Biden yönetiminin Çin’e karşı bir üslup değişikliğine gidip siyasi ve diplomatik alanlarda iletişimi arttırmaya istekli olduğu bilinmekle birlikte, yeni dönemde ABD’nin Asya-Pasifik stratejisinin önceliklerinde radikal bir değişim gerçekleşmesi beklenmiyor. Pekin’in Doğu Asya’daki etki alanlarını genişletme girişimleri ve ekonomik-teknolojik alanlardaki gelişimi yakından izlenmeye devam edilip Trump yönetimi tarafından başlatılan korumacı önlemlerin birçoğu büyük ihtimalle devam ettirilecek. Zira ABD’nin küresel sistemdeki konumunu belirleyen stratejik bir konu olması dolayısıyla ABD-Çin ilişkileri bağlamında Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti kurmayları arasında genel konularda radikal fikir ayrılıkları olmadığı söylenebilir. Bu bağlamdaki farklılıklar, daha ziyade Çin yönetimine karşı kullanılması gereken siyasi üslup ve demokrasi, insan-hakları ihlalleri gibi konuların ne sıklıkla küresel kamuoyu gündemine taşınacağıyla sınırlı.
*****
Prof. Dr. Sadık ÜNAY[i]
ABD’de son yılların en çekişmeli ve tartışmalı başkanlık seçimleri geride bırakılıp Biden’ın liderliğindeki yeni yönetimin görevi devralması beklenirken, yeni dönemin küresel sistemin geleceği açısından nasıl sonuçlar doğuracağı konusunda genel bir görüş birliği oluşmuş değil. Net olan bir konu varsa, o da 21. yüzyıla girerken tek-kutuplu dünya düzeni söylemleri altında “imparatorluk” ya da “hipergüç” gibi abartılı ifadelerle tanımlanan ABD’nin aradan geçen yirmi yıllık süre zarfında artık sistemin “en önemli ülkesi” konumundan “önemli ülkelerinden biri” konumuna gerilediği gerçeği. Hegemonik istikrar savunucularının tüm direnişlerine rağmen ekonomik, teknolojik, askeri, diplomatik ve sosyal alanlarda eşzamanlı ve kademeli olarak gerçekleşen bu stratejik gerilemenin iki ana boyutundan söz edilebilir.
Bu boyutlardan ilki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) ve Bretton Woods sistemlerini kurarak hem siyasi hem de ekonomik alanlarda oyun kurucu güç olarak varlığını kabul ettiren; bölgesel krizlere müdahale edip müttefiklerini koruma maliyetlerini üstlenen ABD yönetiminin bu rolünden geri adım atmak durumunda kalmasıydı. Ekonomik küreselleşme sürecinde post-Fordist üretim biçimlerinin yaygınlaşması, özellikle imalat sanayinde çok-parçalı hale getirilen üretim tesislerinin başta Çin olmak üzere Doğu Asya’ya kaydırılmasını mümkün kılmıştı. Başlangıçta ABD-kökenli çokuluslu şirketler için önemli maliyet avantajları oluşturan bu durum, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyesi olup ABD pazarlarına yaptığı ihracatı hızla arttırması nedeniyle zaman içinde yapısal bir dezavantaja dönüştü. Dış ticaretinde devasa açıklar veren, imalat sanayinde üretim tabanı giderek daralan ve 5G, yapay zekâ gibi kritik teknolojilerde küresel üstünlüğü sorgulanır hale gelen ABD’nin eski hegemonik iddialarını sürdürmesine destek olacak bir ekonomik-teknolojik güç konsolidasyonuna sahip olmadığı anlaşıldı.
Sözünü ettiğimiz stratejik gerilemenin ikinci boyutu, başta Çin olmak üzere yükselen güçlerin 21. yüzyılda ABD ile aralarındaki altyapısal güç farklarını hızla kapatarak çok-kutuplu bir küresel sistemin ortaya çıkmasını sağlamalarıydı. Özellikle devlet kapitalizmi uygulamalarıyla kamu-özel sermaye ilişkilerini esneten, birçok sektörde ABD firmalarına rakip olacak devlet-destekli çokuluslu şirketler kuran ve teknolojik araştırma-geliştirmeye muazzam yatırımlar yapan Çin’in yükselişi tahmin edilenden çok daha hızlı gerçekleşti. Bir Kuşak Bir Yol Projesi gibi girişimlerle Avrasya eksenine yayılan; Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar uzak coğrafyalarda stratejik kaynakların ve lojistik üslerin peşine düşen; sanayi casusluğundan teknoloji transferine uzanan yollarla katma-değer düzeyini arttıran Pekin, ABD yönetimini ticaret savaşları gibi çatışmacı girişimlerle savunmaya geçmek zorunda bıraktı. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ırkçı ve ayrımcı siyasi söylemler eşliğinde uygulamaya konulan yeni-korumacılık ve ticaret savaşları gündemi, ABD’nin küresel liderlik iddialarına ve prestijine büyük darbe vurdu.
Biden yönetiminin “3C” gündemi
Trump’ın Amerikan toplumu içinde kutuplaşmayı ve gerginliği arttıran; etnik ve dini azınlık gruplarını hakir gören; temel insan hakları ve çoğulcu demokrasi gibi değerlerden uzaklaşan; liberal bir dünya ekonomisinin devamı için gerekli yönetişim maliyetlerini üstlenmek istemeyen ve yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınını çok kötü idare eden yönetimi ABD’nin küresel itibarını son yıllardaki en düşük düzeylere indirdi. Başkanlık seçimlerinde yenilgiyi de olgunlukla kabul etmeyen ve garip itiraz söylemleriyle gündemi işgal eden Donald Trump, görülen o ki Joe Biden göreve başlayıncaya kadar ABD demokrasisinin küresel imajına zarar vermeye devam edecek. “Yumuşak güç” potansiyeli açısından ABD’nin Vietnam Savaşı ve Watergate gibi skandalların yaşandığı karanlık yıllara geri dönmüş olduğunu görmek zor değil.
Dolayısıyla -yasal itiraz süreçleri tamamlandığı takdirde- Ocak ayında ABD’nin 46. başkanı olarak görevi devralacak Joe Biden’ın performansıyla ilgili beklenti oluşturmadan önce siyaseten ciddi biçimde kutuplaşmış bir toplum, iki parti arasında bölünmüş bir devlet mekanizması ve iç bütünlüğü oldukça sorunlu bir Demokrat Parti ile yola çıkacağını hatırda tutmak gerekiyor. Trump’ın yürütmeye devam ettiği sert muhalefet ve Senato’nun kontrolünün Cumhuriyetçi Parti’de kalması, ABD toplumunun önemli bir kısmının Biden’ın ABD başkanlığını meşru görmemesi sonucuna dahi yol açabilir. Bu yüzden, Biden’ın özellikle Amerikan iç siyaseti ve başta sağlık sistemi olmak üzere birçok kamu hizmetinde yapılması gereken yapısal reformlar konusunda hızlı mesafe alabilmesi için siyasi ve toplumsal tansiyonu mümkün olan en kısa sürede düşürmesi gerekecek.
Biden yönetiminin ilk etapta en fazla manevra alanına sahip olacağı ve Biden’ın kişisel siyasi kariyeri ışığında kendisini en rahat hissedeceği alanın dış politika olacağını tahmin etmek ise hiç de zor değil. Senato’nun Dış İlişkiler Komitesi Başkanı ve Obama döneminin başkan yardımcısı olarak sahip olduğu uzun yıllara dayanan dış politika tecrübesi, Biden’ın birçok konuya hâkim olmasını ve Antony Blinken liderliğinde çok tecrübeli bir dış politika ekibiyle yola çıkmasını garanti eden faktörler. Bu ekibin stratejik öncelikler olarak belirlediği “3C” gündemiyse Kovid-19 salgını (Covid-19) ve ekonomik yansımalarıyla mücadele; küresel iklim değişikliği konuları (climate change) ve Çin’le (China) diplomatik-ekonomik ilişkileri içeriyor.
Bu konular içinde Biden’ın erken siyasi meşruiyet temeli olarak kullanabileceği en önemli unsur, Kovid-19 salgınıyla ilgili olarak Trump yönetiminin dağınık, sistemsiz ve iç çelişkilerle dolu performansını unutturacak bir başlangıç yapmak olacak. Ardından pandemi döneminin ABD ekonomisinde oluşturduğu ağır tahribatın hafifletilmesi ve artan işsizlik oranlarının aşağıya çekilmesi için uygulanacak makro-ekonomik politikalar önem kazanacak. Bu bağlamda Clinton döneminden itibaren ekonomi yönetiminde çeşitli görevler alan ve FED Başkanlığı da yapan Janet Yellen’ın hazine bakanı olarak önerilmesi, bu konuda da tecrübeli ve saygın isimlerle yol alınmak istendiğini ortaya koyuyor.
Biden’ın başkanlık dönemine hazırlanırken uluslararası kamuoyuna vermeye çalıştığı en temel mesajlardan biri, ABD yönetiminin çok-taraflı kurumsal platformlarda yeniden etkin bir rol oynayıp küresel sorunların çözümünde inisiyatif alacağı fikrinin vurgulanması oldu. Bu bağlamda fazla siyasi ve diplomatik maliyet üstlenmeden atılabilecek en basit adımlardan biri, ABD’nin tekrar Küresel İklim Değişikliği ile ilgili Paris Anlaşması’ndan kaynaklanan sorumlulukları kabul etmesi olacak. Hava, su ve atmosferde kirliliği önleyip gaz emisyon değerlerini kontrol eden 100’ün üzerinde yasal düzenlemenin tekrar devreye alınması belli bir süreç gerektirse de bu alanda ABD’nin küresel koalisyonun bir parçası olduğu mesajını vermesi açısından sembolik önem taşıyacak.
ABD’nin Asya-Pasifik stratejisinde radikal değişim beklenmiyor
Biden yönetiminin Çin’e karşı bir üslup değişikliğine gidip siyasi ve diplomatik alanlarda iletişimi arttırmaya istekli olduğu bilinmekle birlikte, yeni dönemde ABD’nin Asya-Pasifik stratejisinin önceliklerinde radikal bir değişim gerçekleşmesi beklenmiyor. Pekin’in Doğu Asya’daki etki alanlarını genişletme girişimleri ve ekonomik-teknolojik alanlardaki gelişimi yakından izlenmeye devam edilip Trump yönetimi tarafından başlatılan korumacı önlemlerin birçoğu büyük ihtimalle devam ettirilecek. Zira ABD’nin küresel sistemdeki konumunu belirleyen stratejik bir konu olması dolayısıyla ABD-Çin ilişkileri bağlamında Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti kurmayları arasında genel konularda radikal fikir ayrılıkları olmadığı söylenebilir. Bu bağlamdaki farklılıklar, daha ziyade Çin yönetimine karşı kullanılması gereken siyasi üslup ve demokrasi, insan-hakları ihlalleri gibi konuların ne sıklıkla küresel kamuoyu gündemine taşınacağıyla sınırlı.
Biden’ın başkanlık dönemi büyük ölçüde Obama döneminin farklı bir formda devamı olarak algılandığı için, Demokratların liberal değerleri ve çok-taraflı platformlar üzerinden uluslararası uzlaşmayı önemseyen siyasi tarzlarının yeniden ön plana çıkarılması muhtemel. Böyle bir gelişmeden en çok memnun olacak küresel aktör ise son yıllarda liberal uluslararası entegrasyon hareketinin bayraktarlığını tek başına yüklenmek zorunda kalan ve Brexit gibi iç sorunlarla boğuşan Avrupa Birliği (AB) olacak. AB ülkeleriyle yeniden katılımcı müzakere kanalları kurulması; NATO’nun daha etkin biçimde işletilmesi ve stratejik savunma konularında maliyet hesapları yerine uzun-vadeli perspektiflerin öne çıkarılması bu bağlamda ABD yönetiminden temel beklentiler olacak. Ayrıca küresel çapta bir “demokrasiler ağı” konsepti içinde birçok ülkeyle konu-bazlı ve esnek ittifaklar kurulmasına dayalı bir diplomatik açılım girişimi planlandığı da biliniyor.
Yeni dönemde Türkiye ile ilişkiler
Dış politika alanında Biden yönetiminin en çok zorlanacağı alanlardan birinin ise Ortadoğu’daki çatışmaların çözümü bağlamında yeniden “güvenilir ortak” niteliği kazanmak olacağı söylenebilir. Bu alanda Trump yönetiminin son yıllarda Filistin ve Kudüs meseleleri bağlamında izlediği radikal İsrail yanlısı tutum ve uluslararası hukuk normlarını çiğneyerek aldığı zorlama kararlar kadar, belli Körfez ülkelerinin prensleri üzerinden kurmaya çalıştığı şeffaf olmayan ittifaklar da çok tepki çekti. Bu bağlamda Biden yönetiminin gerek İsrail’in yayılmacı politikalarına gerek Körfez’deki rejimlerin vekâlet savaşları üzerinden birçok bölgede hâkimiyet kurma girişimlerine gerekse İsrail ile bu rejimler arasında başlatılan normalleşme sürecine nasıl yaklaşacağı bölgenin jeopolitik dengelerinin önümüzdeki yıllarda alacağı şekli yakından etkileyecek. Yeni dönemde ABD dış politika aktörlerinin bu bölgeye yaklaşımları, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak adına yüzleşmek durumunda kaldığı bölgesel blokların da değişime uğramasına ve yeniden oluşmasına yol açabilir. Son günlerde Ankara ile Suudi Arabistan yönetimi arasında seri görüşmelerle ortaya konan yakınlaşma sinyalleri, bu bağlamdaki önemli bir gelişme olarak okunmalı.
Başta Suriye’deki belli terör gruplarının desteklenmesi olmak üzere Biden’ın ve Demokratlar’ın Türkiye’nin varoluşsal güvenlik çıkarlarıyla ilgili bazı konularda Ankara’ya müzahir duruşlara sahip olmadıkları sır değil. Ayrıca son yıllarda ABD ile yaşanan krizlerde ve S-400, F-35, ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası (CAATSA) yaptırımları gibi kritik konularda Türkiye’ye karşı daha sert bir tavır takınılması gerektiği konusundaki çıkışları da kamuoyu tarafından biliniyor. Ancak “taç giyen baş akıllanır” prensibi gereğince başkanlık sorumluluğu üstlendikten sonra Biden’ın ikili ilişkileri daha ılımlı ve kurumsal kanallar üzerinden ilerleyen bir iletişim düzlemine taşımak istemesi muhtemel. Ankara’nın da hukuki ve ekonomik reform ajandasıyla paralel biçimde Washington’a yönelik yeni dış politika açılımları ortaya koyması kimseyi şaşırtmamalı.
———————————————————
Kaynak:
https://www.aa.com.tr/tr/analiz/post-hegemonik-dunyada-abd-ve-biden-yonetiminden-beklentiler/2070545
[i] Prof. Dr. Sadık ÜNAY İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesidir.