Bu röportaj Nida Dergisi’nin 210. Sayısından alınmıştır.
Vehbi hocam, siz de takdir edersiniz ki, düşünce, tefekkür, entelektüel düzey anlamında zor şartlardan geçiyoruz. Sizlerle Müslüman aydın, mütefekkir ve entelektüelin dilini, fikrini ve ufkunu olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen durumu, durumları konuşmak istiyoruz. Bu içeriği dilde, fikir ve ufukta ‘daralma’ diye isimlendirmeyi uygun gördük. Genel olarak tüm insanımızın, özeldeyse fikir adamı ve entelektüelin ‘daralma/ darlanma’ sorunundan bahsetmek yerinde midir sizce de?
Tabii. Fikir adamlarının hepsi entelektüel değildir; entelektüel olmak başka bir şeydir. Fikir erbabı olmak entelektüel olmayı kendiliğinden getirmez. Türkiye’de Müslüman entelektüel bir kuşak yetişiyordu. Ak Parti, bu Müslüman entelektüel kuşağı iktidar konumları açısından personalize etti. Bu personalizasyon kavramı, sosyal hareketler araştırma alanının terminolojisine aittir. Ve bu, bir sosyal hareketin sönümlenmesi açısından devletlerin hangi stratejileri izledikleriyle ilgili tartışmada kullanılan bir kavramdır. Bir sosyal hareketin ortadan kaldırılması için kabaca iki strateji izlenir. Birincisine kooptasyon, ikincisine personalizasyon denir. Kooptasyon bir hareketin sembollerinin yağmalanarak, içi boşaltılarak yani resmi söylemin bir parçası haline getirilerek, hareketin ideolojik, sembolik sermayesini elinden almak demektir. Buna örnek olarak “Nevruz Türklerin bayramıdır” mottosunu verebiliriz. Uzun bir süre PKK’nın Nevruz kutlamalarını yasaklamış, bunları şiddetle karşılamış bir Türkiye Cumhuriyeti devlet yapısı var. Bu bastırma, şiddete maruz bırakma süreci başarısız olunca 90’lı yıllarda Nevruz resmen kutlanmaya başlandı. “Nevruz Türklerin bayramıdır”, “sarı-kırmızı-yeşil Türk renkleridir” gibi ayrılıkçı hareketin kendini ayrıştırarak bizlik duygusunu temellendirmek üzere kullandığı semboller resmî söyleme ithal edilerek bu hareketin sembolik sermayesi elinden alınmaya çalışılmıştır. Etnik sosyal hareketlerde, bir takım etnik sembollerin, dinî hareketlerde dinî birtakım değerlerin veya kavramların bayraklaştırılması bu hareketlere ait bir sembolik sermaye kazandırır ve bu sembol değer ve kavramlar, hedef kitlelerin söz konusu hareketlerle bütünleşmesini mümkün kılar. Devletler, bu sembolik sermayeyi, kendi resmî söylemlerine ithal ederek hareketlerin kitlelerle bütünleşmesini engellemeye çalışır.
İkinci strateji personalizasyon dediğimiz stratejidir ki, bu, Osmanlı’nın da uyguladığı, eşkıya diye nitelenen ayaklanmış bir kesimin liderine paşalık vermek siyasetinde izlenen stratejiye benzer. İşte korsanlara Kaptan-ı Derya namıyla deniz kuvvetlerinde unvan ve mevki tanımak… Tabiî modern sosyal hareketlere baktığımız zaman sosyal hareketin esas fikrî ve siyasi rotasını tayin edenlerin, devletin personeli haline getirilerek hizmet şeklinin değiştirilmesi yani sosyal harekete hizmet etmek yerine devlete hizmet eder hale getirilerek, sosyal hareket kitlesinin lidersiz, rehbersiz bırakılması demektir bu.
Bu anlamda Müslüman entelektüeller, aslında Ak Parti sürecinden önce Refah Partisi döneminde bu şekilde sisteme emilerek, sistem için düşünen, sistemi işletici fonksiyonlar üstlenmiş ve sistemden nemalanan, sistemin ödüllerini kendisine hedef edinmiş insanlara dönüştürüldüler. Böylelikle aslında İslâmcı entelektüeller, entelektüel olmaktan çıkıp memura veya siyaset esnafına dönüştüler Türkiye’de. Bu, Mısır’da sadece Müslüman kardeşleri de bekleyen bir akıbet değil; Vefd Partisi gibi partiler içerisinde siyaset yapan Müslüman kardeşlerin de içine düştüğü bir durumdur. Bu konularda uzun yıllar bir sosyal hareketin kanatları veya segmentleri, meşru siyaset ‘demokratik siyaset’ içinde yer almayı reddetmişlerdir. Çünkü bu onlara göre hareketin hedeflerinden sapmasına yol açmasına kapı aralamaktadır.
“Ne yani! Biz siyasetle uğraşıp rejimin işleyişi içinde yer alarak rejime meşruiyet mi kazandıracağız? Bu gayr-i meşru rejim, bizim bu siyaset sahnesinde rol almamızla kendine meşruiyet mi kazandırmış olacak? Israrla sistem dışı kalmaya devam etmeliyiz” derler. Bu anlamda daha önce Türkiye’de Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi’nin kuruluşu sürecinde, ‘Müslüman fikriyâtla meşgul insanlar da’ o zaman Necmettin Erbakan ve arkadaşlarına, sistem içinde yer almanın gayr-i meşru bir şey olduğunu, sisteme meşruiyet kazandırmaya yarayacağını söyleyerek karşı çıkmışlardır. Benim hatırladığım en son örneklerden biri rahmetli Ercüment Özkan’ın İslâm Partisi kurma girişimi sürecinde mesela Şeyho Duman gibi zatların, İslâm Partisinin Türkiye’nin bu laik rejiminde zaten açık kalamayacağını ama daha önemlisinin de sistem içerisinde yapılacak muhalefetin aslında sistemi tanımak, sistemin meşruiyetine onay vermek anlamına geleceğini ileri sürmüşlerdi. Ben, bu toplantıların bir kısmına eski eşimle beraber katılmıştım, İslâm Partisi kurulması konusunda biz de o kanıdaydık. Fakat rahmetli Ercüment Özkan, siyaset sisteminde iktidarı hedefleyen bir siyaset yapmayacağını, siyaset için meşru mekanizmaları İslâm’ın gerçek sesini duyurmak için kullanmaktan öte bir siyasi hedefi olmayacağını söylemişti. Dolayısıyla hem Müslüman fikriyât, tefekkür erbabının hem de Müslüman entelektüellerin bu şekilde meşru siyaset içerisinde yer alarak veya devlet bürokrasisinin siyasi mevkilerinde yer alarak personalize edilmiş oldular.
Şimdi bu eski kalem erbabının –isim vererek kimseyi zan altında bırakmak istemem– gazete köşelerinde, dergilerde vs. eski radikal İslâmî entelektüel söylemlerini, orada oynadıkları rolü, temsil ettikleri fikirleri temsil etmeyi sürdürdükleri söylenemez. Burada şimdi FETÖcü denilen ekibin gazetelerinde, televizyonlarında falan bir zamanlar görev almış eski Müslüman entelektüeller de buna dâhil edilebilir. Bunlar her ne kadar hükümet veya bürokrasi makamlarında görev almamış olsalar da meşru medya sistemi içinde Fethullah Hoca Cemâati, Severleri veya câmiası… her neyse onun yayın organlarında kalem oynatarak, ekrana çıkarak, sistem içinde personalize olmuş oldular. Çünkü sistem iktidardan ibaret değildir. İktidar ve bürokratik kurumlar yanında sistemin iş âlemi, akademi ve medya olmak üzere başka bileşenleri de vardır. Yargı da buna dâhildir. Buralarda özellikle sembolik ya da temsil rollerine yerleşenlerin, kendi ideallerini –hele hele bu idealler bir ölçüde uzlaşmaz veya radikal ideallerse– temsil etmeyi sürdürmeleri mümkün olmaktan çıkar, haliyle. Dolayısıyla Müslüman fikriyât, entelektüel çaba, aslında personalize edilmiş ve bu anlamda İslâm dâvası personelsiz bırakılmış veya personel kapsamı daraltılmıştır denebilir.
Müslüman entelektüellerin personalize edilme [personel kılınma] süreci fikir erbabının taşıdığı bir zaaftan mı besleniyordu? Yoksa tabi bir süreç midir?
Orada şunu söylemek mümkün; biraz önce söylediğim cümlenin istisnasını belirtmem gerekir. İslâm dâvası personelsiz bırakılmış derken, ‘İslâm dâvası sahipsiz kalır mı var mı öyle hikâye?’ diyenler çıkabilir. Bugün baktığımızda onun nasıl kolay hale geldiğini de açıklamamızda işe yarayacak bir şey söylemem gerekiyor. İslâm dâvası, tarîkâtların, cemâatlerin irili ufaklı etnik grupların, bilmem ne hoca severlerin eline kalmış bir dâva oluyor. Burada da büyük ölçüde yarı taşralı, yarı kentli topluluklar İslâm dâvasının temsilcileri haline geliyor. Bir yazımda, –daha doğrusu o bir sosyal medya yazısıydı– bir arkadaşım, ‘İslâm köylü bir dindir’ gibi bir şey söylemişti, ben de ona itirazen dedim ki İslâm hiçbir zaman köylü bir din olmadı. İslâm, antik bir şehirde doğdu ve hızlı yayılma sürecinde şehirli bir din olmaktan, bedevi kitlelerin de ideallerini ifade eden bir karşı dine dönüştü. Bu şehirli din esasen bir saltanat sürecine girerek resmi devlet tarafından enstrümantalize edildikten sonra, devletleşen bu yapının iktidarını zaman içinde peygamber ve arkadaşlarının baş muarızları/ düşmanları ele geçirerek kendi iktidarlarını pekiştirmek üzere İslâm’ı kendi iktidarları ile uyumlu bir ideoloji haline getirmişlerdir. Bu ideolojik dönüşüm, aynı zamanda hem şehirli Müslümanlar tarafından bir protestoya maruz kalıp ayaklanmalara konu olmuş hem de İslâm meselâ Bedevîler arasında, bu resmî İslâm’a karşı bir “direniş idealleri bütünü”ne dönüştürülmüştür. Bakın burada köylülük yok, çünkü Arap coğrafyasında köy yok. İnsanlar ya Bedevî ya da hadarîdir[1]. Bedevîlikten hadarîliğe geçiş, Bedevîlerin köylüleşmesi anlamına gelmiyor; Bedevîler çöldeki göçebe hayattan doğrudan doğruya şehirdeki hayata geçiş yapıyorlar. Nitekim çok sonraları İbn Haldun’da bile bu Bedevî/hadarî dikotomisi kullanılmıştır. Müslümanlığın tarihsel krizlerinden biri bu katastrofik sosyal geçiştir.
Sosyolojik anlamda köyü karakterize eden şey, yerleşik bir düzen içinde hayvancılık ve tarımla meşgul kırsal topluluk değildir. Devlet organizasyonunun ortaya çıkmasından çok önce, yerleşik hayata geçişin agrarian (rençber) topluluk fazında köy ve köylülük henüz oluşmamıştır. tipik “ilkel rençber” ile “ilk köylü topluluk”lar arasındaki asıl fark, ilkinde topluluğun kendi ihtiyaçları kadar üretimle meşgul olmasına karşılık ikincisinde bir dış gücü besleyecek fazladan üretime zorlanmış bir topluluk söz konusudur. Doğu’da Çin, Hindistan veya İran’da köylü üstün devlet gücünü beslemek üzere merkezî imparatorluğun görevlilerine haraç öderken Batı’da doğrudan imparatora veya krala değil, toprağın asıl sahibi konumunda olan feodal soylulara rant öder. Haraç veya rant, iki tip köylülüğü karakterize eden bambaşka asimetrik sosyal ilişki formlarına tekabül etmektedir. Toprak sahibinin toprak mülkiyeti düzenini veya devlet temsilcisinin bu kurulu devlet çarkını beslemek üzere fazladan üretim yapmaya zorladığı rençperlere köylü denir. Yoksa köylülük çiftçilikten ibaret bir şey değildir. Köylü de ilkel rençperlerle karşılaştırıldığında çiftçilikle meşguldür ama aradaki büyük fark, Marksist terminolojide “artı değer” olarak atıfta bulunulan “kendi ihtiyaçlarından (bazen çok) fazla üretime ve bu ürünün üstün güce transferine mecbur bırakılmış çiftçidir köylü. Bu anlamda Arap devleti olarak Emevîler döneminde de, akabinde bir Sâsânî restorasyonunun Arap temsilcisi olan Abbasîler döneminde de İslâm’ın karakteri köylülük değildir. Fethedilen topraklarda kadîm medeniyetlerden kalma köylüler vardır ama bunlar başlangıçta zımmî statüsünde iken oldukça geç bir dönemde Müslümanlaştıklarında da İslâm’ı temsil misyon ve fonksiyonu kazanmamış kırsal topluluklardan ibarettirler.
Köylülüğün ve taşralılığın İslâm’ın temsilcisi haline gelmesi, Müslümanların modern tarihe sancılı ve gecikmiş geçiş sürecinde çok geç bir dönemde gündeme gelmiştir. Osmanlı coğrafyasında olsun kolonyal [sömürgeleştirilmiş] Müslüman topraklarda olsun, büyük ölçüde Müslüman elit zümrelerin tasfiyesi veya Batılılaşması diyebileceğimiz bir süreç yaşanmış, bu süreçle boyunca şehirli tarîkâtların, şeyhlerinin, medrese ulemâsının zaman içinde bir tür Evropâî kimlik ve hayat tarzına intikal etmeleri söz konusu olmuştur. Bu süreç boyunca devlet katmanlarında eski medreseliler yerine Batıcı veya kolonyal mektep mezunlarının yerleşip medreselilerin tamamen dışlanmış olmaları, sonuç olarak İslâm’ın temsilinde bir sosyal katman değişimine yol açmıştır. Bu süreçte geleneksel medrese ulemâsı ve tarîkât yapıları giderek taşraya, kırsala, köylere dayanmak zorunda kaldı. Bunun pek çok örneği söz konusu olabilir. Türkiye’de cemâatler köylerden kendi fon ve insan kaynaklarını toplayabilmek için köylerle hemhal olmuşlar; köylere dayanmak zorunda kalmışlardır. Kentlerin modernleştirici seçkinler veya kolonya yönetimler aracılığıyla Evropâî bir hayat inşası istikametindeki dönüşümü, ironik olarak Müslümanlığın da taşralılaşması ve köylüleşmesi ile sonuçlandı.
Bu taşraya çekilme ve taşralılaşma süreci bir cezir ise bunun bir de meddi vardı. Klasik Osmanlı şehirli dindarlık formları Batılılaşma sürecinde silinirken Müslümanlığın temsili de gitgide taşrada ve köylerde yaşanan bir tür dindarlığa kaldı. Bunun birkaç istisnası vardı elbette. Doğuda saklı gizli varlığını sürdüren medreseler ile taşranın Evropâî hayata adım atamamış muhafazakâr eşrâfı Klasik Osmanlı Müslümanlığını örtülü bir biçimde sürdürmeye devam etti. Alla Turca modernleşme sürecimizin bir yerlerinde taşrada ve kırsal dünyada yaşama imkânlarının daralması ve gitgide büyüyen kentlerdeki hayat fırsatlarının artışına paralel olarak ivmesi gittikçe artarak taşradan ve kırsal dünyadan kentlere doğru bir nüfus akını baş gösterdi. Kentlere göçün bu en planlanmamış ve yönetilmemiş biçiminde kente gelen sahipsiz taşralı ve köylülerin kente geldiklerinde karşılaştıkları sosyal kargaşa ve uğradıkları kültür şoku maksimal bir travma niteliğindedir. Gelen nüfusun bu travmayı aşmakta geleneksel bağların ve taşralı-köylü dayanışma ağlarının başlangıçta yetersiz kalması ve nihayet çözülüp dağılması, kentlere özgü türedi bir takım cemâat tarzı ağların doğup yaygınlaşması ve yeni ketli nüfusun içine sürüklendiği kimlik krizini cemâatlere veya tarîkâtlere sığınarak çözme yönelimi ile sonuçlandı. Taşralı-köylü ama artık kentte hayat süren yarı taşralı topluluklar, İslâm’ın temsili misyonunu da yüklenmek durumunda kaldılar.
Bu durum, başlangıçta birçok Müslüman ülkede İslâm’ın temsilinde bir alt tabakalara doğru gerilemeye yol açarken bunu, zamanla modern ya da laik mekteplerde yetişmiş bir Müslüman aydın kuşağın ve onlar arasında da kimi entelektüel zümrelerin yetişmesi takip etti. Bu aydın kitle ve entelektüel zümreler, İslâm’ı cemâat kültürü olmanın ötesine taşıyarak yeniden yazılı kültüre dayalı bir din ve yazıya dayalı bir kültür olarak temsiline yöneldi. Fakat kaynağında modernleşme sürecinin gayet vahşi, saldırgan, yıkıcı meydan okuması ve bu büyük ölçüde yarı taşralı kitlelerin ihtirasları karşısında bu tavrın tutunabildiği söylenemez. Bu yarı taşralı ihtiraslar, aydın ve entelektüellerin muğlak söylemlerinden ziyade dinî cemâat ve tarîkâtlerin ya da etnik, mahallî veya göçmen toplulukların somut dayanışma formasyonuna angaje olurken aynı zamanda çoluk çocuklarını ister dini mekteplerde ister laik mekteplerde okutup insanlık, haysiyet ve değerleri reddedilmiş “biz adam olamadık” diyen, boynu bükük ve sessiz kalabalıklar dilinden “biz de adamız kardeşim, siz bizi neden adam yerine koymuyorsunuz” tarzında bir dik duruş diline evrildi. Hatta burada şunu da söyleyelim, bu bir bakıma protesto dili “madem egemenlik milletindir, milletin bizzat kendisi de biziz. Millet geldi temsilcisine laf düşmez” tarzında bir kamusal alana çıkma, kendi ihtiraslarının sözünü söyleme yönünde bir politizasyon diline de evrildi. Taşralı ve geleneksel kimliği travmatize olmuş, modern şartlarda da yeni dünyanın değerlerinin toslamasıyla ağır bir iktisadi bunalım yaşayıp kentte dar gelirlilik ve yoksulluk şartlarını tadarak o şartlarda insan yerine, adam yerine konulacakları şartlara doğru motive oldular. Kabaca ben bunları şöyle de ifade ediyorum. Anadolu için yaptığım bir gözlemdir bu, başka Müslüman ülkeler için de benzer gözlemler yapılabilir. Bu, hangi siyasi görüşten, hangi inançtan olursa olsun ebeveynleri tarafından “adam olmaya kışkırtılmış” nesillerin motivasyon ve politizasyonu olarak karşımıza çıkar. “Oğlum okuyun, adam olun!” Adam olmaya kışkırtılma çok temel bir kolektif motivasyondur. Adam olma fırsatları ele geçince başka her şey ikinci bir değer taşır hale gelir. Adam yerine konulmadıklarında İslâm dâvasının pek radikal, bıçkın temsilcisi olanlar; adam yerine konulunca, nezih mekânların görgüsüz yeni sakinleri, nobran mekînleri haline geldiler. Burada iş dünyasında, siyasette, bürokraside, akademide [bu bizim neslimizin dramıdır aslında] yani toplumun itibar mevkilerine yerleşenlerin, İslâm dâvası gibi bir dâvası da büyük ölçüde ya dilde kaldı ya da eski arkadaşlarına “siz hala işin orasında mısınız? Dünya çok büyük, acayip bir şeyle karşı karşıyayız siz bunu göremediniz mi?” tarzı bir ders verme ve tepeden bakma tavrına büründü.
Mektepli kesim derken entelektüel kesimi kastediyorsunuz. Taşradan çıkmasına rağmen eğitim süreciyle beraber taşradan uzaklaşmış ama tümden de ilişkisini kesmemiş bir kesimden bahsediyorsunuz. Entelektüelliğin, buna münevverlik de diyebiliriz sanırım kendisini götürdüğü seyir halinde olacakken, içinden çıktığı taşranın kulağına fısıldadığı taleplere boyun eğmiş bir tipolojiden bahsediyorsunuz, yanılıyor muyum?
Kısmen böyle. Bunu biraz şöyle açalım: Bir taraftan aslında bunlar içinden çıktığı yarı taşralılığın ve kentlerdeki varoş sancıların organik aydınları. Bu aydınlık konumunu aşarak [şimdi orda aydınları da ayıralım], yani birilerinin yazdığı kitapları okuyanlara entelektüel denmez. Kitap yazandır entelektüel, akademisyen ya da değil fark etmez. Yani fikir yaratandır entelektüel. Fikir sahibi olan değildir; fikir sahibi olana aydın, münevver denir. Türkiye’de ve postkolonyal topraklarda Müslüman aydınlar da bu yarı taşralı kitlelerin varoş şartlardaki organik aydınlarıydılar. Nitekim İslâmî siyasetin içinde Siyasal İslâm denilen şeyin önce belediyelerde iktidara gelmesi de bu varoş şartlarıyla çok yakından ilgilidir. Şimdi şunu da açmak gerek; Refah Partisi’nden geriye doğru gidelim, Milli Nizam Partisi’ni kuranlar öyle taşralı, köylü insanlar değildi, onların ne haddine parti kurmak Türkiye’de! Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve etrafında öbeklenmiş bilmem hangi bakanlıkta mühendis, avukat, doktor yani “okumuş da adam olmuş” insanların öncülük ettiği bir hareket; ama oy veren kitlesine baktığımızda, önceleri mutaassıp denen büyük ölçüde taşralı veya taşra kökenli bir kitle. [70’lere kadar bu kitle için kullanıla eski tabirle budur, mutaassıp. Çok olumlu bir tabir olarak kullanılır bu. Oysa mutaassıp bağnaz demek aslında, yobaz değilse de bağnaz demek. Dininden taviz vermeyen insan demek için kullanılıyor mutaassıp!] Bu mutaassıp kitlelerin siyasetini, siyaset içinde temsillerini üstlenmiş görünürken, Milli Selamet Partisi biraz daha şeriatçıdır. Refah Partisi, kendi manevi kalkınmacı politik söylemine doksanlı yıllarda bir Adil Düzen retoriği dahil etmiş oldu [ki Adil Düzen, Refah Partisi’nin ideolojisi, doktrini falan değil; malûm Akevler çevresinde ortaya atılmış, mühendisler tarafından geliştirilmiş bir doktrin diyelim.] Böylece bu adil düzen doktrini Milli Görüş ile şerbetlenerek yeni bir retorik oluşturuldu. Aynı zamanda İzmir Akevler cemâatinin modelini veya doktrinini de koopte etmiş oldu. Aldı, onların malı olmaktan çıkardı, bir siyasi partiye mal etti, mal ederken de dönüştürdü.
90’lı yıllarda belediyelerde iktidara gelmiş olan Refah Partisi, büyük ölçüde temsil beratını mahalli idarelerde yani belediyelerde elde etti önce, yani varoşların veya taşra kentlerinin sefil vaziyette bulunan belediye yönetimlerinde kendini iktidara getirebilecek bir mevzî kazandı. İşte bu ne demek, bu hareket başlangıçta zaten Türkiye’nin asıl kentli zümrelerinden destek bulamazdı. Bu, daha çok iki binli yıllarda kapatılan Refah Partisi’nden gömlek değiştirerek Ak Parti’ye dönüşen Yenilikçilere nasip olacak bir devlet. Tabiî devlet denebilirse, burada devleti mutluluk anlamında kullandığımı belirtmeme gerek var mı? Bu devlete ermeden önce Refah belediyelerinde hakikaten çok büyük çabalarla akmayan şebeke suyunu, toplanmayan çöpleri, taşan kanalizasyonuyla yani kent hayatının en temel hizmetlerini ihmal etmiş, belediyenin kapılarını duvar ederek içeri sokmadığı taşra kökenlilerin, varoş ahâlîlerinin yerel hükümet nezdinde adam yerine konulmasıyla ilgili büyük atılımlar yaptılar. Tabiî burada ne oldu; temsil ettiği kitlelerin, kendisine itibar edip onu muteber gören kitlelerin karakterine bürünmüş oldu. Bu anlamda da esasen Refah’la başlayan, Refah’la ivmelenen yerel iktidar sürecinde İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıklarının bu hizmetlerle öne çıkması çok önemlidir. Bu insanlar İslâm’ın ideolojik temsilinden daha çok taşralı veya taşrayı okşar tavırlarıyla belediye hizmeti veren insanlar olarak taşranın siyasî temsiline doğru bir dönüşüm geçirerek siyasî temsil misyonunu sürdüren taşrayı okşar bir liderlik potansiyeli kazanmış oldular. Böylece hareketin liderliğinde de İslâmî fikriyâtın büyük ölçüde şehir kökenli, entelektüel veya okuyan, düşünen ve tartışan Müslüman aydınlardan futbol meraklısı, top oynarken omuz koyup hır çıkaran ama eski taşralı veya köylü yarı kentli kitlelerin “aynen bizim gibi yürüyor adam, duruşu bile aynen bize benziyor” sempatisi yaratanların öne geçmesine yol açan bir dönüşümdü. Süreç boyunca bu liderlik ile bu yarı taşralılığın, köylülüğün temsil ettiği bir Müslümanlık Türkiye’ye hâkim kılınmış oldu.
Bu, büyük bir seviye kaybı demektir İslâm açısından. Ama bu tabiî İslâm’ın akademik dünyada ya da akademi dışında hizmetkârlarının, İslâm’a bir entelektüel hizmetkârlığın bulunmadığı anlamına gelmez. Yalnız bunların görünürlüğü yoktur. Bunların görünürlüğünü arttıran şeyi söyleyeyim size, bunlar Müslümanlığın veya İslâm’ın yeniden gelişimi ve bu çağda yaşadığımız krizlerin ve travmaların entelektüel boyutlarda, felsefî, epistemolojik, sosyolojik ya da siyaset bilimsel boyutlarda ele alınmasına hizmetkâr olmuş bu arkadaşlarımız, “Bunlar dinimiz İslâm’ı reforme etmeye çalışıyorlar” teyakkuzu gösteren, tâ altmışlı yetmişli yıllara kadar geri giden cemâat Müslümanlığının gösterdiği teyakkuzla karşılaşmışlardır. Bu ‘cemâat Müslümanları’ tarafından linç hedefi yapılanlar var. Kendi gayretleriyle kamuoyunda İslâmî fikriyâtı ve entelektüel çizgiyi popülarize ederek temsil ettikleri için doğrudan kendileri bir tanınırlık elde etmiş olan bu entelektüel veya akademisyenlerin yanı sıra bazıları, aynı zamanda kimsenin adını bile duymadığı tarihçi, kelamcı, siyaset bilimci bir takım insanları hedef tahtasına yerleştirerek şeytanlaştıran bu cemâat buğzu, kitlesel bir bağnazlığı coşturmaktadır. Bir takım tarîkât ve cemâatler tarafından coşturulan bu bağnazlık onları toplumun daha fazla tanıdığı insanlar haline getiriliyorlar aynı zamanda.
Mesele buraya gelmişken sanırım bu sivil cemâat ve tarîkâtler yanında câmi cemaâtlerinin bu açıdan durumuna değinmek de yerinde olur. Ne dersiniz? Bu konuyu Diyanet’in İslâm’ı temsili meselesinden başlayarak değerlendirir misiniz?
Şimdi, tipik “Diyanet dindarlığı” ve onun riyaset makamındaki temsili ile İslâm’ın temsili fonksiyonu karşılanabilir mi? Diyanet denince büyük ölçüde devlet memuru bir zümre ama aynı zamanda da Ayasofya veya fetih idealleri ile bütünleşmiş fakat aslen devlet memuru bir zümre akla gelir. Bir zamanlar Said Nursi’nin Menderes’e yönelttiği söylenen şu ironinin asıl karakterini tanımlayabileceği bir zümre: “Ben Şafiî mezhebindenim, evet, ama sen de devlet mezhebindensin!” Bu ironi, Diyanet dünyasının da aslî mezhebini yansıtıyor. Bunu “her din görevlisini devlet mezhebinden ilan etmek” değildir elbette. Bu mezhebin sadece din adamlarına münhasır kalmayıp aslında bir cemaât olarak somutlaşmasının açık örneği, Avrupa’daki Türkler arasındaki çeşit türlü tarîkât ve cemâatler yanında Diyanet cemâati adı verilen topluluklardır. Türkiye’de câmi cemâati olarak adlandırılan bu topluluk, devlet bünyesinin kendine ait bir cemâati bulunduğunu gösteriyor. Câmilerin Diyanet tarafından denetim alınması uzun bir zamanda gerçekleşti ve bir dönem, sivil cemâat ve tarîkâtlerin câmilerden arındırılması konusunda katı bir devlet tavrı egemen oldu. Ancak bu, sürdürülebilir bir politika değildi ve zamanla câmiler, sivil cemâat ve tarîkâtlerin de etrafında örgütlenebildiği ikiz yapılı kurumlar niteliği kazandı. Bir tarafta, sadece câmi cemaâtlerinin ibadetine münhasır câmiler, öbür tarafta da söz konusu cemâat ve tarîkât faaliyetlerinin odaklandığı câmiler ortaya çıktı.
Gerek Diyanet’in kurumsal misyon ve duruşu gerekse câmi cemâatlerinin hem sivil cemâat ve tarîkâtler ve hem de Müslüman aydın kitle ve entelektüel zümreler karşısındaki kuşkucu soğuk kanlılığı, dindar kitle içinde İslâm’ın temsili meselesinde bitmek tükenmek bilmez bir rekabet doğursa da geniş Türkiye toplumu açısından İslâm’ın temsili asıl karakteri şehirlilik olan Osmanlı Müslümanlığının tasfiyesinden sonra başlangıçta sessiz taşra ve köylere kalmışken nüfusun kentlere yığılmasıyla bu taşra ve köy kökenli yarı kentli dindar kitlelerine aktarılmış oldu. Kaba anlatımıyla “İslâm’ın köylülüğü” denen şey, Türkiye’de ister câmi cemâati isterse sivil dinî cemâat ve tarîkât formunda olsun dindarlığın taşıyıcı kitlelerinin sosyal karakterine göre biçimlenmiş bulunan bu “taşralı-köylü Müslümanlık” diyebileceğimiz şeydir.
Öte yandan, bu kitleden ayrışan ve temayüz ederek entelektüel ya da akademik olarak İslâm’ın gerçekten bu çağda hangi krizlerle yüz yüze geldiği ve bu krizleri nasıl çözeceğine kafa yoran entelektüelleri, gelenekçi bir kalın kafalılıkla şeytanlaştıran da eski tabiriyle mutaassıp ama artık gerçekten bağnaz bu taşralı-köylü Müslümanlığın temsilcileri oldu. AK Parti iktidarları boyunca siyaset işlerinde öne geçen taşralılıklar potpurisi içinde eski İslâmcı aydınlar da eridi ve İslâmcı entelektüeller de personalize edildi. Hala İslâm’ın bu çağda yüz yüze geldiği krizlere ve bu krizlerin nasıl çözüleceğine kafa yoran entelektüel ve akademisyenler de bu cemâat temsilcileri tarafından taşra ve köy kökenli yarı kentli kitleler arasında hedefe gösterilmek suretiyle dikkatlerin odağına yerleştirildiler. Bu ilgiden rahatsız olan entelektüel ve akademisyenler, temsil ettikleri eleştirel pozisyonda bir tür özür dileyici bir tavırla geri çekildiler. Bu şekilde lanse edilmeyi, toplumun zındık ilan ettiği, neredeyse kanı, malı, canı helal ilan edilmiş bir şeytanı olmayı kaldıramadılar. Bu kolay bir şey değildir. Geri çekildiler, özür dilediler, yanlış anlaşıldıklarını söylediler. Böylelikle meydan tümüyle kime kalmış oluyor; sarıklı, cübbeli hocalar temsil ediyor İslâm’ı. Ki bu tam anlamıyla taşralı ve varoş bir İslâm karikatürüdür. Tarih boyunca İslâm hiçbir zaman bu kadar düşük bir seviyede temsil edilmemiştir. Başından beri gelmek istediğim nokta burası. Bilmem anlatabildim mi?
Gayet net Vehbi hocam. Müslümanların temsiliyetinin sizin taşralı dediğiniz kitlece yapılıyor oluşu şu eleştiriyi de beraberinde getiriyor: “İslâm zaten siyasetle, ekonomiyle ve idareyle test edildiğinde insanlığa yetebilen bir dava, kapsamlı bir dünya görüşü değildir.” gibi. Bu eleştiriyi yapanların ne niyetle yaptıkları ve durum her ne olursa olsun İslâm’dan razı olup-olamayacakları gerçeği bir yana ‘temsiliyet’ anlamındaki bir sorun da önümüzde duruyor. Son yüzyılda, farklı coğrafyalarda [son dönemde dikkatle baktığım Hind alt kıtası mesela] bu sorunu aşma eğilimi gösteren ‘dinamik ve zihnen yenilikçi söylemi’ temsil eden ‘aydın, entelektüel ve âlimler’ de var.’ İçinde yaşadığımız coğrafyadaki aydın, entelektüellerde ortaya çıkan sorun nedir? Tefekkürü, düşünceyi, entelektüelliği daraltan boğan nedir?
Mesela Aliya İzzetbegoviç… Hem siyaset adamıdır, hem komutandır hem de ciddî bir mütefekkirdir. Bizde ilahiyâtla uğraşanların felsefi bir derinliği pek yoktur. Mesela burada birileri bana kızacak ama yani Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü falan alır herkes, hiçbir felsefi derinliği olmayan, kötü bir Platon taklididir. Bir misyon üstlenmiştir ve bu misyonu bakımından rahmetle yâd edilmeye değerdir ama üstâd nedir/ kimdir derseniz, üstâd bir retorik (hitâbet) erbabıdır, kalem erbabıdır. Yeni yetişmekte olan mutaassıp kitlelerin çocuklarına bir özgüven aşılamıştır falan, bunlar önemsiz şeyler değildir ama tefekkür başka bir şeydir. Bu anlamda tefekkürü boğan nedir? Öncelikle şunu söyleyeyim: Tefekkürü boğan şey, biraz önce uzunca üzerinde durduğumuz şeyi önce teşhis etmek gerekiyor. İslâm’ın bu yarı taşralı varoş kitlelerce temsil edilir hale gelmesinde tevarüs eden hatta kendisini bangır bangır bağırarak dile getiren bir görenekçi taassup söz konusu. İslâm ile ilgili gerçek bir kalbi adanma ve zihinsel aydınlanma barındırmayan, “bizim dinimiz” diye aslında Müslümanların hor görülmüş ritüellerine, daha çok Orta Çağ şartlarında biçimlenmiş taşraya ve kırsal dünyaya ait pratiklerine, kisvesine vs. yeniden bir şeref kazandırma peşinde koşarak işte efendim İstanbul’un göbeğinde Kâbe, orada temsili hacc merâsimi yapan, pasta üzerine Allah yazan, cuma cemâatlerinin kalabalıklığıyla iftihar eden, “Kur’an’ımız-ezanımız-dinimiz-diyanetimiz, çok şükür” tarzı içinde sadece İslâmî görenek [gelenek bile değil] kabul edebileceğimiz oldukça sığ unsurlarına dinin aslı gibi bağlanıp bunlara asla toz kondurmayan bir rüküşlükler dizisi… “Yahu İslâm aslında bu ezan sesiyle temsil edilemez birader!” diyebilecek en sâfiyâne Müslüman şikâyetini, dinine, diyanetine dil uzatmak olarak algılayan bir dar kafalılık… Bir tarafta bu görenekçi taassubun sefaleti, öbür tarafta da on dokuzuncu yüzyılda başlayan, –ama şimdilerde yenilikçilere karşı bir direnç hareketine dönüşen– pre-modern ihyâ’u ulûmi’d-dîn hareketinin anakronizmi.
Burayı biraz açalım…
İlk olarak pre-moderni biraz açıklayalım, yani modernliğin kurgusu şudur: Bir gelenek dünyası vardı. Kavram gelenek, görenek olarak kullanıldığında Batı’da Hıristiyanlığı anlatır. Gelenek hurafe olarak anılır aydınlanma çağından itibaren. Tuhaf bir şeydir bu. Çünkü hurafe, kitabî dinlerin aslında folk gelenekleri dışlamak üzere kullandığı bir yaftayken; aydınlanmayla birlikte Avrupa’nın Orta Çağ geleneklerine, onun özünde bulunan Hıristiyanlığa atıfta bulunmak için kullanılmaya başlanmıştır. Bir gelenek vardır, geleneksel toplum vardır, bir de modern toplum tasavvuru. Şimdi bu geleneksel-modern karşıtlığı kurgulanırken, gelenekselden moderne geçerken henüz geleneksel karakterini kaybetmemiş bu yüzden tamamen modern olmasa da modernliğin ilk emarelerini barındıran formları adlandırmak üzere kullanılan bir terimdir pre-modern.
Şimdi burada özellikle Osmanlı hayatında mektep-medrese ikizlenmesi ortaya çıkıp da mektepler devlet nazarında daha muteber ve hatta giderek asıl evlat, medreseler de üvey evlat haline gelirken medresenin taşraya çekilmesi, taşralı bir ruha bürünmesi ile önemli bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşüm, taşra ve köy hocalarının aman efendim işte bisiklet gâvur icadıdır, hatta şeytan arabasıdır falan… Ben çocukluğumda hatırlıyorum, çaya besmele çekilmez; mekruhtur. Radyoda şarkı, türkü dinlemek haramdır. Kadın sesi haramdır. Böyle bir mevziiye demirleyen ama zaman içinde de kendi tavrını meşrulaştırmak üzere dinde dayanak ararken ulûmu’d-dini keşfederek burada sözümona bir ihyâ sürecine giren bir damar var.
Bu damar, şimdilerde mesela ilahiyât fakültesi adından rahatsız olup da İslâmî İlimler Fakültesi adını tâ 70’li yıllarda icat ederek, mesela Atatürk Üniversitesi Erzurum’da, yok ilahiyât fakültesi olmayacak, İslâmî ilimler olacak diye direnen bir zihniyet. Bu zihniyeti daha açık bir dille ifade edecek olursak: Bunlara göre İlahiyat Fakültesi, felsefe, sosyal bilimler, tarih, eğitim falan gibi derslerle işi sulandırmaktadır. Saf İslâmî ilim yapılması gerekir. Saf İslâmî ilim yapılacak fakültede de işi sulandıran bu derslere hiç gerek yoktur. Bu derslerin müfredattan çıkartılması, hiç yoktan kuşa çevirilerek etkisinin azaltılması gerekir. “Fakültenin adını İslâmî İlimler koyalım, bunları da devre dışı bırakalım” mantığına sahip bir yaklaşım bu. Bu da neye dayanıyor; zaten İslâmî ilimler, olmuş, bitmiş artık son şeklini almış mükemmel ilimlerdir. Türkiye’de İslâmî ilimleri o koca tarih boyunca bilen ilim sahibi insanlar ortadan kalktığı için Müslümanlar sefalet yaşamaktadır. Öyleyse İslâmî ilimleri ihyâdan daha ötesi yok. Çünkü bu ilimlerde yeni bir içtihada yeni bir tartışmaya gerek kalmamıştır. Sadece bunları öğrenip “cahil halka!” aktaracak bir ilmî temsil, bu eski ilimleri temessül edecek, kendine mal edecek ve temsil edecek tedris faaliyeti yapılacaktır. Pre-modern ihyâ’u ulûmi’d-dîn hareketi derken Hicrî 4.-5. yüzyıllardaki ihyâ çığırının Batılı üniversite yapısı, fakülte örgütlenmesi, doktoralar, doçentlikler, profesörlükler gibi Batılı unvanlar, müfredatlar, krediler, AKTS’ler, ortalamalar gibi modern pedagojik unsurlarla donatılmış ama aslî karakteri itibariyle modern eğitim ve araştırma zihniyetinden mahrum bir pastişe işaret etmek istiyorum.
Tedristen öte bir ilmî faaliyete akıl erdirmeyen veya gerek görmeyen bu zihin dünyası, kendisi de kriz halinde olan Batı egemenliğindeki dünyada Müslümanların içinde bulunduğu krizleri kavramakta skolastik bir körleşme yaratıyor ve gitgide bu körleşme yaygınlaşıyor Türkiye’de. Bir tarafta görenekçi taassubun sefâleti, öbür tarafta da gelenekçi bir sözümona ulûmu’d-din şampiyonluğu elele vererek gerçekliğin müteallem reddinde buluşuyor diyebiliriz buna.
Bu, çok katlı bir gerçeklik, bunun bir tarafı dünyanın maksimal krizi, bunun içinde de Müslümanların bir ümmet olarak içine düştüğü kriz ve bu krizi bir gerçeklik olarak göremeyen gelenekçi ve skolastik körleşme, bunlara çözüm arayışının önündeki en büyük engeldir.
Bir sunum başlığınızdan bir ifadenizi hatırlıyorum: ‘ecnebi bilgi’… Bu gelenek karşısında konumlandırılan modern duruma, modernlik durumunun enstrümanlarına, ‘ecnebi bilgiye’ karşı üretilen korku ve kaygı tümden gereksiz bir kaygı mı? Hiçbir şekilde kaygılanmamalı mıyız?
Tabiî şöyle söyleyelim; Osmanlı dünyası İslâm dünyasının epeyce büyük bir yekûnunu oluşturuyordu. 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı dünyasında giderek medresenin çöküşü, aslında bu medresenin çöküşü değil, Osmanlı düzeninin çöküşüyle medresenin çöküşü. Bunun köklerini 16. yüzyıla kadar geri götürenler vardır. Yavuz’un Mısır’ı fethiyle oradaki gelenekçi el-Ezher ulemâsının Yavuz tarafından İstanbul’a getirilerek Osmanlı ilim hayatını teslim alması, resmen ele geçirmesi dönemine kadar geri götürenler vardır. Sonuçta, 19. yüzyılda kurulan mekteplerin başlangıçta herhangi bir kültürel, manevi veya fikri bir temeli yoktu. Mühendishanelerle başlar modern mektepler ama on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında modern mektep Türkiye’nin kaderini tayin edecek bir yeni aydınlar kuşağı yetiştirir: Tıbbiye, Mülkiye, Harbiye mektepleri yanında Ticaret ve Baytar mektepleri…
Bu mekteplerde yetişenler, medresenin tamamen tasfiyesi konusunda çok radikal fikirlere vasıl olmuşlardır. Tevhîd-i Tedrisat Kanunu bir devrim mahiyetindedir cumhuriyetin kuruluşunda. Bu, medreselerin zaten tümüyle itibar kaybetmiş müesseseler olarak tarih sahnesinden silinmesi anlamına geliyor. Bu süreçte bu mektepler ve Osmanlı elitleri tarafından bir Avrupa taklidi olarak ortaya çıkan bütün tarzlar, tavırlar Osmanlı 19. yüzyıl edebiyatında züppelik olarak görülürler. Bunu sadece medreseliler züppelik olarak görmez. Şehirlerin oturaklı eşrafı ve de önceleri saray çevresi de bunlara züppelik gözüyle bakar. Yani çok zorlarsanız şunu bile söyleyebilirsiniz: Nâmık Kemal bile bir züppe olarak bilinir saray çevresinde. Bu anlamda bu züppeliklerin halkın anlayacağı dile çevrileceği noktalarda saldırgan bir tarafı vardır. Bu da bizim inançlarımızın, bizim tarzlarımızın, bizim değerlerimizin tümüyle aşağılanmasına yönelen, aşağılık kompleksine, ecnebîmerkezciliğe (xenocentrism) ve hatta kendinden nefrete varan bir yeni dünya tasavvuru içinde yaşayan, Batı üstünlüğünün gitgide ağır bir bunalıma yol açması ve Osmanlı yenilgilerinin bir türlü tersine çevrilemediği şartlarda ecnebînin bilgisini, fikriyâtını, hayatını, kültürel tarzlarını asıl hakikat olarak merkeze yerleştiren ve o dönemde Batı hayranlığı olarak adlandırılan [yani ortalama fikriyâtta Batı hayranlığı denen ama sosyolojik olarak ecnebîmerkezci dememiz daha uygun olan] Osmanlı dünyası, yeni bir bilim anlayışıyla fikriyât ve felsefe meydan okumasıyla yeni bir eğitim meydan okumasıyla karşılaştı.
Bu öyle bir topyekûn meydan okumaya dönüştü ki, sadece Batı’dan gelen bir takım ilimler, bürokratik kurumlar, tarzlar ve tavırlara münhasır kalmayıp günlük hayatın her ayrıntısında Osmanlı geleneksel hayatını çatır çatır ezen, büyük bir alay ile hatta tiksinti ve nefretle zaman içinde lanetleyen bir zümrenin doğuşuna ebelik etti. Bu zümre, küstah bir biçimde sadece geleneksel olana değil [gelenek deyince ilmî ve seçkin bir şeyden bahsediyoruz; görenek, bunun çok daha yüzeysel bir katmanıdır] göreneklere, bize ait olan her şeye büyük bir istihfaf ve tezyifle, hakaretamiz tavırla dudak bükmeye, ötesine geçerek lanet okumaya varan bir zihniyet felcine düçar oldu. Devlet kudretini teslim almış bu kasırga karşısında elbette, bu kasırgaya karşı kendi varoluşlarını savunmak, korumak, öncelikle çoluk çocuğunu bu kasırgaya kaptırmamak, mümkünse çoluk çocuğa müdâfaa-i iman parolaları, sloganları, imanı savunma retoriği aşılamak, böylelikle de bu savunma aracılığıyla bu kasırgaya kapılmaktan yeni nesilleri korumak –buna talebe yetiştirme faaliyeti de deniyor– önem kazandı.
Çok dikkat çekicidir, talebe yetiştirme faaliyeti geleneksel İslâm’ın büyük ölçüde hakarete uğramış, aşağılanmış, böylelikle değeri düşürülmüş makûs talihini tersine çevirme hareketidir. Afganistan’da Taliban denen hareket de ‘bir talebe hareketidir’. Çok alâkasız gelebilir belki ama F. Gülen’in de şakirdler (talebeler) yetiştirmesi veya çeşitli cemâatlerin kurs ve okul talebelerine yardım organizasyonları oluşturması falan hep bir talebe yetiştirme telaşının ifadesidir. Neden talebe yetiştiriyoruz? Bu saldırgan, kavuran kasırgaya çocuklarımızı kaptırmamak için yapıyoruz bunu. Dolayısıyla bu, elbette saldırganlık hakkını kendisinde sonuna kadar gören, tırnak içinde kendisini sonuna kadar ‘Evropaî’ gören, çağdaş olarak tanımlayan bu saldırıya karşı neyi önemli görebiliyorsa yangından ilk kurtarılacakları kurtarma paniğiyle bunları kurtarmaya yönelmiş bir dehşet koşturmacasıdır bu. Bakın gereklidir, gereksizdir demiyorum, bu doğal bir reflekstir. Her topluluk bu tür radikal meydan okumalarla ve büyük saldırılarla karşılaştığında, kendi varoluşunu tarif eden ya da kendi varoluşuna dahil şeyleri kolayca gözden çıkarıp heba etmez ama şuraya dikkatinizi çekmek isterim: Bütün bu fedâ etmezliğin, adım adım geri adım atması…
Osmanlı Müslümanlığının unsurlarıyla karşılaştırılacak olursa, bugün “câmilerimiz-ezanlarımız-kuranlarımız” retoriği içinde ihyâ edilen şey, bir görenek restorasyonuna dönüşüyor. Abdest duaları, namaz duaları, tuvalete giriş çıkış duaları, gelenekten ziyâde her şeyiyle “göreneği”, mümkün olabiliyorsa ilim tahsilini İslâmî ulumu’d-dîn’i ile taçlandırılan bir göreneği ihyâ faaliyeti… Bu savunmacı bir faaliyettir. Yani bu savunmacı faaliyet maalesef aslında kendi kısırlığını ve kendi dar kafalılığını da kendi zaruretlerinden dolayı içine sürüklendiği bir zarûret olarak değil de kutsal bir vazife olarak tanımlıyor. Yani bu kadar kısır bir faaliyet. Ortada olmuş bitmiş ilimler var. Savunmacı zihin şöyle bakıyor: “Bu ilimleri kaybettiğimiz için geleneğimiz yıkıldı. Bunu ihyâ edersek, medeniyetimizi bile ihyâ ederiz.” Nasıl bir dünyada yaşadığımızın farkında olmadan, suların ahkâmıyla, hayız nifâsın ahkâmıyla, bir tedris ve teallüm faaliyetiyle bir medeniyet inşa edeceğini düşünmek… Akan ırmakların suyunu çökeltme havuzlarına taşıyan, Istıranca dağlarından Düzce’deki büyük Melen’den, Kızılırmak’tan falan metropollere su pompalanıyor. Din ilimlerini ihyâ dedikleri şey hala Fıkıh’tahi sular bahsi, suların ahkâmı, kuyuların ahkâmı ile ne üretebilir? Yani denizlerin kirlenmesini, mesela Marmara’da müsilaj oluşumunu, HES’lerin yarattığı çevre tahriBatını, su havzalarındaki katliamın ahkâmını konuşabiliyor musun!
Bir zamanlar ulemânın ortaya koyduğu mirası, ecdadın terikesini ihyâ etseniz ne olacak, çevre kirliliği diye bir şey var, suların kirliliği ne ki, gürültü ve ışık kirliliği var! Bunu geleneksel ulemânın anlaması mümkün müydü? Bundan 50 yıl önce ışık kirletici bir şey olabilir miydi? Şimdi bu anlamda bu savunmacı ruh aslında gerçeklik karşısında bir körleşmeye ve giderek gerçekliğin reddine yol açtı. Bundan çıkış, bir hayli böbürlene böbürlene “dinimizi ihyâ ediyoruz, medeniyetimizi ihyâ ediyoruz” bu mudur Allah aşkına!? Üstadın dizesiyle söyleyecek olursak ‘bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya’… Bu sizin zayıf omuzlarınızda, televizyona çıktığı zaman hulûsu kalp ile dinlediğiniz İslâm âlimi dediğiniz adamların zayıf serçe kanatlarında, bu çağın, bu medeniyetin ağır problemlerine çözüm arayışı, muhakemesi ve zihin mimarisi bu serçenin beyninde nasıl oluşabilsin. Bu anlamda o savunmacı ruhun aşılması gerekiyor.
Bu girişim, entelektüel bir girişim olmak durumundadır. Bir tarafıyla akademik bir ağırkanlılığı vardır bu girişimin. Ancak diğer yandan Türkiye’de entelektüel meselelere kafa yorma lüksü kaç kişiye nasip olmuş bir lükstür ki? Yani kim hayatını vakfetsin de bu kadar ilim irfan böbürlenmesiyle ortada dolananlar varken, entelektüel mesaiye gömülebilsin? İlahiyat fakülteleri olsun, İslâmî ilimler fakülteleri olsun, bu fakültelerde gayet ünvanperest, hızla yükselmeye adanmış, adam olmaya kışkırtılmış ve bunun icabâtını da her türlü tabasbus ve gerdan kırmayla hak etmiş, profesörlüğü de aldıktan sonra da… Fikirle tefekkürle işi yok, sadece neymiş, “abi ne yapılınca doktor olunuyormuş biz de yapalım, ne yapılınca doçent olunuyormuş abi, gerekirse yabancı dil de çalışalım, yeter ki profesör olalım!” Niye? Öyle olmaya kışkırtılmış çünkü! Basamakları ne kadar hızla çıkabilirse bunun gereği hangi gerdan kırma ya da tabasbus ise yapmaya hazır.
Ankara İlahiyat Fakültesi’nde bir zamanlar Kemalist hocalar vardı. Mesela biri benim de ders aldığım, İslâm Tarihçisi, laik ve Kemalist Hüseyin Gazi Yurdaydın Hoca… Tarih Metodolojisi diye bir doktora dersi alıyoruz, üç kişiyiz. Hoca, nereden aklına estiyse “siz laik misiniz” diye soruverdi derse başlarken. Buz gibi bir hava esti ortamda. Ben yaşça onlardan küçüğüm, Hacettepe’de asistanım o dönemde, din sosyolojisi doktora programındayım. Arkadaşlar soruya karşı mahcup bir halde mukabelede bulundular Hoca’ya. Bana geldi sıra: “Ben laik değilim” dedim. Arkadaşlarımın nasıl gerildiğini bugün gibi hatırlıyorum. Hoca “niye” dedi. “Ben ruhban da değilim, laik de değilim. Laik diye Katolik Hıristiyanlık içerisinde Kilise’ye mensup olmayan, manastır hayatı yaşamayan insanlara denir. Bunlar işte daha çok derebeyleri, ticaret erbabı falan gibi dünyevi işlere bulaşmış insanlardır. Papazlar hâşâ böyle şeylerle uğraşmadıkları için onlar has dinin gerçek temsilcileridir.” Hoca, “dur dur, biz onu kast etmiyoruz ki!” dedi. “Evet de hocam” dedim, “yani o kadar çarpılmış kavramlarla konuşmaya alışmışız ki Türkiye’de, kendilerine laik diyenler var, laik değilim deyince, ne diyeceğim, ruhbanım mı diyeceğim? Burası ruhban mektebi değil. Ben akademik faaliyet içerisinde bulunan biriyim ama şunu soruyorsanız açıklayayım: Ben Müslüman bir insanım, kendimi laik olarak tanımlayamam, laiklere saygısızlığımdan, düşmanlığımdan değil, siz kendi tercihinizce laik olun…” Ondan sonra dışarı çıkınca arkadaşlar beni bir azarladılar, çekiştirdiler, “ne yapıyorsun sen, bırakır hoca dersten” falan dediler. Şimdi bunu niye anlatıyorum, yani en hafifinden tedbirli davranmak, –ona sonradan takiyye, ilm-i siyaset filan dediler– Müslümanlıkta takiyye diye bir şey yoktur.
Bu modern süreç, Sünnî Müslümanlığa da kavramlaştırılmamış bir şekilde inancını saklamayı öğretti, takiyye Şiîlerde vardır biliyorsunuz. Sünnî Emevî hilafetinin veya siyasetinin devlet terörüne karşı cemâati ayakta tutmak için, cemâati korumak için inancı gizleme zarûretinden doğmuştur. Şiîlerde bu takiyye olarak kavramlaştırılmıştır, Hâricîler de kitmân diye bir kavram kullanırlar, ketmetmek de gizlemek biliyorsunuz. İnancını gizlemek Sünnîlerde modern çağla birlikte başladı. Arkadaşlardan gayet tasavvufi, tarîkâtçı insanlar bilirim bunlar bir tür inancı gizleme mahcupluğuyla profesör de olmuş insanlar yani… Fıkıhçıysa fıkıh biliyordur, hadisçiyse hadis biliyordur. Soralım ne işe yarıyordur bunlar, hangi krizin farkındasın sen, gerçekliğin nabzını nerede duyuyorsun, nerede tutuyorsun? Bu dünyanın krizini, bu yeni medeniyetin, 19. yüzyılın medeniyeti değil, bu yeni medeniyet 1990’larda başlamış yeni medeniyetin krizini duyuyor musun? Bu yepyeni medeniyetin ağır krizleri altında insanlar can çekişiyor da senin ne umurunda? Bunun ne kadar farkındasın, ne cevap getirebilirsin?
“Elhamdülillah, Müslümana bir şey olmaz!” Nasıl bir şey olmaz yahu!? Çocuklar cep telefonundan bu krizin göbeğinde, tik-toklarıyla neler yaşıyorlar, neler. Yeni bir dünya doğuyor ve bu yeni dünyanın farkında değil insanlar. Müslümanlığın krizlerini de bilmiyorlar, medeniyetin krizlerini de bilmiyorlar. Oh ne güzel! Bir ulûm-u İslâmiyye tahsil etmişiz, Allah gönderiyor bir kucak çocuk, biz de alıyoruz onlara ulûm-u İslâmiyye öğretiyoruz. Ne oluyor böyle? İmam-Hatib’e gidip öğretmenlik yapıyorlar, gönderiyorlar biz de onlara ilahiyât fakültelerinde daha yüksek eğitim veriyoruz, sonra onlar gidiyorlar din adamı falan oluyorlar, nereye de sığacağı belli değil, hepsi de olamıyor artık, doldu taştı memleket ilahiyât mezunlarıyla. Bu çok önemli bir cephe oluşturuyor, buna dikkat çekmek isterim. Bu tarzda bir “gelenekçi körleşme”nin mevziîne, işsiz-güçsüz, öfkeli bir ilahiyât mezunları kitlesi yağıyor. Bu kitle ile de tek tük ilahiyât fakültelerinde veya dışarıda çağımızın krizleri ve Müslümanların bu çağdaki krizlerine kafa yoran adamlara “dinimizi elimizden alacaklar bunlar” diyerek fikir savunuyor değiller, bu savunma değil bir saldırı, saldırıyorlar. Yani kimliğimizi aşağılayan modernist eğitim tahriki altından çıkmış bir aşağılık kompleksi, bugün bir hükümranlık, üstünlük kompleksiyle hiçbir zaman isim vermek istemem ama bildiğimiz isimlere zındık, mülhid, kâfir falan gibi damgalarla saldırıyorlar. Bunu da böyle “ilim sahibi adamlar(!)”ın, allâme falanların ağzından aldıkları fetvalarla yapıyorlar maalesef, çok vahim.
Cemil Meriç, düşüncenin kuduz bir köpek gibi kovalandığı topraklar diyor. Bakın bu Cemil Meriç’in çok eski zamanda kullandığı bir cümledir ve hâlâ görenekçi mefâhir coşkusuyla gelenekçi körleşmenin boğduğu, düşünmeyi adetâ bir kuduz köpek gibi dinine diyanetine saldırganlık olarak tarif edip üstüne çullandığı bir dünyada yaşıyoruz. İşte bu yüzden çok ağır bir şey bu misyonu üstlenmek.
Cümleler ve dil olabildiğince darlaşıyor; mütefekkir, entelektüel olabildiğince kıstırılmış bir havzada harekete, ne kadar olabiliyorsa, mecbur ediliyor. Wael Hallaq’ın şöyle bir tespitini hatırlıyorum: Müslümanların – özellikle yüzyılda– dillerinin sadece kendilerini kapsayan hatta kendilerini dahi kavrayamayacak darlıkta bir dil içerisinde oldukları… Matruşka geliyor aklıma. Matruşka gibi, düşünceler de gittikçe küçülen, her seferinde daha da küçülen parmak kadar bir oyuncak gibi kalıyor elimizde düşünce. Düşünme, çağın krizlerini anlamaya ve bir şeyler söylemeye çalışan eylem olmaktan çıkıp bir ‘eğleşme’ye dönüşüyor. Değil dünya veya bir öteki kendi hacetine dahi yetmeyen bir yere sıkışıp kalıyor. Cıvıl cıvıl bir ortamda insanlığa ümit pompalayan ilmî, fikrî ve entelektüel tartışmalardan politikanın siyasetin sığ kamplarında yer alıyor olmak oldukça can acıtıcı…
Maalesef bugünkü Türkçe terminolojimiz yetmiyor, bunu ya eskilerin makalât ya da el-milel ve’n-nihal dedikleri kelimelerle konuşacağız ya da bu çağda anlaşılan Batılı terimlerle konuşacağız ama Marksist mecrada sekter tutum denilen bir tavır vardır. Yani Marksizm’i belirli bir dar duyarlılıklar temelinde hapseden tavır demektir sekter tutum. Ama bu da Kilise geçmişinden geliyor, bizde neye tekabül ettiğini sıradan insanımızın pek anlamadığı mezhep ve tarîkât ayrışmalarına karşı Hristiyanlıkta denominasyon, order, sekt ve cult ayrımları vardır. Yani kendi dar zihninin, dar dil dünyasının yer verdiği şeyi İslâm sanan, ona sımsıkı sarılmayı “Allah’a kurban olmak” sanan ve bunu da en çok bir başka dar zihin dünyasına kıstırılmış öteki insanları şeytanlaştırarak başarıya ulaştıracağını sanan o matruşka örneği yerinde, ‘karikatür Müslümanlıklar’… Hind görgüsünde bir sofrada misafir bol bol geğirmiyorsa yemeği beğenmedi sayılır. Bu sadece Hindulara mahsus değil, Hintli bir Müslüman da sürdürebilir bu göreneği. Bu yerel bir görenektir. Yerel göreneklere İslâm denir mi efendim! Nikâhta iki şahit bulunacak, ama zinhar nikâhın tarafı olan kadın bulunmayacak, kadının ne işi var nikâh merasiminde falan…
Yahu kadınları okuttunuz, okuttuk, bu en doğal haktı. Şimdi siz kalkıp da bu kadına nasıl “kendi nikâh akdinde senin bulunman câiz değil” dersin? Ve kadınları okutmak sanıldığı gibi Kemalist Cumhuriyet’in başarısı değildir. 1980’lerde bir ev kadınları devrimi yaşandı Türkiye’de ve kadınlar kızlarını, “bu kız okuyacak” diye direterek, babaların tehlike algılarını da başörtüsüyle bertaraf etmek suretiyle oldu bu devrim. Burada dindarlık söz konusu değil, bir taşra namus anlayışının güvencesi idi başörtüsü çok yaygın olarak. Birtakım cemâatler, tarîkâtlar buna bir manevî/dinî içerik kazandırmaya çalışmış olabilirler. Nitekim 28 Şubat’ta başını açan, peruk kullanmayıp başını açan geniş bir başörtülü kesim oldu. Şimdi yine bir baş açma dalgası yayılıyor. Bu baş açma dalgası da öyle dinden çıkma falan değil; bu dinin, bu saldırgan, nobran, şeytanlaştırıcı temsilin, dinle alakasının olmadığını, bir taşralılık olduğunu görerek âdetâ “ben sizden değilim artık kardeşim” veya “ben bunlardan teberrâ ettim” diyerek başını açan Müslüman, mümin hanımlar biliyorum. “Nasıl olur, Müslüman mü’min kadın başını nasıl açarmış, sen ne diyorsun hoca!” diyebilirler. Ama gına getirdiniz. Deist olanlar varmış, niye deist oluyor çocuklarınız anlayamazsınız tabiî. Bu gerçeği reddederek gelenekçi körleşme ya da görenekçi bir taassuba mahkûm etmeye kalktığınızda, bu insanlar elinizden ıslak sabun gibi kayıp gidiyor. Ve sizin dar dünyanızın dışına çıkmak istiyorlar. Bunlar inançlarını terk etmiş değil, neye inanacaklarını da doğru dürüst bilmiyorlar. Bütün o eğitim çabasına, Kur’an, tefsir okutmalara bilmem nelere rağmen kapak atıyor gençler, bu maalesef hazindir.
Gençleri, hatta orta yaşlar arasındaki yaygınlaşan deizm veya başörtüsü açma sorununun içten sebeplerine değindiniz. Gayet yerinde tespitler… Gerekçelendirdiğiniz şekliyle deizm ve baş açma furyasının bilinçli, bilinç düzeyi oturmuş, ‘neye inanacağını bilmiyor olsa da’ ‘neye itirazı olduğunun gayet farkında’ bir itiraz dalgası olduğu kanısı oluştu bende. Ama deizm pek de yatağını bulmuş bir itiraz değil. Konudan kopmak istemiyorum ama değindiğiniz için bu noktaya dair sorunu daha net ve birkaç boyutuyla anlamak açısından kısa bir açıklama istesem: Gençler veya orta yaşlılar arasındaki bu dalgayı büyüten başka hangi sebeplerden bahsedersiniz?
Evet, mesele sadece zihniyet darlığı gibi ideolojik bir nedene dayanarak açıklanamaz tabii. AK Parti iktidarlarının yakaladığı iç ve dış konjonktür, ekonomide ve refah seviyesinde belirli ilerlemeler kat edilmesine yol açtı. Bundan daha önemlisi sosyal katmanların göreli refah artışından çok daha büyük bir refah talebinin ortaya çıkmasıdır. AK Parti’nin 2010’ların ilk yıllarına kadar sürdürdüğü refahı arttırma ve tabana yayma siyasetiyle zincirinden boşandırdığı bu yüksek refah talebi ve beklentisi o yıllardan bu yana gitgide daha düşük düzeylerde karşılanabilen bir talep ve beklenti oldu. 2010’ların ilk yıllarına kadar ivmesi artan bir orta sınıflaşma yaşanmış olması, 8 yıllık kesintisiz ve bilâhare 12 yıllık zorunlu eğitimle birlikte artan okullaşma ve eğitim düzeyinin gitgide yükselmesi demografik göstergelerin dönüşümü yanında değer sisteminde de çok önemli bir dönüşüme yol açtı. Dünya Değerler Araştırması’nda kullanılan değer setleri ayrıştırmasını kullanacak olursak toplumun alt sınıfları ile üst sınıfları göreli olarak materyalist değerlerin tatmini arayışına sürüklenirken başlangıçtaki göreli demokratik ortamda –ki bu ortam 15 Temmuz sonrasında yerini büyük ölçüde otoriterleşen bir siyaset ortamına bıraktı– orta sınıflar post-materyalist değerleri tanıyarak onların tatmini arayışına yöneliyordu. İnsan onurunu, bireysel özgürlükleri, Üçüncü Kuşak Haklarını öne çıkaran bu orta sınıf talepler, eski orta sınıflar kadar eğitim yoluyla toplumun orta sınıflarına katılan yeni orta sınıflar arasında da çok daha büyük bir kabul gördü.
Muhafazakâr yeni üst sınıflar materyalist değerlerin üst düzey ama banal ve rüküş bir tatmini ile görenekçi dindarlığı yalap şap eklemlerken alt sınıflar sosyal yardımlarla tattıkları göreli dar refah artışıyla başka bir anlamda fakat yine de banal ve rüküş materyalist değerlere yönelir oldu. Alt ve üst sınıfların bu banal ve rüküş materyalizmleri ile gösterişçi ve giderek bağırgan görenekçi dindarlığı arasındaki uçurum, hayata yeni adım atan gençlerin ve tutarlılık beklentisi yüksek yetişkinlerin bu parodiyi protesto ederek ayrışması ile sonuçlandı. Başka bir anlatımla, dindarlık gösterişinin dökülen foyası altında sırıtan bu materyalistik değerlere doludizgin hücum, özellikle alt ve üst sınıfların materyalizmleri altında post-materyalist değer tatmini beklentileri tost olan orta sınıflarda ivmesi gitgide artan bir yabancılaşmaya ebelik etti. Yabancılaşmayı burada özel bir anlamda kullanıyorum. Hâkim reel kültürü domine eden görenekçi dindarlığın çelişkilerle dolu, hem kel hem fodul, hep mağdur ve hep alacaklı reel kültüründen kopma ve ayrışma anlamında bir yabancılaşma bu. Manevî değerleri yüceltme görüntüsünün altındaki bu görenekçi sahtekârlığın protestosundan doğan bu şeye Deistlik, onun yaygınlaşmasına da deistleşme deniyor. Oysa mesele dinî bir sonuç veriyor görünse de, sosyal bir krizin doğurduğu bir tepkidir söz konusu olan.
Bir önceki sorudan devam edelim. Hocam ufkun daralması konusunda bir şeyler konuşmak istiyorum çünkü hemen bu konudaki düşüncelerimi şu şekilde dile getireyim. Sadece Türkiye üzerinden ve Türkiye’yi merkeze alarak, bu da herhalde bir imparatorluk kültürüne dayandığı için bir Osmanlı bakiyesi dolayısıyla biz bu ümmetin derleyip toparlayan kurucu bir unsuruyuz gibi bir kabul var. Türkiye üzerinden ümitvâr olmak veya şu anki mevcut siyaset üzerinden bir ümitsizlik devşirmek ve dolayısıyla dünyayı veya dünyadaki İslâmcılığı, İslâmî çabaları veya İslâmî düşünceleri ve tecdid anlamında diyorum. Türkiye üzerinden konuşmanın bariz etkileri ve sakıncaları üzerinde tabiî sizlerde görüyorsunuz bunun üzerine duralım istiyorum. Tabiî ki isterseniz buna değinebilirsiniz. Tecdid hareket, olarak Türkiye’de işte tercüme hareketiyle birlikte birçok kişinin etkisini zaten biliyoruz yani Efganî’den bu tarafa getirebileceğimiz isimler. Türkiye’deki Kur’ancı –katıldığım için değil hoşuma gitmeyen bir ifade olmasına rağmen meramımı ifade edebilmek için– söylemin ve bu tecdidi hareketin tıkandığı nokta üzerinde biraz durmak istiyorum. Bizim tıkandığımız ve olması gerekirken bir yerde türbülansa düştüğümüz, patinaj çektiğimiz noktaları da tespit etmenizi istiyorum, buna dair neler söylemek istersiniz?
Daha geniş bir çerçeveye yerleştirmek lazım bu tıkanmayı. O da yeni akademik ilgiler doğdu, tırnak içerisinde bizim imparatorluğumuz, bizim dünyamız gümbür gümbür çökerken, yeni fikir ve ilgiler, yeni ideolojik ilgiler, yeni akademik ilgiler doğdu. Bu ideolojik, fikrî, ilmî eğilimlere paralel olarak da bunlar bir çözüm arayışına girdiler. Ama bu çözüm arayışının üretken olamaması, çok cılız kalması hasebiyle kendiliğinden veya güdümlü bir biçimde yani kestirme çözümler arayan ve bu çözümleri de paldır küldür dile getiren bir Müslümanlıkla nasıl olsun şimdi? Okuyalım Kur’an’ı, Kur’an ne diyorsa o. Yani Kur’an’ın değeri her şeyden muazzezdir Müslüman için. Elbette Kur’an aslî nasstır. İslâm’ı tarif eden şeydir Kur’an. Birilerini Kur’ancı olarak yaftalayanlar, kendileri sanki Kur’an’ı göz ardı edebilirlermiş gibi hatta Kur’an sadece teberrüken okunsun da mânâsına öyle her önüne gelen kafa yormasın tarzında… Bir zamanlar Kilise’nin Kitâb-ı Mukaddes okumayı avama yasaklaması da böyleydi.
Katolik Hristiyanlıkta avam, ruhban olmayan Hristiyan manasına gelir, Latincesi ile avam, laikler demektir. “Aman avam Kitâb-ı Mukaddes’i okumasın”. Neredeyse işi buraya vardıracak bir Kur’an alerjisi ile meal okumayı zinhar yasaklayacak, bir tür Kur’ancılık karşıtlığından Kur’an’ı sadece tebberüken okuma, anlayarak okunması tehlikeli bir kitap ilan eden bir tavra savruluyor gelenekçi Müslümanlık. Böyle olunca Kur’an’a kafa yormanın bir tür mektep kaçkını formları, dersine az çalışmış insanların, Kur’an’dan paldır küldür hüküm çıkarma koşturmacası diyebileceğimiz “avâmî bir Kur’ancılık yaygınlaşır oldu. Aslında dindarlıkla hiç alıp veremediği yok da dindarları dövmek gibi bir hırsı olanların, “Kur’an’da o var mı kardeşim, göster bana” hoyratlığı içinde, Kur’an’ı açılıp bakılacak bir yönerge gibi, bir hukuk kitabı gibi bir düzeye indirgeyen, Müslüman kimliğin inşasında Kur’an’ın olağanüstü rolünü bir tarafa bırakmış ve de Kur’an’dan bir din talimatları yönergesi çıkarmaya çalışan, yarı aydın bir kitle oluşumu. Akademi dünyasında bunların başını çeken bir takım kişiler de var. Ama Kur’an böyle ele alınacak, her devirde herkes tarafından “anlaşılır bir metin” değildir. Bakın buradan “Kur’an anlaşılır bir kitap değildir” anlamını çıkartanın alnını karışlarım. Burada tırnak içinde vurgulamamız gereken şey onun “bir metin” olup olmadığıdır.
Kur’an’ı anlamak öncelikle bir cehd işidir. Bu cehdin, elbette 1400 yıl önceki şartlarda ve onun diliyle ve onun 1400 yıl önce indiği toplumun problemleriyle uğraşan bir tarafı var ama bir tarafı da bütün insanlara bir sesleniş olduğu kabul edilmelidir. Ama “eyyuhe’n-nâs”ı gördüğü her yerde “ey insanlar” diye çeviren mealci küntlüğe de düşmemek gerekir. Çünkü “eyyuhe’n-nâs”, ‘ey ahali!’ demektir, bütün insanlık, kıyamete kadar yaşayacak bütün insanlar filan değildir. Şimdi biz bu mecrada Türkiye’nin çok kısır kaldığını görüyoruz. Nitekim Efganî’nin, Abduh’un teşviki ile Osmanlı aydınları arasında entelektüelleşen bazı kişiler yani Müslümanlığın yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini ve tarîkât geleneklerine, kocakarı ilaçlarına, çaput bağlamalara, yatır ziyaretleri, tekke vs. içinde bir tür efsun ve büyü faaliyeti ile bütünleştirilmiş dindarlıklara… bizim Müslümanlığımız olarak gördüğümüz şeylerin aslında İslâmî duyarlılıkları kuruttuğu, hayatın bu ayrıntılarında İslâm’ı tümüyle kaybetmemize yol açtığı… Tuhaf değil mi, Mısır ulemâsından birilerinin kafa yorduğu meseleleri tanıyarak aymış insanlar yetişiyor Türkiye’de, çok cılız bir hareket olarak üstelik. Yani Mehmet Akif var, İzmirli İsmail Hakkı var, Kelâmcıdır. Efendim zamanla bu Klasik Modernizmin –Efganî, Abduh çizgisinin– Hind alt kıtasında bir İslâm Neo-modernizmine dönüşmesi, bunun başını çeken de Fazlurrahman’dır, bu adamlar hep zındıklıkla suçlanmışlardır.
Bulundukları her toplumda bunların fikirlerini merak eden eski kolonyal topraklardan, Fas’tan, Tunus’tan, Cezayir’den yetişmiş, Arapça problemi olmayan ama geleneksel bakış açısının dışına çıkarak modern fikriyâtı tanıma fırsatı bulmuş insanlar vardır. Bunun bir parçası da Kutub’lardır. Müslüman kardeşlerin radikal kanadından birtakım insanlar, tecdîdî faaliyet diyebileceğimiz, sonradan siyasal İslâm’a dönüşmüş olan İslâm toplumu inşası hareketlerinin fikrî önderlerini keşfederek Türkiye’de yenilikçi bir Müslüman kuşak yetişti. Bu sadece ilahiyât fakültelerine münhasır bir şeyde değil üstelik. Çeşitli dini duyarlılıklar içerisindeki çevrelerde bu figürleri keşfeden, hakikaten düşünme çabası içinde bir Müslüman tefekkür cehdi ve entelektüel birikimi oluşmaya başladı ama bu zayıf bir çığırdır. İslâm dünyasındaki velûdiyete bakılacak olursa Müslüman dünyanlar içerisinde oldukça zayıf bir harekettir Türkiye’deki.
Bir zamanlar bu modern fikriyâtı ve tartışmayı tanımış birilerinden etkileniyorlar ama bu insanların, bu yenilikçi kuşaktan yetişenlerin çok azı Batı’daki fikrî tartışmayı, felsefî arbedeyi, bilimsel gelişmeyi doğrudan izleme şansına sahiptir. Yenilikçi kuşağın bir kısmı aslında tarihi yeniden okumak, İslâm’ı tarihten ayrıştırarak, bir kısmı da tarihte keşfetme yolculuğuna çıktılar. Bunların ikisine de tarihçi Müslümanlar denebilir. Ama ayrı damarları var bu işin. Bir kısım arkadaşlarımız İslâm’ı tarihte keşfetmeye, bir kısım arkadaşlarımız tarihsel cürufu temizleyerek İslâm’ın sâfiyetini ortaya çıkarmaya, bir tür arkeoloji yapmaya yönelmiş insanlardır. Tabiî zamanla popüler gündemde tanınmaya başladıklarında bu arkadaşlar, zındık damgası yemeye de başladılar. Geliştirmeye çalıştıkları tartışmalar nedeniyle böylesine, hoyrat bir projektör tutularak tavşana çevrilmelerinden dolayı bu arkadaşlarımız biraz mahcup ve biraz apolojetik bir tavırla özür dileyerek bezgin modernistlere dönüştüler. Yani ilk söyledikleri sözler cesur sözlerdi, daha sonra gelenekçi bağnazlık ve geleneksel körlük tabiri caizse tükürdüklerini yalattı bunlara. Köşelerine çekilmiş arkadaşlarımız vardır, bu tür bezginlik yüzünden, tarihselci veya modernist apolojetik de ciddî bir fikrî derinlik, entelektüel yoğunluk kazanamadı Türkiye Müslümanları arasında.
Evet, bu arkadaşlarımız Arap dünyasında Marksizm’den etkilenmiş veya yapısalcılıktan etkilenmiş insanları tanıyorlar ama yapısalcılık nedir bilmiyorlar. Hakkında hiç bilgi sahibi olmadıkları anlamında değil, bu çığırların başka temsilcileri veya metodolojileri hakkında bir sosyal bilim vukufuna sahip değiller. Başka bir örnek de Türkiye’de İzutsu adında bir Japon Arap dil felsefesi üstâdının birkaç kitabı çevrildi. Bu üstâd aynı zamanda Semantikçidir. Toshihiko İzutsu’yu biliyorlar ama semantik nedir, biraz önce söylediğim anlamda onu bilmiyor bu insanlar. Eski sömürgelerde yetişmiş birtakım beyinler, Batı fikriyâtını, Batılı akımları, eğilimleri derinlemesine tanıyarak İslâm’ın hizmetine sunup Müslümanların problemlerini çözmek için kullanmaya yöneliyorlar. İşte kimi Marksist metodoloji ile kimi hermenötikle, kimi yapısalcılıkla bir ufuk açmaya çalışıyorlar. Biz bu ufukları yani Cabirîyi, Hasan Hanefiyi vs… söz konusu olduğunda yapısalcı dil bilim meseleleri bir metodoloji olarak karşımıza çıkıyor, Hasan Hanefî denince sadece Maksizm değil, ana damar olarak Marksist Antropoloji bir metodolojik damar olarak karşımıza çıkıyor.
Şöyle toparlayalım: Türkiye’de 19. ve 20. yüzyılda Batı’da neyin doğduğu, kökenleri 18. Yy. 17. yüzyıllara geri gidiyor ve bunlar biliniyor belki ama 19. 20. yüzyılda Batı’da neyin doğduğunu ve nasıl bir fikrî, ilmî felsefî çığırlar içinde ortaya çıktığını kavrayacak bir vukufla İslâmî ilimlerle uğraşmıyorlar. Yani dar bir İslâm söylemi oluşturmaya çalışıyor bu yenilikçi arkadaşlarımız. Emekleri gerçekten şükrana layıktır, ama yetmez. Yani bu arkadaşlarımızın söz konusu apolojetikten kurtulması için de bir zemin temizliği gerekiyor Türkiye’de, ama bu zemin temizliğinin bugün yapılabileceğini umamıyoruz. Fikrî, ilmî ve felsefi cehdi teşvik edecek ve hakettiği mevkîe yerleştirerek ona saygınlık atfedecek, itibar kazandıracak bir zemine ihtiyaç var ama maalesef bu üniversitelerin sefaleti içerisinde mümkün değil. Siyasi vasatın bu suskunluk dünyasında da mümkün değil. Böyle olunca Türkiye zaten bir suskunluğun karanlığına gömülüyor. Yani yenilikçiler nasıl konuşuyor? Kim neyi konuşabiliyor ki valla? “Döveriz” diyor herkes. Yani kılıç çekmiş bekliyor. Aslında anlamadıkları entelektüel bir cehdi kalın kafalılıkla zındıklık olarak damgalayan geniş bir aforoz coşkusu yaratıyorlar. Bugün siyasette Yunan dilinde “mobokrasi” denen -Aristo’nun kullandığı bir kavramdır- ya da Roma çağında Latince “oklokrasi” olarak karşılanan bozulmuş tefessüh etmiş demokrasinin bir türü, burada da karşımıza çıkıyor. Yani avam kitlelerinin bir güruh coşkusuyla toplumun geri kalan kısmını suskunluğa gömdüğü, baskı ve tahakküm altına aldığı ve bunun da bir takım demagogların siyasi hükümranlığa hizmet ettiği tefessüh etmiş bir sözde demokrasi. Dolayısıyla fikrî çölleşmemizin arkasında bunların hepsi rol oynuyor.
Birtakım arkadaşlarımız, rahat bir nefes alabilmek için Türkiye dışında çözümler arıyorlar haliyle. Kendi fikrî ferahlamaları açısından bulabilenler gidiyorlar. Türkiye böylelikle beyinlerini kaybediyor ama zaten böyle beyinlere ihtiyacı olan bir ülke miyiz ya da bu ihtiyacın ne kadar farkında bir toplumuz, orası da ayrı bir konu. Bu kadar da bıçkın bir konuşmanın belki anlamı yoktu ama ve bir kısım arkadaşlarımız böyle heyecanlı bir üslupla konuşmayı seçmiş olabilirler. Bu kadar affedilmez bir günah değil heyecanlı konuşmak ama öküz altında buzağı arayanlar affetmiyor ve bu insanları ülkeden kaçırmayı büyük bir marifet sanan büyük bir nobran güruh, gitgide daha hâkim hale geliyor Türkiye’de. Türkiye Müslüman zihnin yeniden yenilikçi bir ivme kazanması, varlık göstermesi için bu zeminin, bu işi ödüllendiren bir zemine dönüşmesi gerekiyor. Bu aslında topyekûn bir dönüşümü gerektiriyor. Maalesef üniversitelerimizin entelektüel hayatı son derece kısır, bu kurumlar “çocuk okutma” teşkilatına dönüşmüş durumda. Çocuk okutma nedir yani! Bunun ötesine geçmek gerekiyor. Bu ülkenin problemlerinin teşrih masasına yatırıldığı kurumlar değil üniversiteler. Hatta buna kafa yoranları ahmak kabul eden, “ne kafa yoruyorsun, prof. olmana bak sen! Yaz çiz, düşünmeden yaz çiz…” O zamana kadar konuşmayacaksın… Sanki prof. olunca konuşacak bir şeyi kalacakmış gibi… Ben şimdi seviyeyi biraz daha yükseltmek istiyorum; bu modernist ilgilerin, tarihselci ilgilerin dayandığı limitleri aşmanın bir yolunu aramamız lazım. Bu da tarihselci ve modernist ilgilerin belki eşiğine dayandığı bir şeyi ciddîye almakla mümkün olabilir. O eşik aslında tevhîd mesajında içkin beşerî çığlığı kavrama cehdidir.
‘Tevhîd mesajında içkin beşerî çığlık’… Biraz açalım hocam?
Tevhîd mesajı ilahî bir mesajdır. Ama bunun içinde meknuz beşeri bir çığlık vardır. Bu beşeri çığlık esasen Semitik Ruh’un çığlığıdır ve dünya mâneviyât havzaları içerisinde Semitik mâneviyât, ötekilerden çok radikal biçimde farklı bir çığlığı dile getirir; bir beşeri çığlığı… İslâm da bu Semitik havzanın, Semitik mâneviyât havzasının bizce en son çığlığıdır. İslâm, Semitik çığlığı en radikal bir şekilde seslendirir; yani burada kelimeyi Semavî olarak kullanmak mümkün iken ben bunu Sâmî kavimlerinin ruhunun çığlığı olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. En eski başlangıç dönemlerine gidecek olursak Sâmî kavimlerinin çığlığı, tanrı krallar çağını sona erdiren bir çığlıktır. Yani “kral tanrı olamaz, tanrılık sadece Allah’a mahsustur. Kimse elindeki gücü gözümüze sokarak bize tanrılık taslamasın. Hiç kimsenin tanrılığına boyun eğmeyeceğiz” çığlığı bu!
‘Semitik ruh’, ‘Semitik çığlık’ bir siyaset felsefesi gibi…
Aslında bir devlet gücü ve zorbalığına karşı, kralların monarşik tanrılıkla birleştirilmiş zorbalıklarına karşı, tâ Hz. İbrahim çağından itibaren bir başkaldırı, bir manifesto, bir protesto olarak doğdu Semitik ruh. Kralı tanrılığından azletmek çığlığıdır bu. Tanrılıkla özdeşleştirilmiş bir güç, kudret müessesesi olarak krallıkları yeryüzüne indirme ve tanrılıktan azletme, insanı kralla eşitleyen bir çığlıktır bu. Tevhîd, yani teolojik anlamıyla çok metafizik bir anlamda Allah’ın zatının yücelenmesi, birlenmesidir ama bunu beşerî düzlemde anlamak çok mühimdir. Bir kere dünya mâneviyât havzaları arasında Semitik havzanın özel bir yeri vardır. Yani tanrı fikrine bile sahip olmayan mâneviyât havzaları var yeryüzünde. Bakın tanrı tasavvuru yok adamın kafasında, onun mâneviyât havzası bambaşka, kalkmışsın diyorsun ki “Allah her kavme bir peygamber gönderdi”. Adamın tanrı tasavvuru yok, ne peygamberinden bahsediyorsun! Müslümanlar tarih boyunca bu Semitik çığlığı kavramak yerine Semitik geleneğin oyalanmalarıyla meşgul oluyorlar.
Müslümanlar Budda diye bir adamı tanıyorlar, ne zaman? İşte 5. yüzyıla kadar tanıdılar muhtemelen. Yoksa Budda peygamber mi? Hindu mâneviyât havzasında tanrı fikri yok ki Budda tanrının peygamberi olsun. Yunan felsefesi ile meşgul olanlar var, ‘Sokrates ya da Platon olsa olsa peygamber olur”. Yunan’da tanrılar var, var da o senin bildiğin anlamda tanrı değil ki bunlar. “Yani bir tek tanrı fikrine benzer bir fikirleri varmış!” Burada elçi gönderen falan müteâl bir tanrı inancı yok ki! Yani bir bakıma Müslüman bir şeyi anlamaya çok fazla kafa yormak istemediği zaman kendi teolojik kavramlarına yaslanarak ya da kendi kültür dünyasından bir şeye benzeterek “bak puta tapıyorlar” hükmüne varma kolaycılığına sapıyor. Kitabu’l-Esnâm’da bir çok put sayılıyor malum. Hindu dünyasıyla karşılaştıklarında “bak Hinduların da ne çok putları var” falan diyorlar. Hindularda bir sürü putu olan adamlar yok, yani Arapların putlarından farklı, onların puta tapmasında farklı bir durum söz konusu. Öte yandan Hind mâneviyât havzasında, “Yaratan Tanrı” tasavvuru bile yok. Allah inancı Semitik bir tasavvurdur. Allah kavramı ister İbranice’deki Yahve olsun ister Arapçadaki Allah olsun, burada tanrının ilahî çağrısı söz konusudur, ilahî olmakla birlikte, Semitik beşeriliğin bir şahika olarak parlayan çığlığı.
Semitik ruh dediğimiz, İbrahim’den bugüne ilahî bir sesleniş… ‘Semitik çığlık’, kendini, makamını tanrıyla/yaratıcıyla ilişkilendirerek tanrılık taslayana karşı tevhîdî bir itirazdan bahsediyorsunuz, doğru anladıysam…
Sâmî kavimlerinde, bir Semitik mâneviyât bütünü içerisinde bakacak olursak buna, bir Semitik ruhun çığlığı kaynıyor bu mâneviyât içinde ama aynı zamanda Semitik bir gelenek de oluşuyor. Semitik çığlık, çoğu zaman oluşan bu Semitik geleneğe karşı da bir çığlıktır. Hz. İsa’nın asıl muhatabı kimdir? Asıl muhatabı Yahudilerdir. Yahudilere sesleniyor, daha sonra Pavlus, Hıristiyanlığı paganlara seslenen bir dine çevirirken, bir hayli de indirimli bir din haline getirmiştir Hristiyanlığı. Pavlus’a kadar Yahudi Hıristiyanlığı denen ve Yahudi geleneklerine göre sünnet olup domuz eti yemeyen, Sebt gününü gözeten bir cemâat idi Hıristiyanlar –aslında Hıristiyan değil buna müminler topluluğu, Havariler, Hz. İsa’nın tebliğini izleyenler demek daha doğrudur–. Bir sürü Yahudi peygamberi geldi geçti. Bunlar tanrı-krallar çağını söndürecek olan bir çığlık yükseltirken öbür taraftan da bu tanrı krallar dünyasının ruhbanlarına benzemiş, Semitik mâneviyât içerisinde kadîm kültürün ruhbanları gibi bir gelenek oluşturarak yeni zulüm dünyasının payandası olmuş ve yeni zulüm dünyasının manevi sorumlusu olmuş din adamlara ağız dolusu aşağılamalarla konuşur. Her Semitik peygamber, Semitik geleneğe karşı bu çığlığın yeni bir yankısı olarak aynı tevhîd mesajını seslendirmiştir. Biz İslâm’ı Semitik gelenek içerisindeki yerine yerleştirmeden hakkıyla takdir de edemeyiz, hakkıyla kavrayamayız da…
Yahudi ve Hıristiyan teolojisi veya teolojileri, Semitik geleneklerdir. Semitik ruhun çığlığı her üç tevhîd çağrısında da bir şahika olarak parlamışken Müslümanlar zaman zaman bu geleneklere, kısmi bir taraflarına atıfta bulunmakla –çok olsa “İslâm’a İsrailiyâttan ne geçmiş, Hıristiyanlıktan ne geçmiş” sadedinde marjinal ilgilerle– yaklaştılar. Bunu yaparken de çoğunlukla, modern Batı’nın İslâm’ı Doğu’ya yerleştirmesini haklı çıkaracak surette, Doğulu bir tavrı içinde yaptılar. Hâlbuki biraz dikkatle bakılacak olursa modernlik denen şeyin bir taraftan Yunan-Roma öbür taraftan da Yahudi-Hıristiyan köklere dayandığı söylenir, değil mi! Dinler sınıflamasında bu biraz önce yaptığım mâneviyât havzaları ayırımı kapsamında –ki ayrıntılarını konuşamadık ama mesela bir Hind mâneviyât havzası veya bir Aztek, Amerika mâneviyât havzası gibi havzaları ayrıştırdığımızda– Semitik mâneviyât havzasının kendine özgü karakteristiklerini kavramak büyük bir önemi haizdir.
Belki Abbasiler çağının Müslümanları henüz kadîm medeniyetlerle İslâm arasındaki sentezlerin yeni başladığı aşamada bunun daha fazla farkındaydılar ama bugün Müslümanlar, İslâm’ı Mekke’den başlatıyorlar. Hani İbrahimî dinler, hani babamız İbrahim’in diniydi bu? İbrahim Müslümandı demek kolay. Bu anlamda İbrahim’in ilahî çağrısını aynı zamanda Semitik ruhun beşeri çığlığı olarak kavrayacak ve bunun modernlik denen sözümona negatif fotoğrafta nasıl tersyüz edilmiş, nasıl laisize edilmiş, nasıl sekülarize olmuş tepe takla bir duruma yol açtığını ve ruhumuzdaki Semitik çığlığı kavrayacak bir cevvaliyete ihtiyacımız var. “İyi de biz Türk’üz, Sâmî kavmi değiliz ki” diye bir itiraz gelebilir. Şimdi bu Hıristiyanlığın ve İslâm’ın yayılışıyla, aslına bakarsanız soyca Sâmî kavimlerinden olmayan pek çok halk, millet veya kabile Semitik mâneviyât tarafından dönüştürüldü.
Bu, çift yönlü bir dönüşüm sürecidir aslında. Bir yandan Semitik olmayan bu halklar ve kavimler kendi mâneviyâtları yerine hükümfermâ olan Semitik mâneviyât çatısı altında yer alırken öbür yanda da bu çatı altındaki mâneviyâta Semitik olmayan kendi mâneviyâtlarının unsurlarını taşıyarak onu dönüştürmüş ve hatta tanınmaz hale getirmiş oldular. Semitik mâneviyât, İran dünyasında bir Sâsânî restorasyonu kılığına büründü ve mesela Zerdüştlükten çok etkilendi, İran Müslümanlığı. Bu kadarla kaldı mı pekiyi? Aynı zamanda Hind mistisizmleriyle, İskenderiyye mistisizmleriyle, Mezopotamya mistisizmleriyle ve kadîm dinlerle yeniden bir reforma tâbi tutulmuştur Müslüman mâneviyâtı. İlk reformlara değinmiştim. Emevîlerin devlet ideolojisi/resmî ideoloji olarak tebliğ ettiği Müslümanlığın Peygamber’in tebliğ ettiği İslâm’la hiç alakası yoktu. Buna karşı Semitik çığlığı yeniden seslendirmek maalesef Bedevilere kalmıştır o dönemde. Maalesef diyorum, çünkü onlar da şehirlere doluşmuş Bedeviler idiler. Emsâr şehirlerinde gerçekten hayatları zindan olmuş insanlar idiler ve bir Semitik çığlık olarak ve bu “resmî İslâm”a karşı bir “direniş İslâmı” söylemi oluşturdular. Bunlar hepsi dinde gerçekleşmiş reformlardır. Biz hiç dinde reform olmamış da ilk defa reformu modernistler yapıyor sanan bir cehâlete tosluyoruz bu ülkede.
Üçüncü reform, Abbasiler çağında başlayan ve İslâm egemenliği altında yaşayan kadîm medeniyetler ahalilerinin, kendilerini İslâm’a karşı savunmak yerine İslâm içine taşımak gibi bir cehdin de ürünü olmak üzere –mesela Mezopotamya’da Yunan felsefesinin temsilcisi olanlar, Hıristiyanlığın çeşitli kollarına mensup olanlar hatta Endülüs’te Yahudilerin bir kısmı– kendilerini İslâm içinde ifade etmek zorunda kaldılar. Buna ilaveten İslâm, İslâm içinde daha önce ortaya çıkmış olan “topyekûn yorum mecrâları”nın ilimler haline getirildiği, ulûm-u İslâmiyye disiplinleri haline dönüştürüldüğü bir medeniyet oluşumu içerisinde bir kez daha reforme edilmiştir. Ben ilahiyât öğrencisiyken, sanıyordum ki tefsir ayrı bir ilimdir, hadis ayrı bir ilimdir. Daha sonra bakıyorsun müfessirlerin ayrı bir fıkhı, hadisçilerin farklı bir tefsir anlayışı, müfessirlerin farklı kelâmî görüşleri var. Bunlar aslında rakip İslâm yorum mecrâları olarak bir medeniyet oluşumu sürecinde, ilim disiplinlerine dönüştürülerek uzlaştırılmış, bu suretle Müslüman entelektüel mirası bir kez daha reforme edilmiş oluyordu.
Çok tipik bir örnek vereyim: Sünnet konusunda duyarlı olan arkadaşlarımız Buharî’yi dilinden düşürmez değil mi? Bunlar aynı zamanda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat konusunda da kalın kırmızı çizgilere sahiptirler. Buharî, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat akîdesinin en ikonik bilginlerinden değil mi? Peki, şöyle soralım; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat akîdesine göre iman artan ya da azalan bir şey midir? Hayır! Peki, İmam Buharî’nin kitabu’l-iman bahsinde naklettiği bir hadiste peygamber; iman, artan ya da azalan bir şeydir der mi, der! Ne oldu şimdi? Bu, mesela çok câlib-i dikkat bir meseledir. bugün büyük bilgin kabul edilen insanların Ebu Hanife gibi Buhari gibi ilim ehlinin buna benzer Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat açısından tuhaf görüşlere bu akîde ile hiç uzlaşmayan görüşlere sahip olduğunu görürüz.
Pekiyi, bugüne gelecek olursak İslâm ilimlerini ihyâ etme çabası içinde, kendi tarihimizin ve geleneğimizin dar kalıpları içine kendimizi mahkûm ederek, bugün türlü krizler altında kıvranan insanlığa ne söyleyebiliriz? Yani ilahî çağrının bir beşerî çığlık olarak bizim sadrımızdan taşması artık mümkün değil midir? –Bunu sorarken herhangi bir Müslüman olarak soruyorum. Bu ne akademik bir misyondur, ne de entelektüel bir çabadır.– Evet, artık mümkün görülmese de bunun bir imkânı yine de vardır.
İslâm’ı Semitik mâneviyât havzasının en tavizsiz bir ilahî mesajı ve dinî çağrısı ve aynı zamanda Semitik ruhun en yalın çığlığı olarak yeniden anlamak ve bu mecra içine yerleştirerek, onu hakettiği beşerî, tarihsel ve ilahî çerçeve içinde anlamak gerekir. Hâlbuki Müslümanlar, İslâm sevicilikle ilahî mesajı anlayabileceklerini sanıyorlar. İslâm’ı Semitik mâneviyât havzasına ve Semitik ruhun çığlığı mecrasına yeniden oturtmak gerekir. Bu, aynı zamanda ilahî mesajı da daha doğru kavramanın ve insanlığa bir ilahî mesaj ve bir beşerî çığlık olarak iletilebilecek duyarlıkların tazelenmesi anlamına gelir. Bu, bizim kireçlenmiş tefekkürümüzün, bu kireçlenmeden kurtarılması, meflûç zihinlerimizin yeniden cevvâliyet kazanması, kendi tarihimiz olarak sahiplendiğimiz İslâm tarihinin, Hz. İbrahim’den beri süregelmekte olan öteki evrelerinin doğru dürüst anlaşılarak, Hz. Muhammed ile bunun nasıl bir şahikaya tırmandığını ötekilerin içinde görmek çok önemli. Bakın siz diyorsunuz ki Müslümanların sorunlarını nasıl çözeceğiz? Müslüman iseniz bütün insanların sorunlarını çözecek çığlığı, haykırışı yüreğinizde hissetmiş olmanız gerekir. Çünkü mâneviyât havzalarını bölen, ayıran duvarlar yıkılmıştır. Küresel bir dünyada bütün insanlara seslenmenin bir imkânı da doğmuştur. Ama o sesi ruhunda işitecek, o çığlığı hançeresinden haykıracak insanlar nerede?
İmdi çok ciddî entelektüel bir şey söylüyorum; bu Sâmî dinlerinin büyük peygamberleri neden babasız büyümüşler!? Yani bunun Semitik ruhun çığlığında, beşerî ruhun çığlığında bir rolü var mı acaba? Bu sorunun cevabı, aynı zamanda arkeolojik, antropolojik, sosyolojik ve gerçek anlamda tarihsel bir cehdi gerektiriyor. İslâm tarihi deyince bu İslâm tarihi niye İbrahim’den başlamaz? Eski peygamberler için tarihî kitaplar vardır, tamam işte o yazılmıştır, yetmez. Siz bugün İslâm tarihini yeniden yazıyorsunuz, neden bu peygamberlerin tarihi yeniden yazılmaz? Ve neden bütün bu silsilenin asli doğrultusunu tarihsel gerçekliğiyle açığa çıkartmak için Müslümanların cehdi yoktur. Üstelik sadece “Kısâs-ı Enbiyâ” mantıkı çerçevesinde bir tarih yazmaktan da bahsetmiyoruz. Aslolan Semitik mâneviyâtın yol alışlarını kavrayabilmek, Semitik geleneğin Semitik Ruh ile içine düştüğü zıddiyeti ve ilâhî mesaj ve Semitik çığlığın bu zıddiyetin aşılmasında nasıl bir sesleniş olduğunu belirginleştirecek bir cehd ve ciddiyete ihtiyaç vardır.
Kur’an’da tam da İbrahim’in, İsmail’in, İshak’ın… diye bu isimleri ısrarla birbirine bağlarken, bunları ayırmak da neyin nesi!…
Biz böyle Musevî, İsevî nitelemelerine paralel bir Muhammedîliğe indirgeyerek İslâm’ı bize ait bir din kalıbına sokma çabasının ürünleriyiz. Böylelikle kendilerine Musevi diyenlerin İslâm’dan nasıl uzaklaştığını, İsevi diyenlerin yani peygamberlerinin yolu olarak Allah’ın mesajını kavrayanların bir örneği olarak, bir ehli kitap toplumu olmaya rıza göstermiş oluyoruz. Siz de bir ehli kitap toplumu olmuş oluyorsunuz. Bu anlamda bizim yani bütün bu yeni imkânları, metodolojileri, yeni problematikleri ve gerek dünyanın yeni krizlerini ve gerekse bu krizler içerisinde Müslümanların krizlerini kavrayabilmek için bütün bunları ciddîye almamız gerekir. Dirsekler çürüyünceye kadar bunları tedebbür etmek mecburiyetimiz vardır. Bu mecburiyetin farkında olan yoktur. Ben de bu çığlığı dile getirmiş biri olarak bir katkıda bulunmuş olayım yenilikçiliğe.
Yenilikçi söyleme bir yön teklifi…
Yenilikçiliği mahcup görüyorum. Yenilikçiliği apolojetik görüyorum. Tarihselcileri de modernistleri de… “Biz hakikaten dinimize hakaret içerisinde falan değilim. Biz aslında dinimize gönülden bağlıyız, zaten işte bak biz Mu’tezile’nin imamları da söylemiş kardeşim”, İslâm ulemâsının çok değerli mensuplarından kimin bunları ortaya koyduğunu, ilk defa kimlerin bunu seslendirdiğini anlatmaya çalışıyorlar, bu bir apolojetiktir.
İlmî bir çalışmada yapılan atıftan ziyade, tarihteki âlim ve görüşlere atıf yapan apolojetik tavra itiraz ediyorsunuz. Bu üsluba itiliyorlar da denilebilir. Yani böyle bir üslupta dile getirilmek zorunda kalınıyor.
Evet, bu bir yumuşak veya kapalı engizisyona boyun eğmektir. Bu boyun eğiş bizi Müslümanlar olarak kendi tarihimize kapanmaya zorluyor. Benim Müslümanların tarihi ile bir sorunum olabilir mi? Müslümanların, son peygamber sonrası tarihe kendilerini kapatmalarına yol açıyor. İsa da bizim peygamberimiz, diyor musunuz kardeşim? Neden Hz. İsa’yı ve mücadelesini incelemek, neden Hz. Musa’yı ve mücadelesini ve diğer Yahudi peygamberlerini incelemek sizin İslâm’ı anlamanıza katkıda bulunmasın? Neden bu Semitik çığlık içerisinde geleneklerin nasıl dini tahrif ettiğini görmek üzere, burada bir aydınlanma yaşamak üzere, kendi geleneğinizi sorgulamak bakımından bir ışık tutmak üzere araştırmıyoruz! “Hz. İbrahim hakkında tarihî çok az malumat var hoca, sen de ne diyorsun” diyecekler. Başka birileri de “Hz. Musa’nın yaşayıp yaşamadığını belli değil ki” diyecek. Bu değil ki derdimiz. Semitik havzada üç büyük din var, bu üç büyük din, hepsi Semitik çığlığın ve ilahî çağrının beşerîleşmiş formlarıdır. Bakın bu din beşerîleşmiş bir şeydir diyoruz, buna gelenekler diyoruz, bunlar kendileri ilahî değildir, Müslümanların gelenekleri de ilahî değildir. Gelenek dediğimiz şey insana aittir, sünnet insana aittir. Sadece vahiy Allah’a aittir. Ve sünnetlerin nasıl olup da tefessüh ettiğini, bizimkinin de onlar kadar tefessüh edip etmediğini nereden anlayacağız? Bu ancak onunla karşılaşmak, onunla karşılaştırma yapmakla mümkündür. Ve eğer Müslümanların bir sözü olacaksa bu, Hz. Musa’nın Yahudilere söylediği söz, Hz. İsa’nın Yahudilere söylediği söz kadar bir sözdür Hz. Muhammed’in Araplara söylediği söz. Ve eğer burada bize Hz. Muhammed yeter diyorsanız işte böyle debelenip durursunuz ‘Muhammedanizm’ içerisinde… Sonra da Batılı müsteşriklerin buna ‘Muhammedanizm’ dediklerinde mahcub anti-oryantalizminizi İslâm ilmi sanmak zorunda kalırsınız.
Tevhidi Semitik ruh, Semitik gelenek, Semitik çığlık diyorsunuz… Bunlar çarpıcı ifadeler. Bir yandan da üç büyük din diyorsunuz. ‘Dinlerin aşkın birliği’ tezini akla getiriyor. Bir benzerlik buluyor musunuz, ayrıştığınız nokta nedir?
Dinlerin aşkın birliği doktrini, Semitik din kavramının tüm mâneviyât havzalarına genellenmesi ile o mâneviyâtların da din olarak kavramlaştırıldığı Oryantalist bakış açısına dayanır. Hindû mâneviyâtı veya Buddist mâneviyât din değildir, Tao veya Şinto mâneviyâtları da. Aztek veya İnka mâneviyâtları da din olarak görülemez. Bu büyük geleneklerin yanında irili ufaklı kabile hayatı yaşayan toplulukların mâneviyâtı, bunlardan daha büyükçe halkların ve kavimlerin mâneviyâtları da. Böyle olduğu halde bunları din yerine koymak ve onların aşkın birliğinden söz etmek olacak iş midir? Mâneviyât havzalarının özgül karakteristiklerini kavramaya yönelmek yerine bunların aşkın birliğinden söz etmek, bütün mâneviyâtların ilâhî ortak paydalarını onların geleneklerinden keşfe kalkmak nasıl bir opaklığa teslim olmaktır?
Dinlerin aşkın birliği doktrini, modernliğin büyük meydan okuması içinde radikal bir reddiye niteliği taşıyan Materyalizm ve Ateizm karşısında ve dinî gelenekler arasındaki bitmek tükenmek bilmez çatışmalar karşısında ama daha çok 19. ve 20. yüzyıllarla sınırlı karşı-modernist bir duyarlılığın ürünüydü. Sözünü etmeye çalıştığım Semitik mâneviyât, Semitik gelenek, Semitik Ruh ve çığlık, sadece Semitik mâneviyât havzasına münhasır dinleri kapsayan bir tecessüsü dile getiriyor. Bunlar aynı zamanda Batı’ya ait büyük dinlerdir. Bu tecessüs, dinî veya teolojik ilgileri askıya alarak –yani bunun yanında doktriner ya da dogmatik ilgilerin lafı bile olmaz– antropolojik ve tarihî hususiyetleri, ilâhî olanın beşerî zeminde büründüğü diyalektik dönüşümü, kazandığı birbiriyle gerilimli formları, Semitik geleneğin modernlik karşısında uğradığı yenilgiye rağmen modernliğin seküler bir Semitik mâneviyât olarak barındırdığı patolojileri derin bir tefekkür meselesi olarak ele alma cehdine davet eder. Bu, Semitik mâneviyâtın yenilgi ve krizlerini yeniden kavramak üzere Semitik geleneğin antropolojik bir dekonstrüksüyona tâbî tutulmasına, bir zırh niteliğindeki geleneksel kabuğun adeta ölüme terkettiği Semitik çığlığın yeniden açığa çıkarılarak beşerî patolojilerinden arınmamıza bir dâvettir.
Bu güzel söyleşiden dolayı teşekkürler…
[1] Hadarî: Medenî, şehirli…
Kaynak:
http://nidadergisi.com/vehbi-baser-ile-roportaj-fatih-butun/
Prof. Dr.
1961 Eskişehir doğumlu. Lisans öğrenimini 1985’te doktorasını 1993’te tamamladı. 2000’de Uygulamalı Sosyoloji alanında Doçent ünvanı aldı. Hacettepe (1986–1993) ve Kırıkkale (1993–2005) üniversitelerinde çalıştı. 2005-2011 yılları arasında Balıkesir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Başkanı ve Ağustos 2016’ya kadar öğretim üyesi olarak görev yaptı . Halen Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Milli Eğitim Şurası (1995), Aile Şurası (2008) gibi ulusal düzeydeki çalışmalarda katılımcı ve komisyon başkanı olarak görev aldı. “Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Danışma Kurulu’nda (2006-2009) Akademik Temsilci olarak görevlendirildi. TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı (BİDEB) tarafından düzenlenen Sosyoloji, Sosyoloji-Psikoloji ve Siyaset Bilimi-Sosyoloji panellerinde ve çalıştaylarında görev aldı. TÜBİTAK tarafından sağlanan Araştırma Projeleri, Burs Programları ve Proje Yarışmaları’nda değerlendirme kurullarına davet edildi.Yayınlanmış araştırma ve makalelerine ilaveten yurtiçinde ve yurtdışında (Avusturya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Japonya, İspanya, Moğolistan, Endonezya, Kazakistan ve Romanya) Sosyoloji ve Felsefe alanındaki kongre ve sempozyumlarda bildiri sundu. Çeşitli seminer ve konferanslar verdi, televizyon programlarına katıldı. Sosyoloji Derneği, Sosyologlar Derneği ve Uluslararası Sosyoloji Derneği (International Sociological Association) ile bu derneğin Clinical Sociology Research Commitee (RC 46) üyesi olan Vehbi Başer, evli ve iki çocuk babası.