Eğer düşüncenin bir değeri olduğuna inanıyorsanız, düşüncenin insan idrakine bir yol aldırabildiğine, bugün kapalı anlaşılmaz olan şeylerin bir müddet sonra besberrak olabileceğine ve hayatın alelade bir parçası olabileceğine, gizemlerin gün gelip açılmak üzere var olduğuna inanıyorsanız kaçınılmaz olarak yanılsamalar konusu da temel bir düşünme sahası olmak durumundadır.
Gerçekten de “ben yapmadım kedi yaptı” tarzında bir yalanı ancak çocuklar söyler. Hatta çocuklar bile oldukça erken yaşlarda yalan konusunda kurnazlaşır, sofistikeleşirler.
En ileri en ileri formunda ise Nietzsche’nin tüm felsefi saldırganlığıyla söylediği gibi sanat, felsefe hatta bazı hususlarda bilim “sofistike yalanlardan” ibarettir. Bu söz acımasız, insafsız gelebilir kulağa (ben bu sertlikte konuşan muhafazakar-dindar pek az düşünür biliyorum, bunlardan birisi birazdan değineceğim Rene Guenon) ama aradığınız en saf ve en dolaysız haliyle gerçekse -ki Nietzsche’nin odur- , bu konuda tavizsizseniz sizi gerçeğe götürecek dolaylılıklar bile sizin gözünüzde yüzeysel ve sahte olacaktır.
“Madem hırsızlık yapacaktın bari Iphone6’yı alsaydın, yanındaki çakma Çin malı telefonu değil” denilebileceği gibi.
Burada yalan ve yanılsama kelimelerini sanki birbiriyle eş anlamlı gibi kullanırken yanlış davrandığım düşünülebilir. Bu konuda derinlik psikologlarıyla aynı pozisyonu almak istiyorum. Yanılsamaları savunurken amacımız “gerçekten” başka şeyler olabilir; itibar, güç, üstünlük vb. Bu nedenle ben bilincin çok seviyeli olduğunu ve yanılsamaları savunurken de aslında örtülü bazı menfaatlerle yanlış olduğunu bile bile savunduğumuzu ama bunu itiraf etmenin işimize gelmemesinden dolayı ilave bir yalan da kendimize söyleyiverdiğimizi savunacağım. Zannettiğimizden daha fazla şey biliyoruz ama bilmek pek işimize gelmiyor özellikle de eğer amacımız kısa vadeli arzu objeleri ise.. Bu yazı kapsamında ise bir insan ömrünün biraz eksiği bile “kısa vade” dir.
İşte bu basit “ben yapmadım kedi yaptı” yalanlarından çıkıp üst düzey yalanlara gelirsek yalanın bambaşka tarzlarıyla karşılaşabiliriz.
Bugün değinmeye çalışacağım ise esası itibariyle doğru olsa bile ancak belirli sınırlar içinde ve kısmen doğru olan şeyi bütünüyle doğru veya mutlak doğru olarak sunma yalan tarzıdır. Hani şu meşhur fili elleriyle yoklayıp nasıl bir şey olduğunu karar vermeye çalışan körler gibi.
Mustafa Merter Hocanın düşüncesinden yola çıkarsak büyük mistik geleneklere göre “belki de 900 katlı bir bina” gibi olan insan Freud için 2 kattan ibarettir, giriş katı ve bodrum katı. Çoğumuzun aşinası olduğu ve deneyimlediği giriş katı ve kendimizin de az haberdar olabileceğimiz bilinçaltının bodrum katı. Onun referans aldığı büyük mistik teorilere göre Freud daha 2. katı bile bilmez. Bu daha çok ışıklı daha ferah katlardan haberi yoktur. Ama burada önemli bir nokta var. Freud bu iki katı adeta eline bir büyüteç alıp olanca titizliğiyle incelemiştir. Şaşılası bir düşünce gücü ve çalışkanlıkla bu iki katı insanlığa açmıştır. Hiç kimse onun bu dehasını ve çalışkanlığını hatta bazen acımasız bir hal alan “gerçek olanı ifşa” kabiliyetini küçümsemeyi düşünmemiştir; Rene Guenon bile.
Bu çok ilginç bir noktadır zira Guenon Freud’u o kadar şiddetli tenkit etmiştir ki sözlerini olduğu haliyle yazıma dahil etmek istemedim. En nezih haliyle Freud’da iş ters-yüz olmuştur. Bununla beraber Guenon bazı çok açık ruhsal rahatsızlıkları olup da Freud metoduyla iyileşen, iç özgürlük kazanan, yere basmayı öğrenen insanların farkındadır. Onu çizip atmayı düşünmez. Zira psikanaliz pek çok “Aydınlanma” insanının bihaber olduğu insanın kendisinin bile pek de haberdar olmadığı bir iç dünyası olduğunu modern insana öğretmiştir. Hatta Guenon’un savunduğu Tasavvuf’ta olduğu gibi rüyalara bilim nezdinde saygın bir konum biçer. Sonradan üst katların farkına varan pek çok insan psikanalizden geçmiş kişilerdir.
“Madem ilk bakışta görülemeyen katlar var, aşağıya baktıysak bir de yukarıyı kontrol edelim” dercesine.
Guenon tam da bu nedenle psikanalizi topyekün red yerine “ondan sonra ne yapıldığına bağlı olarak psikanalizin bir değeri olabileceğini” savunur.
Yani problem Freud’un incelemelerinde değil, keşfedebildiği kadarıyla insanı “insanın bütünü” kabul etmiş olmasındadır.
İşte benim kastettiğim nokta da bu; Freud iki katla ilgili bulgularından yola çıkarak esasında 900 katlı olan insan için bir teori yapmıştır. Bu nedenle hem başarılıdır ve gerçeği ifşa eder ama daha fazlasını saklar.
Freud’la oldukça farklı bir kampta yer alan Jung da modern insana Hind çakra düşüncesi yoluyla teşhis koyar. Hind düşüncesine göre 7 çakra varken ve amaç en üsttekine ulaşmakken Batı insanı kurduğu rasyonalite tarzıyla kendisini ilk 3 çakranın yukarısına çıkamaz hale sokmuştur. Bu nedenle, Jung’un düşüncesine itibar edeceksek modern insanın da “bütünden oldukça eksik” olduğunu kabul edebiliriz. Ama bütünü oynamak hususunda pek mahir gözükmektedir.
Türkiye’de 50 sene yaşamış bir insan Marksizmle ilgili efendi efendi konuşmanın pek zor olduğu zamanlar görmüştür. Sovyetler’in yıkılışının sonrasında -bizim yanlış mevsimde çiçek açan bazı insanlarımıza rağmen- Marksizm’i daha serinkanlı konuşabiliriz. Bugün Marksizm’in bazı isabetli, dikkate almaya değer ögeler barındırdığını kimse pek de inkar etmese bile bir bütün olarak Marksist iddiaları savunanlar artık aynı kemal-i ciddiyetle karşılaşmayacaklardır. Zaten bunu savunan da oldukça azalmıştır.
Aynısı Newton için de söylenebilir. Newton kanunlarını ortaya koyarken sadece dindar bir adam değildi, bir ilahiyatçıydı. Yani Newton son derece etraflı bir şekilde bir dindar olarak değil bir ilahiyatçı olarak Kutsal Kitabı inceledi. Evinde 30 civarında farklı nüshası olduğu söyleniyor. Bunu da aynen fiziği çalışırken ki kemal-ı ciddiyetle yaptı. Özellikle de Tevrat çalışmaları nedeniyle teslisin uyumsuz bir akaid olduğu sonucuna varıp Üniteryen (bkz. dipnot) bir Hıristiyan anlayışını seçti. Din konusunda öyle ciddiydi ki ona İlahiyat Fakültesi dekanlığı teklif edildiğinde -sonradan arkadaşına yazdığı mektuplardan anlaşılıyor- bilim adamıyken daha kolay saklı tutabildiği “sapkın inancını” İlahiyat dekanıyken saklamasının imkansız olacağı düşüncesiyle reddetti.
Gelin görün ki bu şahane adamın düşünceleri Fransız filozofların seviyesine düşünce ne oldu; önce evrenin mekanik bir sistem olarak işleyebildiğine göre bu evren Tanrı’nın yerinin ne olacağını tartıştılar ve Tanrı’ya sadece başlangıçta, yaratıcı ve ilk hareket ettirici olarak yer bulabildiler. Sistem işlemeye başladıktan sonra ihtiyaç yoktu. Bu yaklaşımdan sonra “iyi ama eğer evrenden ezelden beri varsa o zaman bir yaratıcıya ihtiyaç yoktur” diyerek dindar Newton’un biliminden Ateizmi -guya- temellendirdiler. Onlara göre bu dahinin dehası fizikle sınırlıydı, dindarlık kısmında yanılmıştı. Ama bugün baktığımda İlahiyatçı olarak Newton’un fizikçi olarak Newton’dan daha az dahi olmadığı ortaya çıkıyor.
Newton’dan biraz zorla çıkarılan bu mekanik ve Ateist evren anlayışı “bilimin zaferi” olarak sunuldu. Dindar-muhafazakar insanların Newton’un temel kanunlarıyla pek de sıkıntısı yoktu. Mesele ondan zorla çıkarılan “Tanrısız evren” deydi. Dindarların buna itirazı “bilim karşıtlığı” olarak düşünüldü. Oysa 20 YY’ın bulguları dindarlardan yanaydı; Newton olanca güzel çalışmasına karşın elma, bilardo topu büyüklüğü mertebesinde düşünüyordu. Onun öngöremeyeceği kadar küçük (Kuantum Fiziği) veya öngöremeyeceği kadar hızlı (Görecelilik Teorisi) dünyada işler hiç de Newton fiziğindeki gibi işlemiyordu. Evren mekanik bir sistem değildi, çok daha karmaşık ve şaşırtıcı bir sistemdi.
Burada muhafazakarların Newton’un fiziğine ve kanunlarına değil ondan çıkarılan “bütünle ilgili metafiziğe” karşı çıktığı bazı gözlerden kaçtı. Yani Newton konusundaki tartışmalarda muhafazakarlar haklıydılar. Fransız filozoflar “Newton’a rağmen” çıkarmışlardı bunları. Newton’un yaptığı kadarıyla çalışmalardan (bu zaruri olarak az bir şeydi) Tanrı-evren ilişkisiyle ilgili devasa metafizikler yapma uyanıklığı benim başlangıç yönelimime göre koccamana bir yalandı. İddiasını Newton’un doğruluğuna dayandırıyordu ama Newton hiç de bunu desteklemiyordu.
Parçayı bütün yerine ikame etme girişimi parçanın içindeki gerçeklerin anlamını öylesine farklılaştırmaktadır ki, çıkarılacak sonuç öylesine hatalı olmaktadır ki aleni yalan onun yanında “berraklık” olarak kalabilmektedir. Söylenen her bir cümlenin (yani parçanın) doğru olmasına karşın sonuçta ortaya çıkan hikayenin (bütünün) yalan olması şaşırtıcı olabilir ama işte öyle..
Örnekler büyük boyutluydu.. Bunların küçük versiyonları ortalıkta bolca gezinmekte.. 1000’i bir para. Medya gibi denîliği baştan tescilli muhitlerde veya ideolojilerde değil, bilimde, sanatta, felsefede de… Bu elbette ki bu müesseseleri topyekün değersizleştirmese de bizi uyanık olmaya mecbur etmeli.
Yapılması gereken şey doğru bir şey söylemek sonra da bunun gerçeğin tamamını ifade ettiği imasında bulunmak..
Üstüne üstlük bu doğru söylerken yanıltmanın yollarından sadece birisi.. Hatta parça-bütün ilişkisi çerçevesinde bile “sadece birisi”.. Tevekkeli değil masallarımız aramayı çıkana bir çift demir çarık giydirip eline de demir asa tutuşturmuyor.
Eğer bundan, sonuna kadar umurumuzda olan, olması gereken, hangi etnisiteden hangi mezhepten, dünya görüşünden olursa olsun insanımız için bir sonuç çıkarmam gerekiyorsa bizim sadece insan olma hasebiyle gerçeğin bütününe aday olma hakkında ve yetkisinde olduğumuzdur. Bu hakkı, bu değeri ne ekonomik kalkınmışlıktan, ne entelektüellikten, ne Avrupalılıktan, Asyalılıktan, “ilericilikten”, bilimden, felsefeden, almış olduğumuz eğitimden, sosyal statümüzden vb değil hiç bir ikincil şeyden değil işte şuracıkta merakla bir şeyleri anlamaya çalışan insan evlatları olmamızdan alıyoruz.. Başkalarının “eskilerinden” daha fazlasına layığız. Bu başkaları ne kadar prestijli olursa olsun biz onunla yetinmemeliyiz, başımız dönmemeli, aklımız kamaşmamalı.. Kendimizi daha fazlasına hazırlamalıyız. Bu da ancak kendimizi “bütün gerçeğe layık” kabul ettiğimizde yürünebilecek bir yol Bu entelektüellerimiz, okumuş gençlerimiz için ne kadar doğruysa, daha az olmamak üzere çobanlarımız için de geçerlidir. Bütün gerçeğe aday olacak kadar asil ve değerli..
Dipnot: Üniteryenlerin Teslis inancına yönelttiği kritik zaman zaman İslam’a yönelmeyle sonuçlanmıştır. Bunlardan en sevdiklerimden birisi Jerald Dirks. İlgilenen için güzel bir okuma olabilir.