“Prof. Dr. İskender Öksüz ile Millet ve Milliyetçilik Üzerine Söyleşi” 

A. Yağmur Tunalı Bey, kirmizilar.com için, Prof.Dr. İskender Öksüz Hocamız ile son kitabı “Millet ve Milliyetçilik” hakkında konuştu… 

————————– 

– Millet ve Milliyetçilik, sosyal bilimcilerimizin bu vakte kadar pek çok yönüyle ele alarak işlemesi gereken konularda yazılmış ilk eser olma özelliğini taşıyor. Sadri Maksudi ve Mehmed İzzet var ama onlar epeyce eski. Dünyada yeni çalışmalar dağ gibi büyüdü. Böyle bakınca, bir boşluğu doldurduğu muhakkak… 

İlk eser olduğundan emin değilim. Hiç olmazsa saf akademik veya tercüme benzer çalışmalar var. Ancak bir noktada bu soru haklı. Bilimin popüler hâli diyebileceğimiz entelektüel hayatımızda, yani köşe yazılarında, problemlerimizi ele alan popüler kitaplarda, televizyon programlarında dünyadaki toplum bilimlerinden en az elli yıllık bir faz farkı ile geriden geliyoruz. Hatta kendilerini kızdıracağımı bile bile söyleyeyim, üniversite camiası da bu elli yıllık ardçılıktan vareste değil. 

– Özellikle onlar tabii… 

Kitabın başına da sonuna da aldığım bir anektod var: Bir TV programı. Konu milliyetçilik. Program yapımcısı milliyetçi konukları stüdyoya almış, onları tepeden gören bir başka odadan bir “uzman”la stüdyodaki bu garip mahlûkatı tartışıyor. Namuslu bir gazeteci olduğu için de bu uzman konuşmasını konukları duymuyor. Milliyetçiliğin dünyadan silinmek üzere olduğunda uzman ve yapımcı fikir birliğine varıyorlar ve müşterek dileklerini seslendirerek girişi sona erdiriyorlar: “Umarız on yıl sonra da böyle bir program yapma gereğini hissetmeyiz.” Yani on yıl sonra, stüdyodaki Dodo kuşları bile milliyetçiliğin sonunun geldiğine iman edeceklerdir.  

– Yıllar yılı o tür programları televizyonlarımızda belli aralıklarla görürdük… 

Evet. Bakın sosyal bilimlerde, sosyoloji ve siyaset biliminde böyle bir hüküm yok. Tam tersine insanlar yükselen milliyetçilikten bahsedip duruyor. 

İkinci bir anektod da 2000 yılı Aralığında doğrudan benim başımdan geçti. Gazi Üniversitesi’nde Erol Güngör Sempozyumu‘nda son oturum, değerlendirme paneliydi. Henüz oturum başlamadan, aramızda konuşurken milliyetçilikten söz açıldı. Paneldeki bir sosyal bilimci, “Milliyetçilik” dedi, “Fransız İhtilâli ile başlar”. Sonra benden beklediği kadar kuvvetli bir tasdik alamayınca, kendi kendine bu iddiayı kuvvetlendirmeye çalıştı, “Biz” dedi, “öyle deriz”. Öbür sosyal bilimci de destek anlamında kafasını salladı. Bu dünyadaki sosyal bilimle en az elli yıllık bir faz farkını yansıtıyor. 

Birinci anektod ideolojinin gerçeğin gözünü kapatmasını, ikincisi ise bilimde hâlâ en az yarım asır geriden geldiğimizi gösteriyor. Bu ikinci hükme niçin diye sorarsan, o herhalde başka bir söyleşinin veya incelemenin konusu olur. 

– Sana sorulacak soru değil, ama tesbit için pekiştirme mahiyetinde söylemiş olalım: Kaynaklar büyük çoğunlukla yabancı. Memlekette şu kadar sosyolog ve yakın dallarda çalışan binlerce sosyal bilimci varken, neden bu konularda dişe dokunur bir şey yazılmadı? Bunun üzerinde durmak ve aksaklığı tesbit etmek lazım.  Bir tesbit daha yapalım: Bu esere kaynak teşkil eden büyük isimlerin önemli çalışmaları da henüz Türkçeye ve ilim âlemine kazandırılmış gibi görünmüyor. Kitaptan ve seninle uzun konuşmalarımızdan bu kanâati edindim. İnşallah yanılıyorum.

Bunun cevabı da az önceki yarım asırlık rötarla ilişkili. Bir sebebi daha var. Yayınlarda iki nitelik aranıyor. Belirli ideolojileri desteklemeli, bu şartı karşılamıyorsa hiç olmazsa yaygın kitleleri cezbedecek bir heyecan potansiyeli taşımalı. Bu ikisi yoksa eserler Türkçeye çevrilmiyor. Meselâ Fukuyama gibi meşhur bir ismin “Tarihin sonu ve son insan”, “Millet inşası” gibi nisbeten küçük ve kavga yaratacak kitapları neredeyse altı ay içinde çevrildi. Hâlbuki büyük eseri, “Siyasî organizasyonun Menşe’leri” yıllar geçtiği halde hâlâ çevrilmeyi bekliyor. Buna Erol Güngör’ün, Sadri Maksudi Arsal’ın eserlerinin artık basılmadığını da ekleyeyim.

– Böyle bir garâbet de var… Kitaba gelelim: “Sebeb-i te’lif”ini merak edenler olacaktır. Konuştuğumuz eksiklikler elbette rol oynamıştır; ancak, özel sebebleri de söylemek lazım.. Mesela, memlekette yıllardır süren  bir Türklük-Milliyetçilik aleyhtarlığı ve hatta düşmanlığı.. Hem de devlet seviyesinde yürütülen ölçüsüz kampanyalarla..

Soru içinde cevabını da taşıyor. Tamamen katılıyorum. Sanki on yılı aşkın bir vakittir millî kimliği silmek, kafalarda kimlik buhranı yaratmak, çözüp dağıtmak için elden ne gelirse yapılıyor. Bu felâket kutsallarımız kullanarak yapılıyor üstelik; belki bu kadar savunmasız kalmamızın sebebi de bu. Âdeta fikir planında, ideoloji planında mızraklarına ayet geçirmiş askerler var karşımızda.

(Fotoğraf: Burhanettin Özbilici)

– Hazret-i Ali karşısındaki Muaviye’yi hatırlatıyorsun..

Evet. Bizi birleştiren asıl bağın Müslümanlık olduğu söylendi. Şimdi de “İbrahimî millet” olduğumuz telkini var. Allah rızası için, din ne zaman millî birlik kaynağı olmuştur? Batı ve Doğu Pakistan’ı hatırlayanınız var mı? Irak, Suriye, Mısır’da ayrı ayrı dinler mi var? Osmanlı’nın Müslüman bölgesi dimdik ayakta mıdır, bir ve bütün müdür?

– O millet başka manada zaten…

İbrahim milleti bir başka konu. Orada millet kelimesi eski anlamıyla, ümmet manasına kullanılıyor ama belki kanarlar diye böyle yapıldığı da açıklanmıyor. Geçen hafta sayın başbakanımız, “Suriye’ye girersek Araplar bizi desteklemeyebilir” dedi. Gel de sorma: Araplar İbrahim milletinden değil de Musa veya İsa milletinden midir?  Bu kadar muhakemeden bile mahrum bir bakış bu.

– Kitabın, bu açıdan bir anlama gayreti ve onun üzerinden sağlıklı bir tartışma zemini yaratacağı az çok anlaşılıyor…

Neden yaratsın ki? İdeolojik değil. Aslında bizim hiçbir suçumuz yoktur, bizi Yahudiler kandırıyor, Amerikanlar sömürüyor gibi rahatlatıcı bir temele de dayanmıyor. Bir komplo teorisi bile yok. Bunların cazibesi yok bu kitapta…

– Önemli bir dikkat noktası  bu söylediğin: “İdeolojik değil..” dedin. Millet ve  Milliyetçilik bir ilim ve fikir eseri evet….

İlim ve fikir etiketlerine lâyık olup olmadığına okuyanlar karar verir de fikir hayatımıza hâkim olan komplo teorileri, üst akıl safsataları fikir hayatımızı içinden çıkılmaz hale getirdi. Daha doğrusu paranoyalar fikirleri kovaladı. Bundan keyif alanlar, bu safsatalardan popülerlik devşirenler suçludur muhakkak. Fakat kanaatimce, saçmalığa karşı çıkmamak da bir sorumluluk yükler. “Hadi canım nasıl olsa falancaların aleyhine konuşuyor, konuşsun varsın..” diyen entelektüel olamaz. Bu ahlâk değildir.

– Kitabın planı da bana dikkat çekici gelir: Okuyucuyu hazırlayan “Bilim ve İnsan Bilimleri” bölümünden hemen sonra “Irkçılık”la konuya giriliyor. Milliyetçilikle ırkçılığın bazılarınca karıştırılması veya neredeyse benzer görüldüğü bizde sık rastlanan bir durum.

Milliyetçilikle ırkçılığı karıştıran en etkin kesim siyasî ümmetçiler. Onlara göre ırk = kavim = millet. Ama millet ve milliyetçilik halk arasında itibarlı kelimeler olduğu için iki noktadan birden vuruyorlar. Birisi, “İbrahim Milleti” kullanımında olduğu gibi “millet”i insanların bildiğinden farklı bir anlamda kullanarak halkı kandırmaya teşebbüs etmek; ikincisi millet ve milliyetçiliğe doğrudan hücum yerine, -ki bunu bir aralık denediler ve sonuç kendi popülerlikleri bakımından pek iç açıcı olmadı-, halka sıcak gelmeyen başka kelimeler kullanmak: Ulusçuluk, ulus gibi. Şimdi söylem şu: Millet iyidir, eğer o millet İbrahim Milleti ise… Ulus kötüdür, ulusçuluk ondan da kötüdür. Tercümesi: Millet ve milliyetçilik kötüdür. Ümmetçilik iyidir.

– Özel bir lügat kullandıklarını düşünüyorsun… Daha açalım: Onların dilinde, bildiğimiz kelimeler başka manalar taşıyor gibi…

Soğuk Harp döneminde “Komünistlere İnanabilirsiniz” diye bir kitap vardı. Fred Schwartz adlı bir yazarın. Komünistlere inanabileceğinizi, yalnız “barış”, “demokrasi” ve benzeri kelimeleri kullandıklarında bunların sizin bildiğiniz barıştan, sizin bildiğiniz demokrasiden farklı olduğunu, onların lügatinde bunların bambaşka anlamlarının bulunduğunu bilmeniz gerektiğini anlatırdı. Şu anda da böyle bir ortam var. Millet diyorsak, o millet sizin bildiğiniz millet değil…

– Irkçılığa gelirsek…

Irkçılığa dönelim… Siyasî ümmetçilerin kavram dağarcığı selefîdir. Bugünkü anlamda “millet” kavramına sahip değiller. Toplum birimleri hakkındaki ufukları yedinci asrın hicazdaki toplum birimleri ile sınırlıdır. Yani kavim vardır. Kavim, kabileden küçük, kan bağına dayanan bir çadırlar topluluğudur. Kabile vardır. O da kavimler topluluğudur. Meselâ Kureyş kabiledir. İçinde Abbasiler, Haşimiler gibi kavimler barındırır. Millet? Millet bunun neresinde? Onun için kavim = ırk = millet.

Bir de Avrupa’nın birinci liberal emperyalizminin dayandığı üstün ırk, aryan ırkındaki “ırk” var. 17.-20. asır arasında siyah adamın insan olamayacağını, Avrupalı beyazlar hâriç bütün diğer insanların aşağılık ırklara mensup olduğunu savunan ve Hitler’le zirveye ulaşıp sona eren ırkçılık. Antropoloji ve özellikle DNA, bu ırkçılığın altından halıyı çekti. Afrika dışındaki herkesin 50-60 bin yıl önce Afrika’dan çıkan 1000-5000 kişilik bir gruptan geldiğini gösterdi. Bilim, büyük çapta Ziya Gökalp’in söylediği yere geldi: “Irk atlarda olur!” Milleti ve milliyetçiliği ırka dayandıracaksanız, haber vereyim: Irk yok. Kusura kalmayın.

– Milliyetçilik Türkiye’de ana fikir akımlarından biri. Marksist solculuk ve siyâsî ümmetçilik de öyle. Dolayısıyle, karşı pozisyondaki bu iki akımın millete ve milliyetçiliğe bakışı anlaşılmadan konuyu tartışmak mümkün değil görüşündesin. Bundan dolayı da üç ana başlıkta onları inceledin. Her ikisi de enternasyonalist. Dolayısıyle milliyetçiliğe karşı olmalarına şaşılmaz herhalde.

Enternasyonalist değil de, Gökalp’e saygıdan “kozmopolit” kelimesini tercih ediyorum. Enternasyonalistte hiç olmazsa bir nasyonalist yani milliyet lâfı var.

Marksizm büyük çapta “fikir akımı” olma özelliğini kaybetti galiba. Hiç olmazsa artık pek akmıyor. Ama daha önce konuştuğumuz gibi biz elli yıl rötarla geldiğimiz için bizde hâlâ Brejnev dönemini yaşayan Marksistler kalmış olabilir. Ancak bugün Türkiye için Marksizm ancak meselâ Roma’nın Apollon Dini kadar tehlikelidir.

– Bu durumda, bir dikkat noktası daha gündeme geliyor: O halde bugün başka yönelişlerden ve sınıflandırmalardan bahsediyoruz.

Bugün tasnif hatlarını sol-sağ diye çekmek doğru değil. Türkiye’de siyaset ve dolayısıyla tasnif artık kimlik üzerinden yapılmakta. Türk kimliğine taraftar mısınız, Türk kimliğine karşı mısınız? Ne mutlu Türküm diyenlerle, Türk olmaktan kurtulduk çok şükür diyenler şeklinde ayrılıyoruz. Şimdi bu ayrımın her iki tarafında da solcu bulabilirsiniz. Her iki tarafında sağcı da bulabilirsiniz. Her iki tarafında milliyetçi bulamamanız lâzım, eğer “milliyetçi” kelimesini ahlâklı kullanıyorsanız…

– Diğer taraftan, dünyada Marksist ve dinî hareketlere kapılmış olanların en azından tamamında böyle bir kozmopolit bakışı görmüyoruz. Galiba milliyetlerine de bağlılar. Bu bizimkilere mahsus bir paradoks…

Hayır görmüyoruz. İki Marksist sosyal bilimciyi ele aldım: Tom Nairn ve Benedict Anderson. Biri İskoç, öbürü İrlanda milliyetçisi. Millet ve milliyetçiliğin nasıl yüce, nasıl güzelliklerle dolu, nasıl emperyalizme karşı tek çare olduğuna dair şiir dolu ifadeleri var. Özellikle Tom Nairn, “Milliyetçiliğe muhalefet, kesinlikle eski veya yeni imparatorlukları desteklemek demektir ve ‘metropol solu’nun posizyonu işte tam budur.” diyor. Bizimkiler bizi, Türkü sevmiyor. Bütün mesele buradan çıkıyor.

(Fotoğraf: Burhanettin Özbilici)

– Kitabın ana konusu, galiba, millet ve milliyet konusunu işleyen belli başlı sosyolojik akımlar. Sanırım, sosyoloji, etnoloji, tarih ve doğrudan ilgili diğer branşlar da bu akımlar içinde temsil ediliyorlar.

Millet ve Milliyetçilik birçok bilim dalının kapsama alanına girer. Fakat zannımca en önde gelecek iki dal sosyoloji ile siyaset bilimidir. Tarih bu dalların laboratuvarı gibidir zaten. Hattâ linguistik ve edebiyatı bile işin içine katabilirsiniz. Toplum bilimlerinin arasına duvarlar çekmek mümkün değil. Aslında fizikî bilimler için de bu doğru. Yoğunlaştıkları bölgeler bir birinden farklıdır, inceledikleri nesneler aynıdır. Bir alanın kendisi, diğer alanın aletidir. Maksat farklı olunca…

– Bu akımlar milleti ve milliyeti reddetmiyor herhalde…

Son on yıllarda, eskisinden farklı olarak “millet nedir?” sorusundan ziyade “millet ne zaman?” sorusu üzerinde duruluyor. Bir uçta milletin ezelî olduğu tezini savunan primordialistleri, diğer uca milletin modernitenin ürünü olduğunu söyleyen modernistleri koyabiliriz. İkisinin arasına da başka tutumları yerleştirebiliriz… Sosyolojinin değişik görüşleri de bu soruya verdikleri cevaba göre birbirinden ayrılıyor. Fakat bunların hiç biri, “millet yoktur” veya “millet önemsizdir” demiyor, diyemiyor. Spencer ve Wollman’ın ders kitabında da şu hükmü okuyoruz: “Primordialistlerle modernistler arasında, üzerinde çok konuşulan, millet ve milliyetçiliğin menşei hakkındaki tartışmada, iki tarafın da büyük ölçüde milletlerin bu dünyada kalıcı oldukları ve millet devletinin bir alterna­tifi bulunmadığı görüşünü paylaştıkları açıktır.”

Ünlü siyaset bilimci Beissinger’in hükmü de şöyle:

“Modern dünyada, milletlerin içerisinde rekabet ettiği bir milletler evreni icad etmek zorundayız. Gellner’in bize anlattığı gibi, bir milliyet yok olsa, bir başka milliyet bu boşluğu hızla doldururdu. Yüksek kültürün yaygınlaştığı bir dünyada millî olmayanı hayal bile edemeyiz. Modern devlet ve ekonomi, işlevini, millet denilen kabın içinde yürütmektedir. Gellner(’in dediği gibi), ’Milliyetçilik, belki her zaman tahripkâr değildir ama yerçekimi gibi önemli ve sarıcı bir kuvvettir’.”

“Milletler çağı  geçti veya millî devlet tarihe karışıyor..” diyenler var mı?

– Az önce bahsettiğim Tom Nairn bu soruya cevap versin: “… Babil Kulesi çökmedi ve bu yüzdendir ki —Anthony Smith’in de dediği gibi— sırf İnternet yüzünden veya birçok insan kırık dökük Amerikanca konuşuyor diye, televizyonda ER (Acil Servis) seyrediyorlar diye veya Big Mac yiyorlar diye çökeceği de yok. Galip ihtimalle, milliyetçiliğin altın çağı henüz gelmedi bile. Histeri dolu plastik küreselleşme kehanetleri bizi tarihin sonuna hatta her şeyin sonrasına ‘post’una koyma eğiliminde. Hâlbuki bu kitapta yapmaya çalıştığımız, tarihin anaforlu akışının ortasına günümüzü yerleştirmek ve büyücünün henüz işini bitirmekten çok uzak olduğunu göstermektir 

– Dil-millet-devlet üçgeninden bahsediyorsun.. Azar Gat’ın bu görüşü, tarih perspektifinden söylediği ve örneklendirdiği de anlaşılıyor…

Gat devlet varsa millet de vardır diyor. Araya dili sokan başkaları. Galiba bu başkalarına ben de dâhilim. Meselâ modernist Gellner’e göre “dil kültürün bir parçası değildir, dil kültürdür”. Gellner milleti ortak yüksek kültürle tarif ettiğine göre ona göre dil millettir diyebiliriz. Azar Gat, milattan öncelerden, eski Mısır’dan başlayan bir tarih turuna çıkarıyor bizi. Eski Çin’den, Babür Devleti’nden, Osmanlı’dan bugüne kadar zaman ve mekân içinde büyük bir tur. Ve tezini gösteriyor: Devlet varsa millet de var ve devlet, iddia ve ideoloji ne olursa olsun hep millî devlettir.

– Millî Devlet,  birilerinin yaygın isimlendirmesiyle Ulus Devlet…

Eski Mısır’da, Eski Çin’de, Hint’te Babür devrinde, Osmanlı’da hep millî devlet. Modernist sosyoloji teorileri açısından bu çok büyük ve köktenci bir iddiadır. Gat bunu ispatlıyor. Yani millet Fransız İhtilali’nin, modernitenin, sanayi devriminin ürünüdür iddiaları ve benzerlerini doğrudan karşısına alıyor ve gösteriyor ki devlet varsa millet de vardır. Milattan önce de böyledir, milattan sonra da böyledir.

(Fotoğraf: Burhanettin Özbilici)

– Şimdi Türkiye’de tartışılan konular da bunlar.  milletin adı ve dolayısıyle milliyet ve vatandaşlık târifinde kafa karışıklığı had safhada. Buna açıkça hâkimiyet ve kimlik tartışması diyebiliriz. Merhum Kâmuran İnan, “Kimliğini kendi eliyle tartışmaya açan orta boy bir devlet bile yoktur..” diyordu…

Devletin kimliğini tartışmaya açması, egemenliğini tartışmaya açması, egemenliğini paylaşabileceğini söylemesi meşruiyetini tartışmaya açması demektir ve tam da bu yapılmaktadır. Bu sayılan zilletlere bir millet ancak orduları mağlup edildiğinde, vatanı işgal edildiğinde ve cebirle razı edilebilir.

O kadar ağır bir durum…

Kanaatimce bu “tartışmaya açış” Türk Devleti’nin Cumhuriyet tarihinde maruz kaldığı en büyük tehdittir. Bu soğuk harp dönemindeki komünist tehditten de büyüktür. O da ciddî idi, gerçek bir tehditti ve milletimizin çocukları kanları pahasına o tehdidi bertaraf ettiler. “Oyuna geldiniz, biz gelmedik”, gibi lâflar o günkü korkaklıklarının ve beceriksizliklerinin hesabını vermemek için kendi kendilerini kandıranların mazeretleridir.

– Tehdid altında mıyız?

Bugün Türk Devleti’nin egemenliği yine tehdit altındadır. Türkiye’de Türk egemenliğinden vaz geçmemiz, hiç olmazsa egemenliği paylaşmaya razı olmamız talep ediliyor ve bu talep din istismarıyla destekleniyor. Türk Milleti yerine duyulmamış, işitilmemiş milletler icad ediliyor, millet kelimesi ümmet yerine kullanılıp halk aldatılmaya çalışılıyor. Tabii, bu tehlike de tıpkı geçmiştekiler gibi bertaraf edilecektir.

– Görüşlerini verdiğin büyük isimler, “Niçin millet?”  sorusuna yaradılışın değişmez kanunları üzerinden bakıyorlar.  Buna rağmen bir de “Millet yıkımı” var, bu nasıl oluyor?

Milliyet duygusu iki temel üzerinde yükseliyor: Genetik ve şuur. Genetik, aynı genleri taşıdıklarımızla birlik olmamızı, aynı genleri taşımayanlara kardeşlerimizi tercih etmemizi fısıldıyor. İsterseniz gen yerine içgüdü deyiniz. Şuur dediğim bileşen de bize, “senin dilini, kültürünü, tarihini, cedlerini paylaşan bu insanlar senin milletindir. İşte senin mensup olduğun, diğerlerine tercih edeceğin halk budur.” der. Milyonlarca yıllık genetik mirası yok sayamazsınız, etkisini silemezsiniz. Milleti tahrib etmenin yolu, “boşver soydaşlarını sen işine, cebine, keyfine bak” propagandası değildir. Bu tutmaz. Fakat şuuru tahrib edebilirsiniz. Konuştuğun dil dil değil, onu değiştirelim, özleştirelim, daha Avrupalılaştıralım, medenileştirelim, kültür için de aynen öyle yapalım. Tarihin şundan öncesi zaten senin değil. Şundan sonrası hiç değil. O tarihe değil, bu tarihe bak… Cedlerin mi? Ne malum? Uydurma cedler bunlar… İşte şuuru böyle yıkarsınız. Milleti yıkarsınız. Ne olur, Gellner’in dediği olur: “Bir millet ortadan kalkarsa derhal yerini başka bir millet alır.” Genetik bağlılığı yok edemiyorsunuz ama nereye bağlandığını değiştirebilirsiniz.

– Sonradan edinilen bir sosyolojik kimlik genetiğin getirdiklerinin yerini tutmuyor mu?

Dinî bir grubu, bir ümmeti işaret edip, “İşte senin milletin bu” diyemezsiniz, çünkü ümmetin genetik bağla teşekkül etmediği âşikârdır. Orada içgüdü işlemez. Din böler ama birleştirmez. Din devlet yaratmaz. Irak birleşik midir? Suriye birleşik midir? Doğu ve Batı Pakistan’ı hatırlıyor musunuz? Bunlar tek devletti ve her ikisi de kendilerini Hindistan’dan dinden ötürü ayırmıştı. Kuruluşlarının kökünde din vardı ama… Ama aynı dili konuşmuyorlardı, aynı kültüre, tarihe sahip değillerdi… Şimdi batıdakine Pakistan, eski Doğu Pakistan’a Bengladeş diyoruz. Çünkü genetikleri Bengal kültürüne sahip olanları kendilerinden kabul ediyordu. Pakistan’la ne kadar aynı dinde olurlarsa olsunlar.

– Kitabın sonuç bölümünün ara başlıkları, aslında bu mülakatın hazır soruları halinde sıralanmış. Milleti millet yapan nedir?, İyi ve kötü milliyetçilikler, Millet eski mi yeni mi?, Milletler çağı bitiyor mu?, Millet inşası ve millet yıkımı..

Evet, bu sorular, okuyucuya konunun özünü bir daha düşündürmek ve pekiştirmek için soruldu. Cevapları daha sade ifadelerle ve başlardaki kadar iktibasa müracaat etmeyerek verdim.  Özet ama farklı bir özet.

– Millet ve Milliyetçilik’i basılmadan iki defa bazı bölümlerini daha çok okuduğum için, her fırsatta, “İskender Öksüz’ün ‘şâheseri’ bu!” diyordum. Piyasaya çıkışından bir ay sonra, gördüm ki pek çok kişi bu kanaate vardı. Hatta Ahmet Bican Ercilasun, milliyetçiliğin klasikleri arasında yer aldığını söyledi. Ciddî eserler az okunur diyorduk, bir ay içinde 2000’lik birinci baskısı da bitti.

—————————————————————–

Önemlidir:

Kaynak belirtilerek alıntı yapılabilir.

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen