Türkiye’nin ilk Bizans sanat tarihçisi Semavi Eyice, 9 Aralık 1922 tarihinde İstanbul’un Kadıköy semtinde, kışın keskin soğuklarının hüküm sürdüğü bir vakitte dünyaya gelir. Meşhur Haydarpaşa Çayırı Yangını sırasında Kadıköy’deki evleri harabeye döndüğünden, doğumuna kısa bir süre kala ailesi Selimiye’deki bir akraba evine taşınmak zorunda kalır. Bu sebeple Eyice hayata gözlerini Selimiye’deki akraba evinde açar. Zamanla evlerinin tamir ve bakımı tamamlanınca aile, yeniden Kadıköy’deki evlerine döner ve eski yuvalarına kavuşurlar.
Babası Amasra’nın köklü ailelerinden Eyiceoğulları’na mensup, deniz kuvvetlerinden emekli Mehmet Kâmil Bey, annesi yine Amasralı Hacı İbrahim Kaptan’ın kızı Hatice Hanım’dır. Eyiceler’in İstanbul serüveni, babası tarafından dedesi Mustafa Efendi’nin 1890’lı yıllarda İstanbul’a yerleşme kararıyla başlamıştır. İlköğrenimine önce Kadıköy Saint Louis’de başlar, dönemin şartları gereği okul kapatılınca abisinin okuduğu Saint Joseph Fransız okuluna geçer. Onun da kapat1ılmasının ardından ilkokulunu Osmangazi İlkokulu’nda tamamlar. Küçük yaşlarda sanat tarihine olan ilgisiyle hafta sonlarını İstanbul’un tarihî sokaklarında gezip, eski eserlerin fotoğraflarını çekerek ve notlar alarak geçirir. Bu ilgisi zamanla tutkuya dönüşen Eyice, orta ve lise eğitimini Galatasaray Lisesi’nde (1943) tamamladıktan sonra aynı yıl Türkiye’de ihmal edilmiş bir alan olan arkeoloji ve sanat tarihi eğitimi almak üzere kendi kararıyla uzun formaliteler sonucu Ankara’dan alınan izinle II. Dünya Savaşı’nın en sıkıntılı yıllarında Sirkeci Garı’ndan bindiği trenle Almanya’ya gider. 1944’te Viyana ve 1944-45 yıllarında Berlin üniversitelerinde öğrenim gördü. Bu yıllarda, sanat tarihinin önemli isimleriyle tanıştı.
1945 yılında yurda dönerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde devam eden Eyice, 1948’de Sanat Tarihi Kürsüsü’nde Türk-İslam sanatı dersi veren Prof. Ernst Diez’in danışmanlığında hazırladığı İstanbul Minareleri adlı lisans teziyle mezun oldu ve aynı yıl Sanat Tarihi Kürsüsü’nde asistanlığa atandı. 1951 yılında Bizans sanatı tarihi dersleri vermek üzere İstanbul’a gelen, Berlin Üniversitesi’nden de hocası olan Prof. Ph. Schweinfurth’un asistanlığını yaparak derslerini Türkçe’ye çevirdi. Bu süreçte aynı zamanda Edebiyat Fakültesi İslam sanatı derslerini veren Prof. K. Erdmann ile Prof. A. Gabriel’in her yıl fakültede verdiği konferans-derslerini de Türkçe’ye tercüme etti; yaz aylarında da Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığı incelemelerle çalışmalarını devam ettirdi.
Ârif Müfit Mansel’in başkanlığında yapılan Side arkeolojik kazılarına katılarak 1952 yılında Side’nin Bizans Dönemine Ait Yapıları hakkındaki tezi ile doktor, İstanbul’da Son Devir Bizans Mimarisi başlıklı çalışmasıyla doçent (1955) unvanını aldı. 1954 yılında eşi Kamuran Yalgın ile evlendi. 1963’te Edebiyat Fakültesi’nde kurulan Bizans Sanatı Kürsüsü’nün başına getirilerek 1982’de kürsü kapatılıncaya kadar Türkiye’deki Bizans sanatı çalışmalarına öncülük etti. 1961-62 yıllarında Türk Trakyası’nda yaptığı araştırmalar ve incelemeler ile buradaki Bizans dönemine ait eserleri ilk defa etraflı olarak ilim âlemine tanıttı.
1964’te İlk Osmanlı Devrinin Dinî-İçtimaî Bir Müessesesi: Zâviyeler başlıklı teziyle profesörlüğe yükselen Semavi Eyice, 1990 yılında emekli oldu. Emekliliğine kadar İstanbul Üniversitesi’ndeki öğretim faaliyetinin dışında Bizans sanatı hakkında yurt içinde ve yurt dışındaki çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyesi olarak dersler veren Eyice Hoca, emekli olduktan sonra da lisans ve yüksek lisans dersleri vermeye devam etti.
Semavi Eyice, uzun yıllar Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu, Türk Tarih Kurumu, 1966-72 yıllarında üç dönem İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yönetim Kurulu ve 1972-74’te İstanbul Üniversitesi Senatosu üyeliklerinde bulundu. Türk Tıp Tarihi Enstitüsü ve Atatürk Kültür Merkezi şeref üyeliği ile birlikte Alman Arkeoloji Kurumu ve Belçika Krallık Akademisi’nin aslî üyesi de olan Eyice, aynı zamanda Fransız hükümetinin Légion d’Honneur madalyası sahibidir. Ayrıca Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA, 1997), Atatürk Kültür Merkezi Hizmet ödülü (2009), Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük ödülü ile Yüzyılın İslâm Kültür Hizmeti Onur ve Hizmet ödülüne (Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı, 2014) layık görüldü.
Kültürel Mirasın Tanıtılmasında “Tek Kişilik Ordu”
İstanbul’un tarihini ortaya çıkartmak için çocukluğundan itibaren sokak sokak, cadde cadde, semt semt dolaşıp, aldığı notlarla şehri hem fizikî hem de tarihî kimliği ile tanıma gayreti ve heyecanı ile kendini ve sanat tarihi alanını sürekli geliştiren Eyice, Türkiye’deki Bizans eserlerinin bir arşivinin meydana getirilmesi için çalıştı. Bir taraftan da Bizans sanatı tarihi konusunda yerli ve yabancı dergilerde makaleler yayımladı, uluslararası kongrelerde bildiriler sundu, konferanslar verdi. Yurt içinde, başta Türk Tarih Kurumu’nun Belleten’i olmak üzere, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Tarih Enstitüsü Dergisi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Anadolu Araştırmaları, Şarkiyat Mecmuası, Türkiyat Mecmuası, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Sanat Tarihi Yıllığı, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi’nde yayımladığı makaleleri dikkat çekicidir. Semavi Eyice’nin üniversite öğrencisi olduğu yıllarda İstanbul’un Bizans eserlerine dair kaleme aldığı ilk yazısının yer aldığı İstanbul Ansiklopedisi (yayımlayan: Reşat Ekrem Koçu) başta olmak üzere Türk Ansiklopedisi (İnönü), İslâm Ansiklopedisi (Millî Eğitim Bakanlığı), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde yayımlanmış çok sayıda maddesi mevcuttur.
Eyice’nin çalışmalarının büyük bir çoğunluğu ömrünü adadığı İstanbul ve İstanbul tarihi üzerine yoğunlaşmış olmakla birlikte üzerinde önemle durduğu esas konu, çeşitli sebeplerle yok edilmiş tarihî eserlerdir. Bizans dönemine ait sanat eserlerini ortaya çıkartmaya çalışırken bir yandan da Osmanlı’nın bu topraklara sanat adına, idealleri adına attığı her imzaya sahip çıkmış ve onları yok olmaktan kurtarmaya, ortadan kaldırılmasına engel olamadığı eserlerin ise kayıtlarını tutturmaya çalışmıştır. Yanlış şehircilik anlayışıyla birlikte şehrin kaybolan kimliğinin yeniden ortaya çıkarılması ve tarihe, kültüre tanıklık eden çok değerli mimari eserlerin diriltilip yeni nesillere aktarılması, tanıtılması adına mücadele vermiştir. Türk ve Osmanlı mimarisi ve tarihi; kaybolan tarihî eserler hakkında araştırmalar; Türkiye’ye gelmiş yabancı seyyahların eserlerindeki bilgilerle ressamların eserlerinde tarihî belge olarak neşredilmiş resimler; İstanbul ve Türk medeniyetine hizmet etmiş kişilerin yaptığı araştırmalar ve Türk sanat tarihi literatürü üzerine incelemeler ve Türkiye’deki Ceneviz izleri hakkında yaptığı çalışmalar Türk sanat tarihi alanında ülkemizde hissedilen boşluğun kapatılmasında büyük katkı sağlamıştır.
Eyice’nin, Bizans sanatıyla ilgili ilk makalesi İznik’e dair olup 1949 yılında, daha geniş bir çalışması ise 1988’de İznik Tarihçesi ve Eski Eserleri adıyla yayımlanmıştır. Üretken bir ilim adamı olarak ardında oldukça zengin kaynak eserler bırakan hocamızın, mevcudu 1600’ü bulan makale, ansiklopedi maddesi, kitap, kitap tanıtımı, konferans-kongre ve sempozyum bildirileri ve araştırma raporları gibi çalışmalarının arasından başlıca kitaplarını şöylece zikretmek mümkündür: Istanbul Petit guide à travers les monuments byzantins et turcs (1955, İstanbul’daki Bizans ve Türk eserlerine dair Fransızca olarak yayımlanan ilk kitabıdır), Son Devir Bizans Mimarisi (1963, 1980), Küçük Amasra Tarihi ve Eski Eserleri Kılavuzu (1965), Galata ve Kulesi (Türkçe-İngilizce, 1969), Bizans Devrinde Boğaziçi (1976, 2007, 2017). Uzun yıllar müsvedde halinde yayımlanmayı bekleyen, fetihten sonra İstanbul’a gelmiş seyyahlara dair çalışması Yabancıların Gözüyle Bizans İstanbul’u (2017), Mimar Sinan’ın Gurbette Kiliseye Çevrilen Eseri Bosnalı Sofu Mehmed Paşa Camii (2017) ile Bir Zamanlar Kâğıthane (2018) başlıklı kitabı son yayınları olmuştur.
Eyice’nin TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 46 cildinin 37 cildinde maddesi yer almıştır. Oldukça geniş konu yelpazesinde kaleme aldığı maddeler; mimari yapılar, bunların tipleri ve üslûplarının yanı sıra, mimari ile ilgili süreli yayınlar, İstanbul’un tarihî semtleri, yurt içindeki tarihî şehir ve kasabalar en önemli grupları oluşturur. Yine sözü edilmesi gereken bir başka grup sanat tarihçileri, eski eser uzmanları, mimarlar, Doğu bilimciler, Türkologlar ve seyyahlara ait biyografilerdir. Cami, hamam, çeşme, kale, bedesten, ayazma gibi temel yapı gruplarını, kökenlerini irdelemek şartıyla zengin örnekler vermek ve karşılaştırmalar yaparak okuyucuya sunması, çözümlemesi tam olarak yapılmamış konularda kişisel kanaatlerini muhakkak belirterek, deyim yerindeyse konuya son noktayı koyması onun en büyük özelliğini oluşturmaktadır.
Doksan altı yıllık hayatının yaklaşık son yirmi yıla yakın zamanı gözlerindeki rahatsızlık -kendisinin ifadesiyle bir profesörün uyguladığı yanlış lazer tedavisi- sebebiyle artık kitap okuyamaz, yazı yazamaz hale gelmişti. 28 Mayıs 2018 Pazartesi günü vefat etti ve Fatih Camii hazîresine defnedildi.
KAYNAK: İSAM Bülteni, yazar:Sema Doğan,
HAZIRLAYAN: Mehmet Memiş, (E) öğretmen.
ÇATAL ÇEŞMELER*
Türk şehirlerinde, her birinde lüleleri bulunan iki veya üç cepheli çeşmelere verilen ad.
Genellikle hazneli veya haznesiz kemerli küçük birer yapı halindeki çeşmelerin ekseriyetle köşelere inşa edilmiş çatal çeşme denilen tiplerinde iki veya üç cephesi vardır. Her cephede de birer lüle veya çeşme ile önlerinde yalakları bulunur.
İstanbul’da çatal çeşme olarak tanınan birkaç çeşme vardır. Bunlardan en eskisi, Bayrampaşa deresi vadisinin surların iç tarafındaki ucunda, Arpaemini Köprüsü yakınında bulunuyordu. Edirnekapı ile Topkapı arasında surlara paralel olarak uzanan cadde ile sonra Vatan caddesi olan ve dere yatağını takip eden yolun kavuştuğu yerde köşebaşında inşa edilen bu çeşmenin esası Fâtih Sultan Mehmed devrine ait olup Tahtakale’de bulunmaktaydı. Ancak çeşmenin yerine kendi camiini yaptıran Rüstem Paşa tarafından Yenibahçe’ye taşınarak burada yeniden inşa edilmişti. Hoca Attar Halil (Yenibahçe) Mescidi olarak bilinen bu mescid mütevazi küçük ahşap bir bina olup avlusunun köşesinde kesme taştan iki cepheli çatal çeşme yapılmıştı. Çeşmenin üzerinde kitâbe yoktu. Ayvansarâyî bu mescidin Rüstem Paşa tarafından yaptırılışı hakkında şunları yazar: “Mescid-i mezbûru hedmedip enkazını bu mahalle naklederek yeniden bina eylemiştir… İttisâlindeki çeşme Edirnekapısı Camii’nin temel suyu olup binasında başhalife olan zımmî ruhsat niyaz edip, olunan müsaade üzerine bu mahalde icrâ eylemiştir…”
Böylece Attar Halil Mescidi’nin önündeki çatal çeşmenin, Edirnekapı yani Mihrimah Sultan Camii’nin Mimar Sinan tarafından yapımı sırasında temel kazısında çıkan su kaynağı ile beslendiği ve bu çeşmenin Mimar Sinan’ın yanında çalışan bir hıristiyan kalfa tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Avlu duvarı boyunca iç tarafta çeşmenin üstüne yükselen on üç basamaklı taş merdiven, burada poligon biçiminde küçük bir şerefeye ulaşıyordu. Böylece minberi andıran bir minare ile çatal çeşmenin birleştiği görülüyordu. Bu güzel ve değişik biçimli eser ressam Ali Rızâ Bey’e de ilham kaynağı olmuştu. 1957 yılında cadde genişletilirken, başka bir yerde yeniden yapılması mümkün olduğu halde İstanbul’un tarihine ve eski eserlerine düşman olan zihniyetin kurbanı olarak yıkılıp ortadan kaldırılmıştır.İstanbul’da mimari özelliği bakımından üstünde durulması gerekli başka bir çatal çeşme, Fatih ile Yenibahçe (Vatan caddesi) arasında eski Halıcılar semtinde olan Gürcü Mehmed Paşa Çeşmesi’dir. 1622-1623 yıllarında dört ay kadar sadrazamlık makamında bulunan ve 1035 Zilkadesinde (Ağustos 1626) idam edilen Gürcü Mehmed Paşa’nın hayratı olan çeşme, kitâbesine göre 1035 (1625-26) yılında yaptırılmıştır.
Temiz bir işçilikle kesme taştan yapılmış olan çeşme, iki sokağın birleştiği köşebaşında yer aldığı için iki cepheli idi. Her iki cephesinde sivri Türk kemerli niş içinde birer lülesi bulunuyordu. Bu çeşmenin iki masura suyu olup Kırkçeşme su yolundan besleniyordu. Çeşmeyi ilgi çekici yapan husus, hemen bitişiğinde olan Öksüzce Mescidi’nin sadece şerefeden ibaret olan minaresinin aynen Attar Halil Mescidi’nde olduğu gibi çeşmenin üstünde oluşudur. Öksüzce Mescidi Dâye Hatun tarafından vakfedilmiş olup giderleri Sultan II. Bayezid vakfından karşılandığına göre XV. yüzyıl sonları veya XVI. yüzyıl başlarına ait bir yapı idi. Bu duruma göre minaresi çeşmenin yapımından çok sonra ilâve edilmiş olmalıdır. Öksüzce Mescidi 1918 yılı Haziran ayında İstanbul’un hemen hemen yarısını yok eden büyük Cibali-Fatih yangınında yanmış, fakat minareli çatal çeşme kalmıştı. Minarenin külâhını taşıyan mermer dikmeler bir süre daha durmuş, 1950’li yıllarda bunlar da ortadan kalkmıştır.
Başka bir çatal çeşme de Cağaloğlu semtinde Molla Fenârî Mescidi karşısında köşebaşındadır. Aslında pek çok hayır eseri bırakmış olan Dârüssaâde Ağası Abbas Ağa (ö. 1671’den sonra) tarafından inşa ettirilmişken herhalde 27 Rebîülâhir 1282’de (19 Eylül 1865) vuku bulan büyük Hocapaşa yangınından sonra semtin yeniden imarı sırasında II. Abdülhamid döneminde Şehremini Mazhar Paşa eliyle yeni bir biçimde tekrar yaptırılmıştır. Üzerindeki manzum kitâbe şair Tevfik tarafından yazılmış olup 1297 (1879-80) tarihlidir. Arkasındaki okul binasının set duvarının köşesinde iki sokağa cepheli olan çeşmenin belirli bir mimari özelliği yoktur. Kare biçimli az derin girintilerin ortalarında birer ayna taşı ile bunların içlerine birer lüle yerleştirilmiştir. Önlerinde ise birer yalakla yanlarında testi koyma sekileri vardır.
İstanbul’un değerli bir çatal çeşmesi, şehrin Anadolu yakasındaki Bostancı’da eski İstanbul-Bağdat kervan yolunun (şimdi Bağdat caddesi) kenarında bulunmaktadır. Uzak yolculuklara çıkanların su ihtiyaçlarının karşılanması için yapılmış olan bu menzil çeşmesinin karşısında eskiden bir namazgâh ve bunu gölgeleyen bir ulu çınar bulunuyordu. Namazgâh yıllar önce ortadan kaldırılmış, yeri satılmış, çınar ise dört beş yıl önce kesilerek yok edilmiştir.
Çatal çeşme üzerinde iki kitâbe vardır. Bunlardan çok girift bir sülüsle mermere işlenen esas inşa kitâbesi tatmin edici şekilde okunamamıştı. İbrahim Hilmi Tanışık, burada görülen ve iki defa tekrarlanan “ihsan” kelimesinin bânisinin adı olduğunu ileri sürerek buraya “İhsan Bey Çeşmesi” adını vermiş, fakat Muammer Kemal Özergin kitâbe metnini şu şekilde yayımlamıştır: “Cezâ-yı hayr u ihsân bulsun (ol kim?) / Bu aynı kıldı cârî behr-i atşân / Dedüm ey dil nedür bu ayne târîh / Gönül dedi cezâ-yı hayr u ihsân, 957.” Özergin, “Kitâbede bânisinin kim olduğu hakkında bir kayıt mevcut olmadığından bu hususta maalesef mâlûmatımız yoktur” demek suretiyle “İhsan Bey Çeşmesi” şeklindeki adlandırmaya karşı çıkar. Ayvansarâyî’nin Mecmûa-i Tevârih adlı eserinde şu kayıtla karşılaşılmaktadır: “Bostancıbaşı Köprüsü kurb-i Kartal, İhsan Ağa hayrâtıdır. Târîh-i köprü: Hayr-ı İhsân 930”dur (bk. BOSTANCIBAŞI KÖPRÜSÜ). Böylece 930 (1523-24) yılında inşa edildiği kesin olarak anlaşılan ve aynı yol üstünde, çatal çeşmenin 600-700 m. kadar ilerisinde bulunan bu köprünün bânisi olarak İhsan Ağa adında tarihî şahsiyeti şimdilik bilinmeyen bir kişi ortaya çıkmaktadır. Her iki kitâbede de “ihsan” kelimesi veya adının bulunuşu da dikkat çekicidir. Çeşme kitâbesindeki “hayr u ihsân” (hayr-ı İhsân) ibaresi, bu bakımdan onun da kurucusunun aynı kişi olabileceğini akla getirir. Çeşme ile köprü arasında -eğer tarihler doğru ise- yirmi beş yıllık bir fark bulunmaktadır. Bu çeşme 957 (1550) yılında inşa edilmiş olduğuna göre İstanbul’un en eski tarihli çeşmelerinden biridir. İkinci kitâbe ise doğrudan doğruya mermer yüzeye ta‘lik hatla işlenmiş olup çeşmenin Hâce Mahtûme Hanım’ın câriyesi Hâce Narkerâb Kalfa tarafından 1282 (1865-66) yılında tamir ettirildiğini ifade eder.
Çatal çeşme cadde üzerinde bir çıkıntı teşkil ettiğinden 1946 sonbaharında taşları numaralanarak sökülmüş ve az geride 1947 yazında yeniden inşa edilmiştir. Bu işin çok iyi yapıldığı söylenemezse de birçok emsali gibi yıkılıp ortadan kaldırılmamış olması sevindiricidir. Çeşme, küfeki taşından yapılmış tamamen Türk klasik dönem üslûbunda küçük bir eserdir. Arkasındaki araziden fışkıran bir pınar suyunun devamlı aktığı haznesiz bir çeşme idi. Önce bostanlarda kullanılarak kesilen suyu daha yakın tarihlerde de arkaya yapılan büyük ve yoğun inşaatlar tarafından yok edilmiştir. Sivri kemeri, niş yüzü ve yalakları mermerdir. 1947 yılında söküldüğü sırada kemeri teşkil eden mermerlerin aslında eski sütun gövdesi parçaları olduğu görülmüştür. Bunların yalnız dışarıdan görülen veya birbirine yapışan kısımları düzletilmiştir. Yalaklardan ikisi de Bizans işi eski lahitlerdir. Çeşmenin, iki yan cephelerinde suyun aktığı birer ağzı olup bunların da önlerinde birer yalak vardır. Esas yüzde ise mermer lülenin az yukarısında ve kitâbelerin altında bir çift tas yuvası oyulmuştur. Bu çeşme, İstanbul’dan Anadolu içlerine uzanan ana yolun işaretlerinin en eskilerinden biri olduğu gibi kitâbeli çeşmelerin başında gelen tarihî eserlerdendir. Çok sade olmakla birlikte güzel ve orantılı asil çizgilere sahip mimarisi, çatal çeşmeye Türk klasik dönem Osmanlı mimarisinde özel bir yer sağlar.
* TDVİslâm Ansiklopedisi, müellif: Semavi Eyice