İbret alma hissi, beşerî bir haslettir. İnsan dışındaki mahlûkât ve mevcûdâtın ibret alacak hassaları bulunmuyor. Ömür dediğimiz kişi hayâtında, ters giden ve yaşayanı sıkıntıya sokan nice demler görülür. Kişi, bu demlerden gerekli hisseyi kapmaz ise, evvelkileri aratacak nice belâ ve musîbetler onun başına üşüşür.
Kişiler gibi, milletlerin de ömürleri vardır. Bâzı milletler, kısa ömürlü olmuşlar ve târîhin galerisine girip müzelik vasfına bürünmüşlerdir. Bâzı milletler de, o galeri ve müzeye girmemek için gayret sarfetmişlerdir. Türk milleti ise, bu iki bölük milletten ayrı bir kulvarda, Kıyâmet’e dek ömür sürmeye niyet tâzeleyen bir mevkie tâlip olmuştur.
Ne var ki, “Devlet-i Ebed-Müddet” adını verdiği siyâsî teşkilâtlar kuran Türk milletinin de, ebedî ömründe yâver gitmeyen hayât safhaları yaşanmıştır. Ergenekon Destânı’nın başında ve sonunda ifâde edilen gelişmeler, bu kabîl bir nevir dönmesi hikâyesidir. Şunu demek işteriz ki, Türk târîhi, sâdece zaferlerin, saâdetlerin, kutlu ânların yekûnu değildir. Orada, Türk’ün başına gelen nice felâket, acı ve baht karartıcı dönemler anlatılmıştır.
Gecenin kıymeti gündüz ile, karanın karalığı ak ile, bıçağın kütlüğü keskin yanı ile anlaşılır. Bu hesap, zaferin ve saâdetin, haşmet ve gâlibiyetin kıymetini anlamak için de, bu sayılan husûsları kaybettiğimiz vakitlere bakmak, onları iyi anlayıp bilmek lâzımdır. İşte, “ibret” denilen his, bu mukâyeseyi yapabilmektir.
Târîh içinde, birbirine benzeyen pek çok hâdise ve gelişme vardır. Bunları okuyup hazmederken, aklımızın ve iz’ânımızın bir tarafında, yeterli ibret rezervi bulunmalıdır. Aksi takdîrde, bu benzerliklerin sayısı, artmaya devâm edecektir.
Peçûylu İbrâhim, bizim büyük târihçilerimizdendir. Bugün Macaristan sınırları içinde kalan Peçûy şehrinde doğan İbrâhim’e, bir yanlış okuma ve anlama yüzünden uzun müddet “Peçevî” denmiştir. Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi’nin himmetli ve gayretli nazarı ile bu yanlışlık düzeltilmiş ve “Peçûylu İbrâhim” adı kaaim olmuştur. Onun ve Evliyâ Çelebî’nin ortak keşfi olan Grejgâl Cengi’ndeki deliler, bize vatan müdâfaasının ne mânâya geldiğini, Mehmed Âkif’den asırlar evvel tam bir destân sahnesinde anlatmışlardır.
Burada kullandığımız “deli” sözü, psikiyatrik bir tâbir olmayıp, velîliğin bir adım ötesi olan ve Hakk’a kavuşma makâmında duran kişinin vasfıdır. Grjegal, Kanije yakınlarında bir küçük kale, başka tâbirle palankadır. Eli silâh tutan erkekleri, sefere gitmiştir. Palanka içinde, sâdece sivil ahâli vardır. Bir Kurbân Bayramı sabâhında, düşman kuvvetleri Grejgâl’i kuşatır. Bayram namâzını topluca kılan Grejgâl ahâlisi, daha sonra iki kola ayrılarak kaleden çıkıp düşmana hücûm eder. Bu hücûm kollarından birinin başında Deli Husrev, birinin başında da Deli Mehmed vardır. Deli Mehmed, ilk hamlede şehîd olur. Düşman kılıcı, onun başını bedeninden ayırır ve bu işi yapan düşman askeri Mehmed’in kesik başını alır gider. Bu olanları gören öteki kolun başındaki Deli Husrev, var gücü ile bağırır:
“Yâ Mehmed! Ne yatarsın? Düşman başını aldı gitti. Canı verdin, kıyma başına!”
Bunun üzerine başı olmadığı hâlde ayağa kalkan Deli Mehmed, bir mûcizeyi gerçekleştirir ve o düşman askerine yetişir, onu kara toprağa düşürür ve kendi kesik başını koltuğunun altına alarak yere uzanır.
Peçûylu İbrâhim’i ve Evliyâ Çelebî’yi okuyan Ömer Seyfeddin, bu yaşanmış destân kıvâmındaki hâdiseye, kendi kalem üveyiğini kondurarak, artık bir Türk hikâye klâsiği hâline gelen “Başını Vermeyen Şehîd”i yazar.
Yerinde ve zamânında alamadığımız ibretler yüzünden, bugün Peçûy’a da, Grejgâl’e de pasaportsuz gidemiyoruz..