“Filozofu bir çeşit radara benzetirdi. Çevresindeki değerleri toplayıp sistemleştiren ve bunu tekrar toplumuna iade eden şahsiyetti.
Kendine filozof dedirtmeyen bir filozoftu.”
Ayşe Yılmaz mütefekkir Teoman Duralı’yı yazdı.
Bir “insan”la tanıştım vakti zamanında sözüyle, şiiriyle, muhabbetiyle oldum onunla hemdem
ve şahit oldum bazen çocukça bazen filozofça baktığı o hicranzede hayata
bitmeyen dipdiri bir kâşif merakıyla…
Biri hakkında yazmak bile öyle zor bir zanaatken Teoman Duralı gibi anlatmaya kitapların yetmeyeceği nevişahsına münhasır bir şahsiyetten bahsetmeye sıvanmak, onu kelime sayıları belirli yazılara hapsetmek, hem büyük bir haksızlık hem de hiç akıl kârı değil. Ne söylesem eksik, ne söylesem fazla kalacak. Bütün bu sözler, yaşamayan için muhtemelen anlaşılmayacak… Hiç gitmeyecek, hep yaşayacak insanlar vardır. Elini hep üstünüzde hissedeceğiniz, varlığını yanınızda duyumsayacağınız insanlar… İyi ki de varlar ve iyi ki tanıştık günün birinde…
Yıllar önce felsefeye İstanbul Üniversitesi’ndeki dersleriyle başladım. Henüz bir üniversiteli bile değildim üstelik. Sorgusuz sualsizce hiç tanımadığı birine iman edip yazdığı giriş izni sayesinde oradaydım. Tanıştık böylece.
Her pazartesi dersten sonra okuldan çıkıp Hoca’nın âdet edindiği üzere Eminönü’ne yürür, vapurla Üsküdar’a geçer, motorla da Beşiktaş’a doğru muhabbet ede ede yol alırdık. Bazen durup bir çay, kahve veya sahlep molası verdiğimiz de olurdu. Bazen de ömrünün sonuna dek müdavimlik ettiği Kubbealtı’na uğrar, okuyacağı farklı dillerdeki eserleri veya sözlükleri alır, öylece yola revan olurduk…
Bir Hoca
Kapı açılır ve kendine has heybetiyle sınıfa girerdi. Her derdi-tasasını kapının ardında bırakmış mütebessim bir “Merhaba!” nidası eşliğinde. Önce babadan kalma kolundaki saat ile cebindeki köstekli zinciriyle masadaki yerini alır, harita veya haritalar özenle asılır, sahne hazırlanırdı. Onca saat sınıfın her bir köşesini adımlar, anlatışındaki maharetle her talebesini avucunun içine alırdı. Hayatlarını ve fikirlerini serdettiği filozofların kendi zihin dünyalarından hareketle zor mu zor konuları masaya yatırdıktan sonra etrafını saran talebelerinin sorularına gelirdi sıra. İstisnasız her ders biter bitmez talebelerinin ablukasıyla karşı karşıya kalırdı. Bunlar da ayrı birer dersti zira. Sınıftan da en son o çıkardı, bütün ışıkları söndürdükten sonra.
İçine doğduğu toplum, ilk ânda akla gelen Ahmet
Yüksel Özemre, Nermi Uygur, Metin Bara, Takıyettin Mengüşoğlu, Nihat Keklik hocalarından gördüğü öğrenim ile farklı kültürlerin kesiştiği ailesinden aldığı terbiyenin izleri sürülebilirdi Hocalığında. Savaş hayranlığını tevarüs ettiği ağabeyi, karakterinden ve adamlığından çok nemalandığı babası ile büyük dayısı meselâ. Ama yine de onu farklı kılan husus, yaşadıklarından süzülen kavi tecrübelerini felsefe-bilim gibi bir alanda tebellür ettirebilmesi ve bütün bunları talebelerinin aklına-fikrine inzal ettirebilmesiydi.
Dersler biterdi bitmesine ama ne sorular ne de Hocalık biterdi. Her daim talebelerinin üzüntüleriyle, sevinçleriyle hemhâl olurdu. Kendini zora sokmak pahasına hem de. Onlar için Hoca, Baba, Dosttu. Yetiştirdiği talebeler için bir Usta… Kim ne sorsa ne yazsa hemen cevap verirdi. Ödev ve görev bilinci öyle ağır basardı ki belki biraz da bu nezaketi bitirdi kendini. Belki de çevresindekilerin nezaketsizliği…
Bir hikâyeperdaz
Hem tecrübelerini aktarırken hem de ders anlatırken büründüğü o teatral üslup sarar sarmalardı hemen herkesi. Başından geçenler onu mu bulmuştu yoksa o mu çekiyordu bu hikâyeleri? Galiba her ikisi. Her tecrübesi ayrı birer hikâyeydi tasavvur ve tahayyüllere seslenen. Bazen ta derinlerden, ötelerden gelircesine zor işitilen, bazen de sınıfı inlettiği sesiyle öylesine capcanlıydı, oradaymışız ve o ân yaşanıyormuş gibi hissettiren. O enfes anlatışı ıskalamamak için not alırdık hızla. “Bir ders nasıl iz/lenir?” onun anlatılarında vücut bulurdu
adeta. Talebelerin kalemleri, defterleri, şişeleri kurduğu o mizansenin malzemeleriydi. Hep dimdik ayaktaydı. Kâh haritaları başında, kâh tahtaya yazı yazarken, kâh yazdıklarını silerken… Hem de son gününe değin…
Bir nabzgir
Bir sihirbaz karşısındaki aciz seyircilerdik hepimiz. Çocuğa başka, gence başka, akranına bambaşka bir mizaçtı sergilediği. Ve bir çaba sarfetmeden yaşıyordu bunu. Aynı konuyu hem en basit hâliyle hem de en geniş ve ağır biçimde serimleyebilirdi dinleyicisinin nabzına göre. Karşısındakinin yaşıtıydı bu minvalde. Bu, anıları için bile böyleydi. Aynı hatırayı kaç kez anlatırsa anlatsın tazelenirdi hep hikâye. Ayrıntılar değişir, genişlerdi, farklı bir bakış girerdi muhakkak işin içine. Sürekli yeni bir sırrın keşfi misali devam ederdik dinlemeye. Olay değişmese de. Bir muhabbet ehliydi her şeyden önce. Yaşadıklarını, edindiği tecrübeleri yüzlerce sayfalık Öyle Geçer ki Zaman eseriyle kitaplaştırdığı gibi tek bir kelimeyle de ifade etti: Hasret.
Bir yazar
Her ne kadar kederli bir ânında kitaplarını gömmekten bahsetse de en mühim mesele kitaplarıydı yine. Ve anlattıklarının anlaşılmasının önemi büyüktü nezdinde. İstese birçok dilde yazabileceği hâlde, doğduğu topraklarda ve anadilinde… Her bir cümle ayrı bir dikkat ve rikkatle kurulur ve ardındaki tasavvur gücü kendini duyururdu. Kitaplarının editörlüğünü üstlenmek nasip olduğunda daha bir anladım bunu. Her türlü eleştiri ile düzeltimi mütevazı bir şekilde dinler, tashihleri kontrol ederdi. Hatta sayfa düzeni yapılmış kitabı kendisine göndermeye korkardım. Tekrar okumaya başlayıp eklemeler-çıkarmalar yaparsa diye. Anlattığı hikâyelerdeki gibi kitapları da her baskıda farklı bölümlerle, cümlelerle yenilenirdi çünkü. Taze bir nefesle. Her kitap, denizin derinliklerinden çıkarılan bir inci tanesi gibi bir dirilişe şehadetti. Kendine, talebelerine ve hemdertlerine bir umuttu.
Kendine has imlâsıyla yazardı hep. “Gerek dilbilgisi gerekse imlâ kuralları ile noktalama işâretleri, cümle kuruluşu ile sözdizimi bakımlarından oturmuş, yerli yerinde bir yazı dilinden yoksun olununca, iş başa düşüyor, kuralları kendin tayin etmek zorunda kalıyorsun. İnşallah yaygınlaşır, günün birinde dilimizin tek imlâsı hâline gelir.” temennisiyle…
Hayatı okumak ve yazmaktan ibaretti. Son günlerinde Kur’an dışında elinde sevdiği dört kitap vardı. Hayatı boyunca okumaktan vazgeçemediği dört şey: Fizik çağında Metafizik, Hz. Muhammed’in Hayatı, Denizcilik Tarihi ve Farsça dilbilgisi… Tabii bunların hepsi de farklı dillerdeydi. Bir de, son zamanlarında anılarını yazma gayretindeydi. Dolmakalemiyle defterine not düştüklerini bilgisayarında temize çekerdi. Bu konuda hiç yardım kabul etmezdi. “İki işi tek
başıma becermeğe mahkûmum.” derdi: “Yazmak bir, ölmek iki.”
Bir seyyah
Bir yazar ve okur kadar gezgindi de. Üçüncü günü ilkokuldan kaçacak kadar yeşil ve maviye tutkun, birinci sınıfta ikmale kalan haylaz bir çocuktan da bu beklenirdi. O yaşlarda kitabın hiçbir türlüsüne iltifat etmeyen, hatta okumaktan nefret eden ama zihnini başka diyarlara, dünyalara aralayan adeta bir düş yuvası atlasın müptelâsı kesilen, ömrü boyunca da ilk göz ağrısı Zonguldak’ta hayran kaldığı ufku özleyeduran ve ardındakini merakla yola çıkan bir seyyah… Gezip gördüğü yerlerdeki insanlarla, kültürlerle içiçe geçen, yaşadıklarını bünyesine katıp sindiren bir ömür… Hem de o kadar sert bir babaya, disiplinli bir anneye ve hep kaçıp durduğu okula demirlenmiş bir hayata rağmen.
Çoğun insanın ürküp kaçacağı yollardan yürüdü, dağlara tırmandı. Seyahatleri sırasında başından geçen maceraları anlatırkense değme coğrafyacıya taş çıkartır, dinleyenleri hikâyesine katıverirdi. Ordaymışız gibi elimizden tutup o yaylalarda, o dağlarda, tepelerde dolaştırırdı hepimizi. Çektiği fotoğraflarla da perçinledi izini. Ama beni en çok “Bir gün benimle neler neler gömülecek, toprak olacak.” derken o dalıp gittiği yerler çekti.
Bir kâşif
Daha küçücükken harita uzmanı kesilir. Henüz keşfedilmemiş veya çok az kişinin ayak bastığı yörelerin koordinatlarını çıkarır. Bir baba dostunun beşinci sınıftayken hediye ettiği bir Almanca atlasta Güneydoğu Asya’nın açıklarındaki Yeni Gine Adası’nın ortaları ile Amerika kıtasının kuzey doğusundaki Grönland’ın bazı kesimlerinin ak lekelerle işaretlendiğini görür. Fakat o büyüyene değin o lekeler silinir ve keşfedilmiş mıntıkalara dönüşüverir. Yine de suların dipsiz bir boşluğa döküldüğünü sanan o meraklı çocuk, ufuk çizgisinin ilerisinde keşfedilecek ülkelerden, ormanlardan, denizlerden ve çocuklardan hiçbir zaman ümidini kesmez. Çünkü ona göre kâşif “karanlığı aydınlatmağa yeminli bir ışık taşıyıcısı”, “bir ruh-akıl soylusu”dur.
Bir denizci
‘Kâşifliğin yolu denizden geçer’ düsturunca gönlünü açar, açılır denizlere. Gemisiyle denize gömülecek bir kaptan olma hayaliyle… Denizcilik okulunun yamacına vardığı Oslo’nun ıssızlığında geri dönmeyi seçer. Niye mi? Belli belirsiz bir korku ile kaybettiği sevdiğinin ardından ömürlük yas tutup hiç evlenmemiş, kendini talebelerine adamaış coğrafyaöğretmeni çok sevip saydığı Hatice Özçörekçi’nin, kulağına kaçırdığı felsefe biti sebebiyle. Artık felsefenin ne menem bir şey olduğunu da görmelidir çünkü. Gördükten sonra da yavaş yavaş kaptırıverir ya benliğini. Her ne kadar kafasını kaldırıp gökyüzüne her bakışta, havanın seyrine göre kendini denize bırakıverecek bir kaptan edasını her daim yüreğinde bir muska gibi taşımasına rağmen üstelik.
Bir filozof
Felsefe okumaya karar verdiğinde, işe tıp tahsiliyle başlamayı seçer. Ama arkadaşı İlhan’ın onu biyolojiye yönlendirmesiyle sırf Metin Bara orada diye istemeye istemeye bitkibilime kayar. Oysa çocukluğundan beri canlılara, hayvanbilimine merakla sarılmaktadır. Bu vesileyle okuduğu iki alanı birleştirip Biyoloji Felsefesi’nde derinleşir. Sadece bu alanla da sınırlamaz ortaya koyduğu felsefe-bilimi. Önce kendi köklerinden yola çıkarak özgün kavramlar, yeni adlandırmalar, doğru açılımlarla hem çalışmalarının yoğunlaştığı evrim hususunda hem de felsefe-bilime dair katkılarının yanısıra kültürleri ve medeniyetleri ele alış biçimi bakımından bunca yıl insanların öğrete öğrene yazdığı çağların farklı biçimde de sınıflandırılabileceğini gösterir.
Filozofu bir çeşit radara benzetirdi. Çevresindeki değerleri toplayıp sistemleştiren ve bunu tekrar toplumuna iade eden şahsiyetti. Kendine filozof dedirtmeyen bir filozoftu. Bir duruş sahibiydi. “Felsefe yaşatmaz.” dese de kavramlara, sözcüklere insan kadar değer verdi. Aynıymış muamelesi yapılıp ayırt etme lüzumu görülmeyen, birbirine karıştırılarak kullanılan nice kavramı ince farklarla ilmek ilmek dokudu. Hayatındaki tecrübelerle harmanladı, yaşattı hepsini. Türkçe’yi cihanşümul bir dil mesabesinde gördü ve diğer felsefileşmiş kültür dillerinden getirdiği örneklerle bir felsefe dili kabul ettiği Türkçe’nin ne derece güçlü bir yerde konumlandığını kitaplarıyla, yazdıklarıyla gözler önüne serdi.
Bir dilbaz
Kaç dil bildiği hususu ise bir muamma. Ona bu soruyu hiç sormadım da. Bildiğine şahitlik ettiklerimi sıralamayacağım burada. Kendisi bir otodidakttı zira. Bir gün, dilleri nasıl öğrendiğine dair hasbıhâl ederken, gözlerinin içi parıldayarak, o dilin kelimelerini küçük küçük kâğıtlara yazıp ceplerine koyduğunu ve elini her cebine attığında çıkan kelimeyi tekrar vesilesiyle ezberlediğini söylemişti. Dilde ezber çok mühimdi ona göre. O yıllarda birçok kimse için hiçbir şey ifade etmeyen Felemenkçe’yi bir mektup arkadaşlığı dolayısıyla öğreniverir meselâ. Daha küçücük yaşta bir papazdan Latince dersleri alırken aynı ânda Kur’an öğrenmek için cami hocasına gider. Hatta bugün bile pek bilinmeyen ve umursanmayan kabilelerin dillerine diri bir merakla yönelir. Farsça aşkı ise ömrü boyunca hiç bitmeyen bir tederrüse dönüşür.
Yolda yürürken veya herhangi bir yerde farklı bir dilde konuşulduğunu işitse hemen kulak kabartırdı. Her akşam izlediği Cezire TVde bir gün Beyrut hapishanesinde mahkûmlarla çekilmiş bir belgesele denk geldiğinden bahsetmişti. “Adamların dile vukufu şaşırtıcı. Bizim değme aydınlarımızın Türkçe zavallılığını düşünüyorum da… Adam cinayet işlemiş, uyuşturucu kaçakçılığı yapmış, ırza geçmiş. Müebbete, idama, filan falana mahkûm… Hiçbir değeri kalmamış görünüyor. Gelgelelim anadil bilinci ve vukufu en üst seviyede. Konuşmalarda dikkati çeken, ecnebi sözün geçmiyor olması.” diye. Dil, kültürlerin veya medeniyetlerin taşıyıcısıdır. Dil ortadan kalktığında toplum da ölmeye mahkûmdur çünkü.
Bir şair
Dil bilincinin kendini akıttığı mecralardan bir diğeri de şiirdi. Zaman zaman yerine felsefeyi seçtiği için “Keşke biraz daha üstüne düşebilseydim.” diye hayıflandığı… Belki aslında biraz da şiirden felsefeye kaçmıştı kim bilir. Yine de şiir kesmişti yolunu ezelden. Kâh ekvatorda, kâh Bayan Ölgi’de, kâh okyanuslarda… Çalkantılı, fırtınalı bir denizin ortasında, her şeyden ve herkesten hatta en çok kendinden uzakta, yüzünü göğe kaldırıp O’ndan başkasını bulamadığı bir ânda çırılçıplak kaldığını duyduğunda biraz da. Yıllar öncesine uzanan veya bugüne ait şiirler kadar farklı dillerden çevirdiği mısralar, bazen yakaladığını sandığı, bazen yakalar gibileştiği ele avuca sığmaz anılarında savurur ve kıyıya vuran bir gemi misali çarpar okuyucusunu.
Bir insan
Kaderin cilvesiyle bir hotelde gece bekçisi, bulaşıkçı, hatta doktoralı hanutçu bile olur. Kendi ifadesiyle bir ‘GS bağnazı’dır. Hiçbir maçını kaçırmayacak kadar hem de. Öylesine hayatın içinde, insanlarla içiçedir. Babasından birçok şey gibi edindiği alışkanlığı Mont Blanc dolmakalemi, vazgeçemediği kabadayılara has sustalısı ile kitabını almadan dışarı adımını atmaz. Eski pipo tiryakisi burnu iyi tütün kokusunu hemen her yerde duyar. Geceleri, radyosundan yayılan farklı coğrafyalara ait müzik sesleri yol hasretini depreştirir. Bazen kocamış bir ağacın etrafında dolaşıp onu öper koklar, bazen de bir çocukla karşılaştığında parlar gözleri. Yine de bir hüzünperverdir kendisi. Belki de annesinden geçti. Ensesinde ölümün nefesiyle çalıştı, çabaladı; o herkesten kıskandığı vakti daraldıkça daraldı. Çocukluğunda yaklaştıkça ondan uzaklaşan ufuk, artık görüş mesafesinde kapanadurdu. Daha Hayatın Tefsiri/Hermeneutika Vitæ Humanæ kitabını yazacaktı. Kant’ı esasa alarak dini – ahlâki – hayati ağırlıklı bir eser ortaya çıkaracaktı. Eflâtun hakkında diyecekleri vardı… Bir âlem, bir âlim, bir dosttu… Aldığı onca ödül, sitayiş veya methiye, hayatta en hakiki mürşitlerden saydığı sahici samimiyetini hiç gölgelemedi. Görünmeyi dert edenler bir görünür, bir kaybolur. O, görünmeyi dert etmeden görünürleşerek bir deniz fenerileşti. Doğdu; haylaz bir çocuktu. Mütevazı bir şekilde filozofça yaşadı ve dimdik ayakta kucakladı ölümü. Ölümse hayatın parçası, hatta devamı sayılırdı. “Herakleitos ‘uyanıklıktan uykuya baktığımız gibi, hayat açısından ölümü anlamağa çalışırız. Haydi bir de, dönüp uykudan uyanıklığı, ölümün açısından da hayatı görmeğe kalkalım’ der. Benzer biçimde ‘ben’den ‘öteki’ni anlamağa kalkarız. Bir de tersini denesek:
‘özge’den/‘diğer’den ‘ben’i kavrasak…” tavsiyesi farklı bir anlam kazandı şimdi.
Her şeyden önce ve sonra bir insandı. İnsansa “ölçülmez, biçilmez, kalıba sığmaz bir bilmece!”…
Mekânı Cennet olsun.
Geldik sonuna bunca teptiğimiz yolun
Yetmezmişcesine türdeşine ettiği zulum insanın
Yaşanmaz hâle soktu şu menhus medeniyet kabuğunu dünyanın
Elvedâ ey ilahî yeşil-mâvî gezegen
Teoman Duralı
Eylül, 2021 son şiir, son
dizeler…
(Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir. Bu yazı ilk kez 18 Ocak 2022’de yayımlanmıştır.)
Ayşe Yılmaz
Ayşe Yılmaz – İstanbul Üniversitesi Urdu Dili’nde lisans öğrenimi sırasında Felsefe’de Çift Anadal, Psikoloji’de Yandal yaptı. Yüksek lisansını 29 Mayıs Üniversitesi Felsefe bölümünde tamamladı. Hayal Perdesi, Film Arası, Arka Kapak, sinefesto ve tsa.org.tr’de sinema yazıları ve eleştirileri yayımlandı. Aşkar’da hikâye, CF, perspektif.online ve Zift’te çeşitli konularda yazılar yazdı. Şer’i Siciller Arşivi ve BİSAV Türk Sineması Araştırmaları’nda (tsa.org.tr) çalıştı. Hâlen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nde Felsefe Doktorasını yaparken editörlük çalışmalarına da devam ediyor.
Yukarıdaki yazı Sayın Ayşe Yılmaz’ın https://fikirturu.com/category/insan/ sayfasındaki yazısından alınmıştır. Teşekkür ederiz.