Prof.Dr. Osman TURAN

Selçuklu Devri Türk Tarihçisi, Fikir ve Siyaset Adamı (1914-1978)

 

Sayın Selim Koca’nın Türk Yurdu Dergisi; Ocak 2011 – Yıl 100 – Sayı 281’de yayınlanan makalesi’nden alınmıştır.

Prof. Dr. Osman Turan, Cumhuriyet devrinin 1940’lı yıllarından itibaren kitapları ve fikir yazıları en çok okunan Türk tarihçisi ve fikir adamıdır. Bu tespitim bir araştırmaya değil, gözlemlerime dayanmaktadır. Bu hususta bir araştırma yapılacak olursa aynı sonucun ortaya çıkacağından eminim.

Osman Turan, Cumhuriyet devrinin yetiştirdiği ve sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen büyük Türk tarihçileri arasında özel bir yere sahiptir. Fertleri ve milletleri başarıya ulaştıran ve onlara üstünlük sağlayan birkaç temel ilke vardır. Bunların başında, hiç kuşkusuz tarihî ve millî değerlere uygun ve sağlam bir ideal sahibi olmak gelir. İdealist insanların bazı ortak özellikleri vardır. Onlar, her türlü mahrumiyet karşısında yılmaz bir irade ve kararlılık ortaya koyarlar. Kesin inançlı ve mücadelecidirler. Mücadelelerinde daima kendilerine güvenirler ve cesaret gösterirler. İdeallerine ulaşmak için her türlü tehlikeyi göze alırlar. Hiçbir tehdit ve tehlike karşısında boyun eğmezler. Hiçbir zaman umutsuzluğa ve karamsarlığa düşmezler. Amaçlarına ulaşma hususunda azimli ve kararlıdırlar. Geleceğe dair plan ve tasarılarında da ileri görüşlüdürler. Yüksek siyasî kavrayışa, sağlam düşünce yeteneğine ve büyük sezgi gücüne sahiptirler. Herkesin her şeyden umudunu kestiği anda onların düşünceleri bir inci gibi parlar ve etrafına ışık saçar. Daha da önemlisi onlar, talihin önlerine çıkardığı fırsatları ve imkânları en iyi şekilde değerlendirirler. Hatta onlar, bununla da yetinmezler; idealleri doğrultusunda yeni fırsatlar yaratırlar ve bunlardan azamî ölçüde yararlanırlar. İdeallerine doğru yürürken de hiçbir engel tanımazlar, durmak ve dinlenmek bilmezler. Tıpkı bir dağcının zirveye tırmanırken önüne çıkan engelleri daha yükseğe çıkmak için birer basamak olarak kullandığı gibi, onlar da aklı, ilmi ve siyaseti vasıta yaparak amaçlarına ulaşırlar. İşte Osman Turan da bütün gücünü ve enerjisini Türk tarihi araştırmalarına adamış; tarih bilimi ile milletine ve insanlığa hizmet etmiş; inançlı, kararlı ve idealist bir bilim adamıdır.

Osman Turan’ı tanımlayabilmek için yaptığımız bu tespitten sonra, onun çocukluk ve okul hayatını, meslek hayatını, fikirlerini ve fikrî mücadelelerini, eserlerini ve tarih anlayışını kısaca ele alabiliriz.

Çocukluk ve Okul Hayatı

Osman Turan, 1914 yılının Haziran ayında, Dede Korkut Destanlarının hâlâ canlı olarak yaşadığı Bayburt ilinin bugünkü Aydıntepe ilçesine bağlı Çatıksu köyünde Hasan Ağanın üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası “Kurtoğulları (Koron veya Kuranoğulları) aşiretine mensup köklü bir aileden geliyordu[1]. Osman Turan, henüz 1-1,5 aylık bir bebek iken I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı Devleti, Batılı milletlerin kendi aralarında hesaplaşması olan bu savaşa, hiç de gereği olmadığı hâlde Almanların safında katılmıştır. Her Türk vatandaşı gibi Hasan Ağa da askerlik hizmetine alınmış, fakat 1916 yılının içinde Erzurum-Kandilli hattını savunurken şehit düşmüştür. Osman Turan, hiç tanımadığı ve mezarını bile bilmediği babasının özlemiyle büyümeye başlamıştır. Annesi ve ağabeyi küçük Osman’a babalık ederek, ona baba yokluğunu ve şefkatini aratmamışlardır. Fakat önce I. Dünya Savaşı sonra İstiklâl Savaşı, bir neslin büyük bir kısmını en verimli çağında alıp götürdüğü gibi, geride kalanları da büyük bir yoksulluğun ve sefaletin içine sürüklemiştir. İstiklâl Savaşı’ndan sonra bir Türk ailesinin yaşamış olduğu şu dram, bu yoksulluğun ve sefaletin boyutunu bize en açık ve en acı bir şekilde göstermektedir: Tıpkı Hasan Ağa ailesinde olduğu gibi eşi şehit olmuş bir Türk kadını, çocuklarına yiyecek bir şeyler bulmakta âciz ve çaresiz kalmıştır. Çocuklar, “açız, açız, açız anne” diye çığrışmaktadırlar. Anne, “yok yavrum yok” şeklinde çaresizliğini ve ıstırabını yansıtan sözlerle âdeta inlercesine çırpınır. Çocuklar “yok” sözünü bir yiyecek adı sanmışlar. “Onu da ver, yeriz” diyerek, eteklerine sarılıp âdeta annelerine yalvarırlar. İşte I. Dünya Savaşı ile İstiklâl Savaşı’nın ortaya çıkardığı korkunç ve yürekler parçalayan manzara budur. Osman Turan’ın çocukluk yıllarındaki hayatına, baba hasretinden başka bir de bu amansız yokluk ve sefalet eklenmiştir. Başka bir deyişle Osman Turan’ın çocukluk hayatı da bu Türk çocuklarının elem verici hayatından hiç de farklı değildir. Buna rağmen Osman Turan’ın aile büyükleri, her türlü mahrumiyete ve zorluğa katlanarak, onu okutmak ve büyük adam olmasını sağlamak azminde ve kararındadırlar. Aynı azim ve kararlılık küçük Osman’da daha fazladır.

Hasan Ağanın şehit düşmesinden sonra küçük Osman’ın ailesi Aydıntepe’de fazla kalmamış, bütün aile fertleri burayı terk ederek, Çaykara ilçesine bağlı Soğanlı köyüne gelip yerleşmiştir. Osman Turan, ilkokulu Çaykara’da, ortaokulu da Bayburt’ta okumuştur. Trabzon’da başladığı liseyi de Ankara’da bitirmiştir. Böylece o, ilk ve orta öğrenimini başarıyla tamamlamıştır. Fakat bu eğitim ve öğretim, idealist Osman Turan için yeterli olmamıştır. Belirli bir meslekte uzmanlaşabilmek için yüksek öğretim gerekiyordu. Bu yüksek öğretim kurumu da çok geçmeden Cumhuriyetin ilk fakültelerinden biri olarak kurulacaktır.

Atatürk, Türlüğün hızla aleyhine akan tarihin seyrini başarıyla Türklüğün lehine çevirip kurduğu Cumhuriyetin temellerini yaptığı inkılâplarla sağlamlaştırdıktan sonra Türk milletinin millî benliğini bulması hususunda en emin vasıtayı Türk tarihinde ve kültüründe bulmuştur. Amacı, kendi ifadesiyle “Türk tarihinin inkâr edilmiş ve unutturulmuş simasını ve mahiyetini bütün hakikatleriyle meydana çıkarmak idi. Bunun için o, “Türk Tarih ve Dil Kurumları”nı kurdurmuştur. Fakat Atatürk, bunları da yeterli bulmamış, tamamen Türk tarih ve kültürü üzerinde araştırma yapan, eleman yetiştiren ve dünyada bir benzeri olmayan bir fakülte, yani “Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini açtırmıştır. Yine onun emriyle bu Fakültedeki bütün dersler ve bilim kolları Türk tarihinin araştırılması ve incelenmesi, Türk kültürünün meydana çıkarılması ve Türklerin diğer kültürlere yaptıkları tesirlerin tespitine yarayacak bir şekilde düzenlenmiştir. Bu Fakültede çeşitli filolojilerin kurulması ise, Türk tarih ve kültürünün ana kaynaklarını toplamak, yayınlamak ve dilimize çevirmek maksadını taşıyordu.

Atatürk, özel bir tarih fakültesi kurdurmakla kalmamış, yerli ve yabancı devrin en büyük tarih ve dil uzmanlarını bu fakültede istihdam ederek, Türk tarihi araştırmalarını bilim adamlarının emin ellerine bırakmıştır. Fakültenin temel bilim kollarından Orta Çağ Tarihinin başına da, ünü, daha o zaman Türkiye sınırlarını aşmış olan Fuad Köprülü’yü getirmiştir. Fuad Köprülü’nün değerini belirtmek için burada kısa bir tespit daha yapmamız gerekmektedir: Bilindiği gibi Cumhuriyet döneminin üç büyük dâhisi vardır. Bunlar; askerî, siyasî ve teşkilâtçılık alanında Atatürk, fikir ve kültür alanında Ziya Gökalp, sosyal bilimlerde de Fuad Köprülü’dür. Dehasını özellikle tarih biliminde gösteren Fuad Köprülü, memleketimize ilmî metodu getiren ilk bilim adamıdır. O, yaptığı ilmî araştırmalarla Türk tarihini ve edebiyatını sağlam temellere oturtmakla kalmamış, kendisinden sonra gelecek olan tarihçilere ve edebiyatçılara da örnek ve model olmuştur. Hiç kuşkusuz o, tarih ve edebiyat ilminin yüksek mimarıdır.

Yukarıda belirtildiği gibi, Osman Turan’ın ruh ve karakter yapısına uygun fakülte, 1935 yılında Ankara’da Atatürk’ün emri ile kurulmuş, bir yıl sonra de öğretime başlamıştır. Osman Turan, bu fakültenin yatılı sınavını kazanarak Orta Çağ Kürsüsüne (Anabilim Dalı) ilk giren öğrencilerden biridir. Osman Turan’ın bu fakülteye girmesi, hiç kuşkusuz onun hayatında bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü o, 1936 yılında girdiği fakülteyi, 1940 yılında pekiyi derece ile bitirmiştir. Bu arada Osman Turan, zorunlu ihtiyaçlarının ve derslerinin dışında gece-gündüz bütün zamanını bölümün ihtisas kütüphanesinde geçirerek, buradaki kitapları dikkatlice ve âdeta ezberlercesine okumuş ve kendisini yetiştirmiştir. Derslerinde de çalışkanlığı ve Türk tarihine büyük ilgisi ile Fuad Köprülü’nün dikkatini çekmiş ve takdirini kazanmıştır. Daha kesin bir ifade ile söylemek gerekirse, onun talihi ve geleceği, Fuad Köprülü’nün teveccühünü kazanmakla belli olmuştur. Aynı Kürsüye Fuad Köprülü tarafından burslu doktora öğrencisi (ilmî yardımcı) olarak seçilmiştir. Hâlbuki Fuad Köprülü’nün doktora öğrencisi olmak öyle kolay bir iş değildi. Bu, herkesin imrendiği olağanüstü bir durumdu[2]. O, bununla da kalmayarak, Köprülü’nün herkesten esirgediği son derece kıt olan takdir ve iltifatlarına bol bol nail olma mutluluğunu da yaşamıştır. Bunun sebebi ne idi? Osman Turan’ın millî duyguları yüksek, samimi, çalışkan, yetenekli, devletine ve milletine bağlı idealist bir genç olması mıydı? Şüphesiz bunlar sebeplerden bazılarıydı. Fakat başka ve önemli bir sebep daha vardı: Fuad Köprülü, daha önce, İstanbul Edebiyat Fakültesinde, Osman Turan gibi bir değer olan asistanı Nihal Atsız’ı, zamanın Millî Eğitim Bakanı Reşid Galip karşısında koruyup savunamayarak, feda etmek zorunda kalmıştı. Kanaatimizce bu durum, duygularını hiç açığa vurmayan Fuad Köprülü’ye çok ağır gelmiştir. O, bir bakıma Nihal Atsız ile verdiği kan kaybını Osman Turan ile tamamlamıştır. İşte Köprülü’nün Osman Turan’a sıkı sıkıya sarılmasının, onu takdir ve iltifatlara boğmasının asıl sebebi budur.

Fuad Köprülü’nün Osman Turan’a verdiği değer boşa gitmemiştir. O, Köprülü’nün danışmanlığında, iki yıldan daha az bir sürede “On İki Hayvanlı Türk Takvimi adı altında hazırladığı doktora çalışmasıyla “bilim doktoru” payesini almıştır (1941). 1942 yılında da aynı kürsüye “asistan (araştırma görevlisi)” olarak atanmıştır. Osman Turan, yine aynı yıl, Köprülü’nün fakülteden ayrılıp siyasete atılması sonucunda boşalmış olan “Orta Çağ Türk-İslâm Tarihi dersini vermekle görevlendirilmiştir.

Meslek Hayatı

 

Araştırma görevliliğine intisap etmekle Osman Turan’ın meslek hayatı da başlamıştır. Fakat ne Osman Turan ne de fakülteden ayrılmış olan hocası Fuad Köprülü rahat ve huzurlu idi. Çünkü Fuad Köprülü’nün eski öğrencisi olan Hasan Âli Yücel, feyz aldığı hocasına karşı, Türk ahlâkına ve geleneklerine aykırı olarak fikrî bir mücadeleye girişmiş bulunuyordu. Türk geleneklerine son derece bağlı ve gerçek bir Türk evladı olan Osman Turan da, bu fikrî mücadelede hiç düşünmeden kalemiyle hocası Fuad Köprülü’nün yanında yer almıştı. Hatta o, bu fikrî mücadelede, hocasını fersah fersah geçerek, Hasan Âli Yücel ve ekibinin bütün şimşeklerini üzerine çekmişti[3]. Böylece Osman Turan’ın, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir kurum olan üniversitedeki durumu tehlikeye düşmüş oluyordu. Hasan Âli Yücel, Fuad Köprülü’ye bir şey yapamıyordu. Gözünü Osman Turan’a dikmişti. Onu fakülteden atabilmek için fırsat kolluyordu. Köprülü tehlikeyi sezmiştir. Bir Nihal Atsız örneğinin daha yaşanması an meselesiydi. Orta Çağ Kürsüsü’nde yine Köprülü’nün yanında doktorasını yapmış ve en az Osman Turan kadar değerli, fakat bu fikrî mücadelenin daima dışında kalmış olan bir asistan daha vardı. O da Mehmet Altay Köymen idi. Bu sırada Orta Çağ Kürsüsü’ne ait sadece bir doçentlik kadrosu bulunuyordu. Bu kadro da Osman Turan’dan çok Köymen’in hakkı gibi gözüküyordu. Köprülü, meseleye, Osman Turan lehine müdahale etmeye karar verdi: O, talebelerini bir baba gibi dizinin dibine oturttu ve onlarla durumu uzun uzun konuştu. Özetle, Köymen’den bu kadroya müracaat etmemek suretiyle Osman Turan lehinde bir fedakârlıkta bulunmasını istedi. Köymen, çevreden gelen tahrik ve teşviklere rağmen hocaya saygı geleneğine uyarak, bu kadroya müracaat etmedi[4]. Osman Turan da vaktinden önce doçent oldu. Böylece Fuad Köprülü, sadece Osman Turan’ın meslek hayatını değil, aynı zamanda Türkiye Selçuklu tarihinin de geleceğini kurtarmış oldu. Fakat Osman Turan’ın 1943 yılında, “Orta Zaman Türk Devletlerinde Unvanlar” adı altında sunmuş olduğu doçentlik tezi, bu gaye için yapılmış orijinal bir çalışma değildi. Bu çalışma, onun öğrencilik yıllarından beri bazı Türk unvanları hakkında yazmış olduğu birkaç küçük makalenin bir araya getirilmesinden ibaretti[5].

Doçent unvanını almış ve öğretim üyeliğine yükseltilmiş olmasına rağmen Osman Turan’ın meslek hayatı için tehlike tamamen geçmiş değildi. Zira idarî özerkliği bulunmayan bir kurumun elemanı, istenirse buradan alınır ve bağlı bulunduğu başka kurumun bir biriminde görevlendirilebilirdi. Nitekim Osman Turan’ın başına bu da gelmiştir: 1944 yılında Türkçülük-Turancılık davasından yargılanan Nihal Atsız’ı Osman Turan’ın fakültedeki odasında ağırlaması, dönemin Millî Eğitim Bakanı’nı son derece kızdırmıştır. Bu yüzden Osman Turan fakültedeki görevinden alınarak, Millî Eğitim Bakanlığı emrine basit bir memur olarak verilmiştir. O, nüfuzlu devlet adamlarının etkili müdahalesi sonucunda, ancak bir yıl sonra fakültedeki görevine dönebilmiştir[6]. Bu arada Farsça, Arapça ve Fransızca gibi dillerdeki temel bilgisini süratle geliştiren Osman Turan, kaynak yayınına ve orijinal araştırmalara geçmiştir. 1948-1950 yılları arasında da Paris ve Londra’da araştırmalarda bulunmuş; bu arada milletlerarası Türkiyat Kongresine ve UNESCO Konferanslarına birer bildiri ile katılmıştır.

Kırklı yıllarda yaptığı yayınlarla bilim dünyasının dikkatini çeken Osman Turan, 1949 yılında Türk Tarih Kurumuna aslî üye seçilmek suretiyle onurlandırılmıştır. 1951 yılında da, Fakülte Kurulunun kararıyla profesörlüğe yükseltilmiştir.

1954 yılı, Osman Turan’ın meslek hayatında ikinci dönüm noktası olmuştur: Hocası Fuad Köprülü’yü kendisine örnek alan Osman Turan, bu tarihte siyasete atılmış ve bir daha da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki görevine dönememiştir. Köprülü, daima takdir ettiği öğrencisinin bu kararını uygun bulmamasına rağmen ona engel olmak da istememiştir. 1954 ve 1957 yıllarında iki defa Demokrat Parti’den Trabzon milletvekili seçilmiştir. Fakat o, siyasetin, amaca ulaşmada gösterilen kaypak ve değişken havasına hiçbir zaman kendisini uyduramamış; iç muhalefete geçmekten ve partisinin icraatlarını eleştirmekten çekinmemiştir. Bu arada tarih araştırmalarına ve memleket meselelerine dair fikir yazılarına, hiç ara vermeden devam etmiştir. 1959 yılında Türk Ocağı Genel Başkanı seçilerek, fikrî çalışmalarını en yüksek noktaya çıkarmıştır.

Osman Turan, 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra partili arkadaşlarıyla birlikte tutuklanmıştır. Yassıada’da kurulan İhtilâl Mahkemesi’nde yargılandıktan sonra beraat etmiştir. Buradaki tutukluluk süresi 16,5 ay sürmüştür. Bu arada Yassıada komutanı Tarık Güryay ile Osman Turan arasında geçen bir olay, onu halkın gözünde bir kahraman derecesine yükseltmiştir. Bu ilginç olay şöyle cereyan etmiştir: Tarık Güryay, zaman zaman tutuklu milletvekillerini kontrol etmektedir. O, bu kontrol işini yaparken şahsî duygularını tatmin etmek için herkesin ayağa kalkıp tıpkı asker gibi “hazır ol” vaziyetine geçmesini ister. Bütün milletvekilleri de ister istemez onun bu emrine uyar. Kendisini “irfan ordusu”nun onurlu bir mensubu olarak gören Osman Turan, meslek hayatında gösterdiği eğilmez-bükülmez tutumunu burada da sürdürür; Tarık Güryay’ın karşısında ayağa kalkıp “hazır ol” durumuna geçmez. Bu yüzden Tarık Güryay’ın ağır bir hakaretine maruz kalır. Onuruna son derece düşkün olan Osman Turan böyle bir saygısızlık karşısında kendisini fazla tutamaz; yayından fırlayan bir ok gibi ayağa sıçrar ve arka arkaya bu saygısız adama birkaç sipahi tokadı aşkeder. Tarık Güryay, Osman Turan’ı derhal “tabutluk” adı verilen bir hücreye koydurarak, bu davranışının bedelini ona ağır bir şekilde ödetir. Fakat bu olay unutulup gitmez; kısa sürede etkisini gösterir: O zamana kadar Yassıada Komutanına karşı memnuniyetsizliklerini sahte bir saygı altında gizlemiş olan bütün milletvekilleri, sevince gark olur. Moralleri birden yükselir. Yukarıdan bir emir almış veya hatasını anlamış olan Tarık Güryay ise, “hazır ol” vaziyetinde yaptığı kontrollerinden tamamen vazgeçer. Daha önemlisi bu olay, kısa sürede dalga dalga memleketin her tarafına yayılır. Kahramanlığa hasret kalmış Türk halkı, bu olayı âdeta bir destan hâline getirir.

Osman Turan, beraat kararından sonra aslî mesleğine ve görevine dönmek istemiş; fakat fakülte yönetimi onun bu isteğini geri çevirmiştir. Böylece Osman Turan ile fakülte yönetimi arasında kıyasıya bir hukuk mücadelesi başlamıştır. Osman Turan her defasında davayı kazanmasına rağmen fakülte yönetimi hukukun kararına sonuna kadar direnmiştir. O, fakülte yönetiminin bu tutumu karşısında bir kere daha siyaset meydanına çıkmak zorunda kalmıştır. Adalet Partisi’ne giren Osman Turan, bu partinin 1964 yılında yapılan kongresinde teşkilâttan sorumlu genel başkan yardımcısı, 1965 genel seçimlerinde de Trabzon milletvekili seçilmiştir. Fakat o, Adalet Partisi’nin de siyasetine ayak uyduramamış; Yeni İstanbul gazetesinde yazdığı baş makaleleriyle parti başkanını rahatsız etmiş; Haysiyet Divanı’nın Ağustos 1967 tarihli kararı ile de “hiçbir ikaz ve telkine aldırmayan kişi olarak partiden ihraç edilmiştir[7]. O, bu defa MHP saflarında siyasete devam kararı vermiştir. Fakat MHP’nin siyaset anlayışı da ona gereken önemi vermemiştir. Buna rağmen Osman Turan’ın fikirleri karanlıkta parlayan bir ışık gibi yayılacak, kısa zamanda ülkücü gençler üzerinde tam bir egemenlik kuracaktır.

Osman Turan, 1960’lı yıllarda ilmî, fikrî ve siyasî tecrübesinin olgunluk safhasına ulaşmış bulunuyordu. Tıpkı “İttihat ve Terakki Fırkası”nda olduğu gibi o da milliyetçi-muhafazakâr partilerin bir Ziya Gökalp’ı olabilirdi. Fakat parti başkanları, gerçek bilim ve fikir adamlarını kendi politikalarına hizmet ettikleri sürece partilerinde tutmuşlardır. Aksi takdirde onları derhal bertaraf etmişlerdir.

1966 yılında tekrar Türk Ocağı Genel Başkanlığı’na seçilmiş olan Osman Turan, bu görevini 1973 yılına kadar başarıyla sürdürmüştür. Bu dönemde, Türk Ocağı’nın genel merkezi, âdeta sosyal bilimler akademisi hâline gelmiştir. Ayrıca Türk Ocağı’nın yayın organı olan Türk Yurdu Dergisi de, Osman Turan’ın gayretleriyle Türk fikir ve kültür hayatının en verimli ve en zengin yayınını yapmıştır.

Osman Turan, 1969 yılında bir kere daha aslî mesleğine, yani fakültedeki eski görevine dönmek istemiş; fakat onun bu isteği, boş kadro bulunmadığı şeklinde bir gerekçe ve bahane ile tekrar reddedilmiştir. Bu hususta ne yazık ki, onun ideolojik rakipleri kadar “enâniyyet” (bencillik) duygularına gem vuramayan fikir arkadaşları ve kendi yetiştirdiği talebeleri de olumsuz rol oynamışlardır[8]. O, bu durum karşısında istemeyerek de olsa emekliye ayrılıp, meslek hayatına fiilen son vermiştir (Mayıs 1972).

Osman Turan, emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşmiş; maceralı meslek ve siyasî hayatının geçtiği Ankara’ya da bir daha dönmemiştir. Onun fakültesinden ve siyasetten yediği darbelere bir de 1974 tarihinde Tarih Kurumu’ndan gelen darbe eklenmiştir. Türk Tarih Kurumu bu tarihte, temel eserleri ve makaleleriyle Türk tarih ilminin yüzünü ağartmış olan Osman Turan’ı hiçbir gerekçe göstermeden aslî üyelikten çıkarmıştır. Bu, sadece Osman Turan’ın onuruna değil, aynı zamanda Türk ilmine vurulmuş ağır bir darbe olarak tarihe geçmiştir.

Tarih Kurumunun onuruna vurduğu bu darbe, Osman Turan’ı çok etkilemiştir. Bu durum, zaten acılaşmış olan hayatının son yıllarını ona büsbütün zehir etmiştir. Osman Turan, emeklilik dönemini, tâ meslek hayatının başından beri malzemesini topladığı “Selçuklu İktisat Tarihi”ni yazmakla geçirmiştir. Fakat o, bu kitabını tamamlayıp yayınlayamamıştır. Hâlbuki Osman Turan, daha önce büyük eserlerini birkaç yıllık bir çalışma sonucunda yazmış bulunuyordu.

Osman Turan, 1978 yılında, daha çok işler yapabilecek bir yaşta (64), geçirdiği beyin kanaması sonucunda ebediyete göçmüştür. Akranlarından bazılarının 1990’lı ve 2000’li yıllara kadar yaşamış, hatta birinin hâlâ yaşıyor olmasına bakılacak olursa, onun ömrü kısa sürmüştür, denilebilir. Kendisi, Osmanlı hanedanından Satıa Hanımefendi ile evli idi. Turan ailesinin çocuğu olmamıştır.

Osman Turan’ın yorulmak bilmez çalışmaları sonucunda temeli atılmış olan Orta Çağ Türk tarihi araştırmaları, onun ölümünden sonra hızını kaybederek tavsamıştır. Arkadan gelenlerin hiçbiri onun yerini tutacak, ideallerini sürdürecek değerde ve nitelikte olmamıştır. Başka bir deyişle onun yeri, hiçbir zaman doldurulamamıştır.

Osman Turan, yaratılış itibarıyla sâkîn bir karaktere sahipti; fakat devletin ve milletin menfaatleri söz konusu olunca sertleşmekten ve mücadeleye girişmekten çekinmezdi. Özel ve sosyal ilişkilerinde ise samimi, mütevazı, kibar ve nazik bir kimse idi. İlmî ve fikrî tartışmalarında bunun aksine son derece kararlı ve ödün vermez bir tutum sergilemiştir. Siyasette ise iddialı olmamıştır.

Eserleri ve Tarih Anlayışı

Osman Turan’ın yayınlarını, ilmî ve fikrî eserler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Çünkü o, çalışmalarını daima ilmî ve fikrî olmak üzere iki kol üzerinden yürütmüştür. Fakat bunları birbirinden tamamen ayırmak da mümkün değildir. Çünkü onun hem ilmî hem de fikrî eserleri, birbirinden tamamen farklı özelliklerde değil, daima birbirini destekler ve tamamlar mahiyette olmuştur. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, o, geniş yorumlarıyla tarihî olayları kuru birer bilgi olmaktan çıkardığı gibi, ilmî çalışmalar sonucunda elde ettiği bilgileri ve neticeleri de memleket meselelerinin aydınlatılmasındaki fikirlerine daima dayanak ve temel yaparak değerlendirmiştir.

Osman Turan, doçent oluncaya kadar kendi kaynak altyapısına uygun bir saha seçememiştir. Türk kültür tarihinin şu veya bu konusu üzerinde kararsız olarak gezinip durmuştur. Hocası Fuad Köprülü’nün 1944 yılında “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları” adlı bir makale yayınlaması, Osman Turan’ın kararsızlığını gidermiştir. Bundan sonra o, Köprülü’nün ortaya koyduğu ve tanıttığı kaynaklara dayanmak suretiyle bütün çalışmalarını Türkiye Selçukluları üzerinde yoğunlaştırmıştır.

 

Görüldüğü gibi, Orta Çağ Türk tarihi üzerinde önemli bir ağırlığı olan Fuad Köprülü, sadece esaslı araştırmalar ortaya koymakla kalmamış, kendisinden sonra gelecek araştırıcılara da hedef ve vazifelerini göstermiştir. Bu hususta Osman Turan tek örnek değildir. Fuad Köprülü’nün Türkiyat Mecmuasında “Oğuz Etnolojisine Ait Tarihî Notlar” adı altında bir makale yayınlaması üzerine Faruk Sümer de bütün çalışmalarını bu Türk topluluğu üzerine toplamış ve “Oğuzlar (Türkmenler) adıyla Anadolu’nun tapu senedi niteliğinde esaslı bir eser yazmıştır.

Osman Turan, ilmî çalışmalarını da iki kol üzerinden yürütmüştür. Bunlardan biri kaynak yayını ve çeviriler, diğeri ise makaleler ve araştırma (telif) eserleridir. Onun kaynak yayınları ve çevirileri şunlardır: Aksarayî’nin “Müsâmeratü’l-Ahbâr” adlı eseri, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri I, II, III” (Belleten), İstanbulun Fethinden Önce Yazılmış Tarihi Takvimler, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar. Ayrıca o, Grenard’ın “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih, Cavaignac’ın da “Tarihî Kronolojinin Esasları” adlı çalışmalarını çevirip yayınlamıştır. Bunların arasında, onun “Vakfiyeler” ile “Resmî Vesikalar” adlı yayınları, özel bir takdire lâyıktır. Zira önemli bir kaynak türü olan bu arşiv belgeleri, Türkiye Selçuklu devri teşkilât ve kültür tarihi hakkındaki bilgilerimizi son derece zenginleştirmiştir. Fakat bu tarihî malzeme henüz lâyıkıyla değerlendirilememiştir. Bu iş ancak, Selçuklu tarihinin kaynaklarını çok iyi okuyabilen ve doğru yorumlayabilen Osman Turan tarafından yapılabilirdi. Fakat Osman Turan’ın buna zamanı olmamıştır.

Osman Turan, öğrencilik yıllarında başladığı ilmî çalışmalarına ve yayınlarına emekli oluncaya kadar gittikçe artan bir tempo ile devam etmiştir. Başka bir deyişle siyaset, onun ilmî çalışmalarında ciddi bir engel teşkil etmemiştir. O, siyasette bulunduğu sürece hep ilmî araştırmalarla meşgul olmuştur. Araştırmalarını başta “Belleten” olmak üzere “Ülkü, Türkiyat, Türk Hukuk Tarihi, A.Ü. D.T.C.F., Revue des Etudes Islamique, Stvdia Islamic, International Islamic Conference, A.Ü. İlahiyat, Belgelerle Türk Tarihi” gibi ilmî dergilerle “Toğan ve Köprülü Armağanı” gibi kitaplarda yayınlamıştır. O, daha sonra, adı geçen bu dergilerde yayınlamış olduğu sekiz adet araştırmasına iki yeni makale daha eklemek suretiyle bunları “Selçuklular ve İslâmiyet adı altında bir kitap haline getirmiştir. Bu arada İslâm Ansiklopedisi’ne on sekiz adet madde yazmıştır. Bu maddelerin on üç tanesi, bizzat Türkiye Selçuklu sultanlarıdır.

Osman Turan’ın ilk toplu eseri, “Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti adlı kitaptır. O, bu eseri, Selçuklu tarihi yazmak gayesiyle değil, verilen sipariş üzerine İslâm Ansiklopedisi’ne “Selçuklular” maddesi olarak hazırlamıştır. Fakat ansiklopedinin yazı kurulu bu araştırmayı çok uzun bulmuş ve kendisinden bunun kısaltılmasını istemiştir. O da, kurulun bu isteğini reddetmiştir. Bunun üzerine söz konusu madde Selçuklu tarihçilerinden İbrahim Kafesoğlu’na verilmiştir. Bu durum, Turan ile Kafesoğlu arasında sert ve sonu gelmez ilmî bir tartışmaya sebep olmuştur[9]. Bu tartışmada Osman Turan’ın karşısına sadece İbrahim Kafesoğlu değil, onun arkadaşlarından oluşan ve birbirlerini kayıtsız-şartsız destekleyen bir ekip çıkmıştır. Osman Turan ise bu mücadelede ne yazık ki, yalnız ve yardımsız kalmıştır.

Osman Turan, kırklı, ellili ve altmışlı yıllarda yaptığı orijinal ve esaslı yayınlarıyla hem yurt içinde hem de yurt dışında Selçuklu tarihinin en iyi uzmanı olduğunu kanıtlamış ve takdir edilmiştir. Cambridge Tarih Serisi, bu takdirin bir göstergesi olarak büyük eserinin “The Anatolia in period of the Seljuks and Beyliks (=Selçuklular ve Beylikler Döneminde Anadolu)” kısmını Osman Turan’a yazdırmıştır.

Osman Turan’ın en çok ilgi çeken ve okunan eseri, “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”dir. O, bu eserinde, Türklerin dünyaya hak, adâlet, düzen ve barış getirmeyi hedef alan dinî, millî, insanî ve destanî düşünce ve faaliyetlerini, tamamen belgelere dayanmak suretiyle tarihî devamlılık içinde ve tam bir vukufla ortaya koymuştur.

Osman Turan bu eseri, Türk gençlerinde görmüş olduğu millî ülkü ve tarih bilinci eksikliğini gidermek, yani önemli bir ihtiyacı karşılamak için yazmıştır. Çünkü o, Atatürk’ten sonra büyük bir gaflet içine giren Türk devlet adamlarının ve köksüz aydınların, Türk gençlerini tarihî ve millî ideallerinin tam tersi bir istikamete sevk etmiş olduklarını, onları ideallerinden, tarihlerinden ve kültürlerinden koparmış bulunduklarını, yine onların bir kısmını kendi ideallerine, tarihlerine ve kültürlerine düşman etmiş olduklarını fark etmiş ve derhal harekete geçerek, bu temel araştırmayı yapmıştır. Ne yazık ki, bu temel araştırma, Millî Eğitim Bakanlığı’nın Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığı’nca, anlaşılması ve anlatılması zor bir gaflet sonucu olarak orta dereceli okul öğrencilerine tavsiyeye lâyık bulunmamıştır[10].

Osman Turan’ın en büyük ve en önemli ilmî çalışması, “Selçuklular Zamanında Türkiye” adını taşıyan hacimli eseridir. “Malazgirt Zaferinin 900. Yıldönümüne Armağan” olarak çıkarılan bu eser, Türkiye Selçuklu devrinin bu zamana kadar yazılmış en ayrıntılı tarihidir. Eser, geniş ve sağlam bir kaynak temeline oturtulmuştur. Bu hususta onun, görmediği ve kullanmadığı kaynak hemen hemen hiç kalmamıştır diyebiliriz. Osman Turan’ın başarısının zirvesini oluşturan bu eser, Türkiye Selçuklu tarihi araştırmaları için iyi bir rehber olmuştur. Özellikle dilinin yalın ve berrak, tasvirlerinin canlı ve mükemmel olması, onun bu eserine önemli ve kalıcı bir değer kazandırmıştır[11]. Fakat o, tarihî olayların ve olguların tasvirinde gösterdiği büyük başarıyı, aynı olaylar ile olguların tasnif ve tahlillerinde gösterememiştir.

Onun son büyük ilmî eseri, “Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi olmuştur. Osman Turan bu eseri ile “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı eserini âdeta tamamlamıştır. Bu önemli eser, bugün bölücülük karşısında yılgınlığa düşmüş ve gaflet içinde bulunanlara, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’nun Orta Çağda nasıl bir Türk yurdu olduğu gerçeğini, ilmî delillerle ve açık bir şekilde gösterecek niteliktedir.

Osman Turan, tıpkı Fuad Köprülü gibi, Türk millî kültürünün temellerinin Orta Asya’da atıldığına ve İslâmî dönemde de yeni unsurlarla takviye edilip korunduğuna, yani bu kültürün devamlılığına inanmış bir tarihçi idi. O bu devamlılığı, özellikle “Le droit terrien sous les Seljoukides de Turquie (=Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku)” adlı bildirisinde, “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” adlı eserinde ve İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı “İktâ” maddesinde kuvvetli delillerle açık bir şekilde ortaya koymuştur[12]. Fakat hem onun hem de Köprülü’nün, Türklerde de Batı tipinde bir feodalizmin bulunduğuna dair görüşleri, Fransız bilim adamı Cl. Cahen tarafından kabule lâyık bulunmamış, haklı olarak tenkit edilmiştir[13].

Osman Turan, eserlerinde genellikle siyasî ve askerî olayların tespitini ve tasvirini yapmış ise de bazı tarihî olay ve olguların analizini yapmaktan da geri durmamıştır. Meselâ o, Anadolu’nun fethi ve Türkleşmesi ile Moğol istilâsının İslâm medeniyeti üzerindeki etkileri gibi büyük ve önemli tarihî olayları hep analitik bir yöntemle incelemiştir. Olayların sebep ve sonuçlarını tespit ederken de daima çok sebeplilik ilkesini benimsemiş, özellikle manevî ve maddî âmillere eşit derecede önem atfetmiştir[14].

Osman Turan, tarihçi olarak kendisine sadece Türk tarihinin belirli bir dönemini araştırma görevini değil, geleceği inşa ve yönlendirme görevini de yüklemiştir. Dolayısıyla o, Türk milletinin günlük siyasî, sosyal, dinî ve kültürel meseleleriyle de yakından ilgilenmiş ve bu hususlarda yazdığı fikir yazılarıyla geleceğe ışık tutmaya çalışmıştır. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Orta Çağ Türk tarihinin ve Cumhuriyet devrinin önemli hiçbir problemi yoktur ki, Osman Turan bunları ciddiye almamış ve bunlarla yakından meşgul olmamış olsun. Onun fikir yazılarının büyük bir kısmı “Türk Yurdu” dergisi ile “Gafletten Uyanalım!”, “Türkiye’de Manevî Buhran (Din ve Laiklik)”, “Kızıl Tehlike”, “Türkiye’de Komünizmin Kaynakları ve Kültür İhtilâli, Türkiyede Siyasî Buhranın Kaynakları”, Vatanda Gurbet ve Tarih Akışı İçinde Din ve Medeniyet gibi eserlerde toplanmıştır.

Her insan, mensup olduğu ve içinde yaşadığı kültürün –az veya çok, iyi veya kötü- birer temsilcisidirler. Onlar dünya görüşlerini, ahlâk anlayışlarını, davranış şekillerini ve fikirlerini içinde yaşadıkları kültürel çevre ile gördükleri eğitimden alırlar. Burada şu kadarını söyleyelim ki, Osman Turan’ın bütün fikirleri ve faaliyetleri, Türk kültürüne ve inancına uygun düşmekle temayüz etmiştir.

Sonuç

Her millet için daima biri yakın, diğeri uzak olmak üzere iki çeşit iç ve dış tehlike ve tehdit mevcut olmuştur. Bunlardan yakın tehlike ve tehdidi hemen hemen herkesin kolayca teşhis edebilmesine karşılık, uzak tehlikeyi ve tehdidi ancak büyük liderler, bilge kişiler ve yetkin bilim adamları görebilmişlerdir. İşte Osman Turan, yüksek siyasî kavrayışı, sağlam düşünce yeteneği ve büyük sezgi gücüyle devleti ve toplumu için yakın ve uzak tehlikeleri ve tehditleri isabetli bir şekilde tespit etmiş ve uyarılarda bulunmuş yetkin bir bilim adamıdır. Onun uyarıları dikkate alınıp gerekli tedbirler zamanında alınmış olsaydı, Türkiye belki de 1970-1980 arasındaki anlamsız kardeş kavgasıyla kan gölü hâline gelmeyecekti.

Onun, gerek meslekî hayatı gerekse siyasî hayatı, huzur ve rahatlık içinde geçmemiştir. Türk milletinin tarihte ve bugün maruz kaldığı iftiralara ve haksız saldırılara Osman Turan da maruz kalmıştır. O, gerçek ve büyük bir Türk olarak hiçbir saldırı ve tehdit karşında yılmamış ve acizlik göstermemiştir. Atalarının bu ülke için kılıçla yaptığını o da kalemiyle yapmıştır. Tabiri caizse, ilmî eserleri ve fikirleriyle Türk milletinin manevî savunma kalesi olmuştur. Türk milleti, kendisine hizmet edenleri asla unutmaz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

KAYNAKLAR

[1] Birinci, 2001: 1 vd. Hasan Ağanın çocuklarının yaş sırasına göre adları “Nokta, Mehmet Nazım, Osman ve Hediye idi. Bunlardan Osman, 1934 yılında 2525 sayılı soyadı kanunu çıktıktan sonra, “Kuranoğulları” lakabıyla anılan sülale adlarını terk edip fikir ve ruh yapısına uygun olarak “Turan” soyadını almıştır.

[2] Batı dünyasında bilim adamlarının değeri, daima yanında doktora yaptığı hocasına göre ölçülmüş ve değerlendirilmiştir. Dolayısıyla bu bilim adamları da genellikle doktora danışman hocalarıyla birlikte anılmışlardır. Bu durum, hiç kuşkusuz onların değerini anlamak ve belirtmek için önemli bir kıstas olmuştur.

[3] Köymen, 1978: 21. Osman Turan’ı harekete geçiren ve fikir mücadelesinin içine çeken bir diğer sebep de, belirli bir kadro ve ekip tarafından Atatürk ilke ve inkılâplarının amacından ve hedefinden saptırılmış olması idi.

[4] Öğrencisi olarak daima gurur duyduğum Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen bana, Osman Turan lehine yapmış olduğu fedakârlığın akademik kademelerde kendisine 10 senelik bir gecikmeye mal olduğunu sık sık söyler, fakat bu fedakârlığın onun gibi bir bilim adamı için az bile olduğunu sözlerine eklerdi.

[5] Bunlar “İlig, Terken ve Cengiz” unvanları idi.

[6] Birinci, 2001: 8 vd.

[7] Birinci, 2001: 11.

[8] Osman Turan’ın, zamanıyla elinden tuttuğu en yakın arkadaşları ve talebeleri, ne yazık ki, insanî erdemlerin en üstünü olan vefa ve minnet duygularından mahrum idiler. Bunlar, millî çıkarların nerede olduğuna değil, daima şahsî çıkarlarının nerede olduğuna bakmışlardır.

[9] Osman Turan’ın İslâm Ansiklopedisi için hazırlamış olduğu “Selçuklular maddesi”nden İbrahim Kafesoğlu’nun aynı ansiklopedide yayınlanmış olan“Selçuklar maddesi”nde “gizli aktarmalarda (intihal) bulunduğu iddiası ve suçlaması ile başlayan bu ilmî tartışma, daha sonra her iki bilim adamının bütün çalışmalarını içine alacak şekilde genişlemiş ve büyümüştür. Bu ilmî tartışmalar için bkz. O. Turan, Belleten XXIX/116, (1965), s. 639-660; İ. Kafesoğlu, Belleten, XXX/119, (1966), s. 479-497; A. Ateş, Belleten, XXX/119, (1966), s. 459-466; İ. Kafesoğlu, Tarih Dergisi, XV/20, (1965), s. 171-188; A. Ateş, Şarkiyat Mecmuası, VI, (1966), s. 161-173; A. Ateş, Belleten, XXIX/115, (1965), s. 517-525. Osman Turan’ın iddiasında ve suçlamasında, haklı tarafın kim olduğu belli olmamıştır. Bunu ancak tarafsız ve Selçuklu tarihinin büyük uzmanlarından biri yapabilirdi. O zaman böyle biri çıkmamıştır. Bu mesele de, her iki bilim adamının ölümünden sonra unutulup gitmiştir.

[10] Bu hususta bütün dünyada kabul edilen, fakat ifade edilmeyen bir gerçek vardır. O da şudur: Tarih, amacı, az veya çok millî olan ilmî bir faaliyettir. Bu hususta Batılı tarihçiler son derece ustadırlar. Kendi tarihini yazmış olan Batılı bir tarihçinin eserini alıp okuduğumuz zaman şunu görürüz: Batılı tarihçiler, ele aldıkları bir meselede işe başlarken önce kendileri için biraz “özeleştiri yaparlar. Bununla okuyucu üzerinde tarafsızlık intibaı yaratırlar. Sonra, kendi milletlerinin hatalarını, kötülüklerini ve çirkinliklerini ya görmezden gelirler ya da bunları dikkat çekmeyecek şekilde küçültürler. En küçük başarılarını da büyültürler. Böylece önce yaptıkları özeleştirileri unuttururlar. Başka bir deyişle onlar daima “habbeyi kubbe, kubbeyi de habbe” yaparlar. Hatta bu hususta daha da ileri giderler, kendi lehlerine hayali masallar uydururlar. İşte bu hususta batı komşumuz Yunanlılardan aldığım küçük bir örnek: On beş sene önce idi. Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığı, Yunan orta dereceli okullarında okutulan bir tarih kitabı hakkında görüşümü sormuştu. Kitaptaki, Türkler için sarf edilen çirkin sözleri ve tasvirleri bir tarafa bırakıyorum. Dikkatimi çeken bir anekdot vardı. Bu anekdotu aynen naklediyorum: “Bir Osmanlı paşası, yorgunluğunu atmak ve dinlenmek üzere maiyetiyle birlikte bir kır gezisine çıkar. Bir pınarın başında kamp kurar. Yemek için kuzu çevrilir. Bu arada koyunlarıyla birlikte bir Yunan çobanı gelir. Bu çoban, koyunlarını pınardan suladıktan sonra, bir taşın üzerine oturarak, düşüncelere dalar. Çobanın durumu paşanın dikkatini çeker ve ona seslenir: -Bire çoban, ne düşünürsün? Gel bize katıl, sen de ye iç! Çoban cevap verir: -Bir zamanlar bu yerler bizim idi. Siz, bu yerleri elimizden aldınız. Ne zaman geri alacağız diye düşünüyorum. Bu cevap paşanın neşesini fena hâlde kaçırır. Sinirlenen paşa elindeki kuzu çevirmesinde kullandığı ve ucu yanmış kuru değneği yere batırır ve çobana şöyle söyler: -Bak çoban, şu yere batırdığım ucu yanmış kuru değnek kök salar, dallar verir, yapraklanır ve çiçek verirse, bu düşüncende ümitvar olabilirsin. Bir süre sonra paşa da çoban da oradan ayrılır. On beş gün sonra çoban, koyunlarını sulamak için tekrar aynı pınarın başına gelir. Ne görsün, paşanın yere sapladığı ucu yanmış kuru değnek kök salmış, dal vermiş ve yapraklanmıştır. Çoban mesajını almıştır. İşini bırakır ve bütün Yunanistan’ı dolaşarak, durumu halka anlatır. Yunan milletini uyandırır ve böylece istiklâl savaşları başlar”. Şimdi soruyorum size, bu nedir? Ben cevap vereyim. Bu, uydurulmuş bir masaldır. Bizde, “yiğidi öldür, fakat hakkını yeme” diye bir söz vardır. Yunanlı tarihçi, uydurduğu bir masalla çocuklarına mesajını vermeyi başarmış. Bize gelince, sadece şunu söyleyeceğim: Osman Turan’ın ilmî yöntemlerle araştırıp ortaya koymuş olduğu eserin Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığınca tavsiyeye uygun bulunmaması kararını, bu memlekette yaşayan her Türk’ün idrakine, izanına ve vicdanına bırakıyorum.

[11] İslâm dininin çeşitli versiyonları üzerinde ciddî araştırmalarıyla tanınan bir yazar, Osman Turan’ın tarihi “Türk milletini yücelten”, Salim Koca’nın da “koyu bir hamasi üslupla” yazdıkları hükmünde bulunarak, onları üstü kapalı olarak eleştirmiştir. Zannımca, bu durum, her iki tarihçi için kusur değil, birer meziyettir. Burada şu kadarını söyleyelim ki, her iki tarihçide de tarihî olayları ve kahramanlarını belki biraz olağanüstü hâle sokan bir idealleştirme söz konusudur. Fakat bu idealleştirme, hayâlî ve temelsiz düşüncelere değil, tamamen tarihte yaşanmış olan gerçeklere dayanır. Çünkü Türk tarihi, Fuad Köprülü’nün deyimiyle “muhayyirü’l-ukûl”, bugünkü ifadeyle “akıllara durgunluk ve şaşkınlık veren olağanüstü olaylar”la doludur.

[12] Selçuklu tarihi ve tarihçileri hususunda bir doktora tezi yazan Alman tarihçisi Martin Strohmeier, basit bir değerlendirme ile Osman Turan’ı “Türk-İslâm Sentezlilerinin baş temsilcisi”, tarih görüşünün da “Türk-İslâm Sentezi” anlayışında olduğunu belirtmiştir.

[13] Bu hususta geniş bilgi için bkz. Cahen, Cl.; Selçukî Devletleri Feodal Devletler Mi İdi?, çvr. L. Güçer, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, XVII, (1955-56), s. 348-359.

[14] Öz, 1998: 37 vdd.

BİBLİYOGRAFYA

BİRİNCİ, Ali (2002); Tarihçi Osman Turan: Bir İlim ve Şahsiyet Âbidesinin Hayat Hikâyesi ve Eserleri, Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu Bildirileri, T.C. Trabzon Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları: 12, Trabzon, s. 1-17.

BİRİNCİ, Ali (2003); Osman Turan, Alternatif Yayınları, Ankara, s. 1-18.

DEMİRCİ, Nurdan. (1993); Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul.

KAFALI, Mustafa (1999); “Trabzon’un Yetiştirdiği Mümtaz Sima: Prof. Dr. Osman Turan”, Trabzon Tarihi, Bildiriler, Trabzon, s. 17-21.

KAFESOĞLU, İbrahim (1973); “Türkiye’de Selçuklu Tarihçiliği”, Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan, İstanbul, s. 83-92.

KOCA, Salim (1998); Prof. Dr. Osman Turan, Trabzon Türk Ocağı Bülteni, Yıl 8, S. 1, Trabzon, 13-16.

KOCA, Salim (2011); “Osman Turan”, DİA.

KÖYMEN, Mehmet Altay (02.02.1978); Osman Turan’ın Ardından, Tercüman, s. 2.

KÖYMEN, Mehmet Altay (1980) “Prof. Dr. Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri)”, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, İstanbul, s. 13-36.

KÖYMEN, Mehmet Altay (1983); Türk Ansiklopedisi, Osman Turan mad. XXXII, s. 1.

ÖZ, Mehmet (1998); Osman Turan’ın Tarih Metodolojisi, Türk Kültürü, 424, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Ankara, s. 34-39.

STROHMEİER, Martin (1984); Seldschukische Geschichte und Türkische Geschicts-wissenschaft die Seldschuken im Urteil Moderner Türkischer Historiker, Berlin.

TOPAL, Nevzat. (2004); Prof. Dr. Osman Turan Hayatı ve Eserleri, Türk Yurdu yayınları, Ankara.

TURAN, Osman (2010); Makaleler, haz. A. Çetin ve B. Koç, 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen