Ötüken Yayınları
Mehmet Ali KALKAN
1975 yılının sonbaharında Adana’ya üniversitede okumaya gittim. Şimdiki gibi çocuğunu elinden tutup okula, askerliğe kadar götürmek, yerine- yurduna yerleştirmek yoktu o vakitlerde. Her parçası sağdan soldan toplama bisikletimiz vardı, kardeşim bisikletle otogara getirip yolcu etti, o kadar.
Yaş 17. Adana’da otobüsten indim, elimde yeşil bir bavul, Eskişehir’de bir talebe ağabeyden duyduğum Kuruköprü Meydanını sordum, oraya doğru gidiyorum.
Yolda birisi bavulundan bir şeyler damlıyor diye ikaz edince bir kenara durdum, bavulu açtım, annem bu çocuk yolda acıkır diye düşünmüş domates koymuş. Biraz ekmek, kaynamış yumurta da var, domates sularıymış akan. O dönemde naylon poşette yok.
Kaydımı yaptırdım, yurt evraklarını aldım, sıra yurda kaydolmaya geldi. Bizim Eskişehir Dağküplü Köyü’nden Veli Abi Adana’da çalışıyormuş, yıllar önce Adana’ya gelip yerleşmiş, onu da bulmam lazım. Elimde adresten araya sora buldum. Veli Abi’nin evi Adana’nın dışına doğru bir mahallede, sokaklar neredeyse iki-üç metre genişliğinde. Eve bahçeden giriliyor, bahçede birkaç ev daha var. Veli Abi’nin evinin altta bir odası var, aynı zamanda mutfak olarak kullanılıyor, bir de üstte ayrı bir odası. Dışarıdan merdivenle çıkılıyor üst kata. Veli Abi’yi, hanımı Zeynep Abla’yı daha önce hiç görmemiştim. Beni paşa çocuğu gibi, kendi evlatlarıymış gibi karşıladılar. O gece orada kaldım, ertesi günü yurda kayıt yaptıracağım evrakları arıyorum bir türlü bulamıyorum. Bir yerlerde mi unuttum, düşürdüm mü acaba. Yok Allah yok. Eve getirdiğime de eminim. Kimseye de bir şey diyemiyorum. Ben gitmeye davranınca ‘’ bir yere gidemezsin, sen ta Eskişehir’den buraya kadar okumaya gelmişsin, biz seni bırakmayız, evraklarını da sakladık’’ dediler.
Ev zaten altlı-üstlü iki göz. Bir odayı ben kullanırsam onlara zor olacak, üstelik 2-3 yaşında Hatice’leri de var…
Ne kadar gitmek için ısrar etsem de fayda etmedi. Üstteki odayı bana verdiler. Bir yıl orada kaldım.
(Daha sonra Veli Abi’ler Eskişehir’e taşındı. Zeynep Abla biraz rahatsızlanmış, yanına uğradım hakkını helal et ben iyi değilim, az zamanım kaldı dedi. Asıl sen hakkını helal et Zeynep Abla bir sene sen bana baktın, yemeğimi yaptın, bana evladın gibi davrandın, çamaşırlarımı yıkadın, en güzel odayı bana verdiniz kim yapar bunu? diye cevap verince ‘’koca adamdın sen, koca adama bakmak mı olur’’ dedi. Allah Zeynep Abla’dan, Veli Abi’den hesapsız razı olsun.)
Veil Abi Milli Mensucat Fabrikası’nda çalışıyordu, bana seni bir arkadaşla tanıştıracağım, kafalarınız uyuşur dedi. Şeref Türkkahraman’la öyle tanıştım. Uzun boylu, hilal bıyıklı, dal gibi hem Türk, hem kahraman’dı hem de Şeref’li bir ağabey. Şeref Abi de beni aldı Adana Kültür Derneği’ne götürdü. Dernek maceramızda böylece başlamış oldu…
Dernek cadde üstünde üç katlı bir evin, son katı. Derneğe arka taraftan girdik, minareye çıkar gibi bir merdivenle de yukarıya ulaştık.
Salonda L şeklinde bir sedir var, üstlerindeTürk Motifi işlemeli kilimler, arkada yastıklar. Ortada çapı bir metreye yakın kocaman bir kütük, onun üzerinde renkli bir hasır. Hasır’ın üstünde lokum kutusu kadar üzerinde Turan yazılı bir radyo.
Salonun devamında formika masalar, masaların etrafında formika sandalyeler. Masaların üzerinde günlük gazeteler, aklımda kaldığına göre Hürriyet, Milliyet,Hergün, Tercüman, Cumhuriyet ve bir gazete daha. Bu gazetelerin altında gazete büyüklüğünde kontraplaklar kesilip konmuş. Gazeteler zımbalanıp üzerlerine konuyor ve bir ay bitince de ciltlenip arşive kaldırılıyormuş. Ayrıca mutfak var, dört ayrı oda daha mevcut. Odanın birisinde gaz sobası, televizyon var. Bir diğeri başkanlık odası, birisi yatakhane, birisi de mescit. Ara yerde de kütüphane ve satılmayı bekleyen kitaplar var.
Oğuz Özkaya derneğin başkanıymış. Kimse yanında sigara içmiyor, ayak ayak üstüne atmıyor. Oğuz Abi’nin kızdığından ya da despotluktan değil tabi bu, sadece saygıdan.
Gelenler sedire oturuyorlar, kitap anlatıyorlar, vatan konuşuyorlar, tavşan kanı çay var…
Tam benim istediğim bir yere getirmiş Şeref Abi.
Veli Abi’ye yalvardım, yakardım evlerinden zorla ayrılıp derneğe yerleştim, okul bitinceye kadar da dernekte kaldım.
Arkadaşlar memleketlerine, eşe-dosta mektup yazıyorlardı o tarihte. Her an dernekte insan olmayabilirdi, o yüzden postahaneden bir posta kutusu kiralanmıştı, numarası 546 idi.
İşte Mehmet Hayati Özkaya bizim o yıllarımızı anlatmış PK 546 adını verdiği kitabında. Kitap aynı zamanda Türkiye’yi anlatıyor. Sıkıntılarımızı, sevinçlerimizi, kederlerimizi anlatıyor. 1980 öncesi yıllarımızı anlatıyor.
Maaşa geçtiğinde bir eve taşınmıştı. Üç beş günlüğüne memleketine gittiğinde buzdolabındaki bir kilo balı yenmezse bozulur diye Haluk’a yedirmiştik bizde… Haluk’u balın bozulacağına inandırmıştık ama esas balı bittiği için Erol Abi bize çok bozulmuştu.
Annem Eskişehir’de bana pasta tarif etmişti. O zamanlarda da yurt kapanmış evde kalanların sayısı on sekize çıkmıştı. Tarife göre şeker, un, yumurta vs. aldım, pişirdim.
Arkadaşlar okuldan gelince yemek sonrası sürpriz yapacağım. O tarihlerde tüp yok, ancak elektrik ocağıyla bir kap yemek yapabiliyoruz, o da saatlerce sürüyor. Yemekten sonra pastayı getirdim, bir alan bir daha almıyor, teşekkür edip kalkıyor. Baktım benim pasta taş gibi, adama atsan kafasını yarar. Meğer fırında pişirmek lazımmış. Talebe evinde fırın mı olur?
Ali Ağabey vardı, Bankalar Lokantası sahibi. Bizden ayıp olmasın diye cüzi bir ücret alırdı. Bizde de zaten para yok, bir kap yemek yiyebilirdik. Osman’la gittik, birer yemek söyledik, baktım Osman sütlaç yiyor. Osman ne zaman söyledin bunu diye kızınca Osman bana baktı, bir karşıdaki adama, utandı, kızardı, meğer karşıdaki tanımadığımız adamın sütlacıymış, ye oğlum ye demişti o ağabey.
Okul bittikten yıllar sonra Adana’ya Bankalar Lokantasına gittim, yemek yedim, hesabı ödedim. Kasada Ali Ağabey var, kendimi tanıttım, elini öptüm, Eskişehir’den getirdiklerimi verdim. Sarıldık, ağlaştık. Ali Ağabey’in bize çok hakkı geçmişti, Allah rahmet eylesin.
Tabi biz et falan bulamazdık. Nohut, kuru fasulye, pilav başlıca yemeklerimizdi. Gerçi formika masada yufka açıp mantı da yaptığımızı hatırlıyorum. Kilolarca hamsi alıp saatlerce birkaç arkadaş temizler, pişirir, beş dakika içinde de çekirge gibi başına toplanıp bitirilirdi… Bazende oğuz Ağabey evden yemek getirirdi, o zaman midelerimiz bayram ederdi.
Kitap sohbetleri olurdu, seminerler hazırlardık. Benim hazırladığım konu Kültür ve Medeniyetti mesela. O yaşta, o imkanlarla konu hazırlayacaksın, toplantıda anlatacaksın. Hem insanlar karşısında konuşmayı öğreniyorduk, hem araştırma yapmayı, hem okumayı. Bir gün terasta oturuyoruz, Necdet Hoca Ankara’dan gelmiş, ay ışığı var, yıldızlar var, Necdet Hoca’nın etrafında civcili tavuk gibi toplanmışız, hoca anlatıyor, biz dinliyoruz derken bir ağabeyimiz ben Osmanlı Devleti’ni sosyolojik açıdan incelemeye başladım deyince hangi kitapları okuyorsun diye sordu Necdet Hoca, Sepetçioğlu’nun serisini dedi ağabeyimiz. Necdet Hoca çayı çok sever ya, bir damlasını ziyan etmek istemez, ama hepsi döküldü herhalde… biz de güldük saygılı bir şekilde…
Giriş kapımızın oradaki barakada Ramazan Ağabey yaşardı. Her akşam içerdi, konuşurdu, bağırırdı. Bizim evi korur gibiydi Ramazan Ağabey’in sesini duyunca rahatlardım.
Evin karşısında Mustafa vardı, bir inşaat mühendisinin bürosunda idi. Bizim staj defterimizi imzalatmıştı demokratik olarak. Staj yapacak halimiz yoktu.
Dernekte bir teksir makinemiz vardı. Daktilo ile mumlu kağıda yazar sonra teksir makinasında yazdıklarımızı sabahlara kadar çoğaltır, ertesi günde dağıtırdık.
Aradan neredeyse kırk yıl geçti. O günleri, arkadaşları unutmak mümkün değil.
Adana Kültür Derneği bambaşka bir şeydi. Hani Abdi posta kutusu için’’ Ey PTT’nin en haysiyetli, en şahsiyetli, en karakterli ve en şerefli posta kutusu ‘’demiş ya ne kadar güzel söylemiş.
Öyle bir dernekte bulunmak, yetişmek, yaşamak bize nasip olduğu için şükrümüz çok.
Derneğimiz dostluğun, sevginin, saygının, vefanın, güzelliğin paylaşıldığı bir yerdi. Her birimiz bir okul bitirdik ama esas okulumuz Adana Kültür Derneği idi.
İyi ki o dernek vardı.
İyi ki Necdet Özkaya vardı.
İyi ki Oğuz Özkaya vardı.
İyi ki Mehmet Hayati Özkaya bu kitabı yazmış.
PK 546 –İdealist Bir Neslin Hikayesi.
Kitapta bu anlattıklarımdan başka şeyler var.
Bu kitabı okuyun efendim.