teknomedyatik dünyada, düşmanların kimler olduğunu belirleyebilmek için iddialı düşünceler üretmenin de dinlemenin de ne zararı olabilir, gerçekliğe uyum sağlamadıklarında vazgeçilmeleri koşuluyla!

Komplo teorilerine, asıl sonuçları açısından bakın, sizi kafanızı çalıştırmaya, dansın ritmini artırmaya mı davet ediyorlar yoksa güçsüz, androidler haline getirip yaşam mücadelesinden alıkoymaya mı yarıyorlar? Dansa davet varsa korkmayın, direnen insan eninde sonunda kazanacaktır! Teknomedyatik dünyada bile…

————————————–

Kaynak:

https://fikirturu.com/toplum/paranoya-her-yerde/

[i] Prof. Dr. Erol Göka – Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi’nde “Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu” olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, “Hayatın Anlamı Var Mı?”, “Yalnızlık ve Umut” ve “Kalpten” psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen