Prof.Dr. Rafael MUHAMMETDİNOV[i]
Bir ulusun dili nekadar eskiyse, o ulusun dininin, felsefesinin ve dünyaya bakışının da o kadar köklü bir geçmişi vardır.
En kadim dillerin içerisine Altay dilleri girmektedir. Bu dil ailesinin içine de Türk, Moğol, Mançur, Kore ve Japon dilleri yer almaktadır. Türk dillerinin kadimliği hakkında 1937 yılında meşhur dilbilimci N. Marr bir makale yazdı. Daha sonra Olcas Suleymanov “Asya” adlı kitabında aynı fikri ifade etti. Daha sonra yapılan bilimsel araştırmalar, Amerikan Kızılderililerinin dilinde Türkçe’nin dil özelliklerinin varlığını ortaya koydu. Burada Asya’dan Avrupa’ya insan göçlerinin M.Ö. 15.000 ─ 12.000 yılları arasında olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca, Türk dillerine ait sözlerin Sümer uygarlığı içinde de yer aldığı tartışmasız bir gerçektir. (Sümer uygarlığı M.Ö. 4000 yılında oluşmaya başladı). Diğer yandan, Türk dilinin sözleri ve gramatik özellikleri Etrüsk (M.Ö. 1000 yılında Etrüsklerden bahsedilmektedir) ve kadim Slavian halklarının dillerinde de görülmektedir. İşte bu tarihsel-kültürel gerçeklik, Türk dilinin baskın (dominant) bir dil olduğunu göstermektedir.
Bilindiği gibi, insanlığın ilk ataları Afrika’daydı. Bundan 75.000 yıl önce insanlar giyinmeye ve takı kullanmaya başladılar. Böylece insan ilk kültür değerlerini yaratmaya başladı. Ve insan güneşi Tanrı olarak kabul ediyor ve Güneşe tapınıyordu. Yani primitif din ortaya çıkmaya başladı. Benim 20 yıllık araştırmalarım, bana ilk din ile ilk dilin aynı zamanda oluşmaya başladığını gösterdi. Din, dil ve insanın kendini tanıması yani benliğini keşfetmesi bir araya gelerek insanlığın gelişimini başlattı. Engels “insanı emek yarattı” der. Oysa ben, buna ilave olarak, “insanı dil, din ve insanın benliği yarattı” diyorum.
Son araştırmalara göre, 60.000 yıl önce, insanlar asıl vatanları olan Afrika’dan Asya’ya göçmeye başladılar. Bu göç yolu Aden Körfezi’nden Arap Yarımadası’nın güneyine, oradan Hint Okyanusu kıyılarından Güney Hindistan’a, daha sonra Güney-Kuzey Asya’dan Endonezya adalarına ve Avustralya’ya doğru oldu. Bu insanlar siyah ırkın mensuplarıdırlar. M.Ö. 50.000 ve 30.000 yıllarında bu insanların bir kısmı Asya’nın kuzeyine ve Avrupa’ya ulaştılar. Bazı iklim özelliklerine göre bu insanlardan Mongol ve Avrupa ırkları oluştu.
İnsanlar ilk sözleri doğadan duydukları sesleri (imitasyonları) taklit ederek ürettiler. Örneğin “kar-kar” diye öten kuşa “karga” adını verdiler. “kak-kuk” diye öten kuşa “kakkuk” (Tatarca “guguk”) adını verdiler. Ağacı gagasıyla oyan ve “tuk-tuk” sesini çıkaran kuşa “tukran” (Tatarca “agaçkakan”) dediler. Fakat doğada sessiz nesneler de vardı. Güneş, ay, dağ, tahta, taş gibi. Kadim insanların bu sessiz nesnelere isim bulma mekanizmasını meydana getirmeleri, dilin oluşumu sürecinde bir devrim olmuştur. İnsanlar doğadaki nesneleri adlandırırken kıyaslamalar yaptılar. Burada Güneşin nasıl adlandırıldığını örnekleyebiliriz. İnsanlar güneş ile kuşlar arasında bir bağlantı gördüler. İlk olarak fark ettikleri kuşlar gökte uçtukları için güneşe en yakın canlıydılar. Bir diğeri, kuşlar her sonbahar güneşe doğru yani güneşin daha etkin olduğu yere, sıcak yerlere doğru göçüyorlardı. Ve üçüncüsü de, kuşlar kendi yuvalarına aya ve güneşe benzer beyaz ve yuvarlak yumurta yumurtluyorlardı. İnsanlar kuş-güneş ilişkisinden hareketle “t + u + k” dediği üç sesten düzenlenmiş “tuk” adını sadece kuşa (Tukran’a) değil, sessiz güneşe de verdiler. Güneşe verilen eski adları biz bu nesnenin (güneşin) rengini ve şeklini yansıtan kelimelerde görüyoruz: (t)ak (ak, beyaz), tugerek (yuvarlak), tegermeç (tekerlek), Tukay (küçük güneş).
Yukarıda kaydedildiği gibi, güneş insanların ilk Tanrısıydı. Eski Türk isimlerinden biri de “Tukberdi” idi. Yani “Tanrıverdi” idi. Tukberdi, “Tuk adlı Tanrı, ana-babaya bu çocuğu hediye etti” anlamına geliyordu.
İnsanın söz yaratma mekanizmasını bulması, insanın doğaya bakışında bir devrim yarattı. Tarihte ilk defa ses, kendi maddi yuvasını (yani kuş boğazını) terk edip, müstakil uçuş başlıyor. Diğer ifadeyle, ses maddeden ayrılıp, ideal ve soyut şeyler alemine geçiyor.
Bu mekanizma çalışmaya başlarken, dil kendisi de ve gerçek insan da oluşmaya başlar. Sonra çağrışım düşünmesi vasıtasıyla “tuk” kökünden yüzlerce kavram ve onları yansıtan kelimeler icad edilir.
Aşağıda insanlar için en kadim ve en önemli 10 sözcüğün açıklaması yapılmıştır:
1- Tabiattaki bir varlığın çıkardığı ses ve o varlığın adı : tuk-tuk, tukran.
2- Güneşin şekli : tugerek (Tat. “yuvarlak”).
3- Güneşin rengi: (t)ak (Tat. “beyaz”), yaktı (Tat.”aydın, ışıklı”), “der Tag” (Almanca “gün”).
4- “Bir” sözünün anlamı: tek (bir olan, yegane), teüge (Tat. “ilk, birinci”), taktaş (Tat. “tek taş”), yek (Farsça “bir”).
5- Tanrı anlamı: “Tukbirdi” (Tat. “Tanrıverdi” anlamında çocuk adı).
6- Dağ ya da tepenin anlamı: tau (Tat.”dağ”). “Tau/Dag” sözü güneşle ilgilidir. (Kadim insanlar yerden fışkıran lavları güneşin yeryüzündeki tohumu (parçası) olarak kabul ettiler. Böylece güneşle yanardağ arasında bir anlam ilişkisi (semantizm) kurdular. Daha sonra insanlar dağların konik şekli ile “üçgen” arasında bir bağlantı kurdular. Böylece üçgen güneşin ya da ayın sembolü oldu. Gerçekten de, bütün halklarda astral sembol olan beş ya da altı köşeli yıldızlar, üçgenin değişik biçimlerde üst üste gelmesiyle oluşmaktadır).
7- Yerden göğe doğru uzanan bir cismin adlandırılması: tayak (Tat. “dayak, sopa”), tikmek (Tat. “iğneyle dikmek”), suk (Rusça “dal”). “Tayak”(dayak) sözcüğü de “tau” (dağ) sözü ile ilişkilidir. Tek başına duran dik bir cisim, göğe doğru uzanan dağın küçük bir halidir.
8- Çocuk, evlat, soy (nesil) ve halk sözlerinin çıkışı: bala-çağa (Tat. “çoluk çocuk”), çak-çak (kadim Türkçe’de “güneşin çocukları”), Sak-Sok (Tatar folklorunda iki kardeş ismi), Taktogul (Kırgız adı), (ç)ogul (“oğul” kelimesinin kadim şekli), kon-tiki (Kızılderili dilinde “güneşin oğlu”). Güneşle çocuk arasında şöyle bir bağlantı kurulabilir. Kuşların yumurtası ve erkeğin spermi ak renkli oldukları için, güneşin rengi ile yani “(t)ak” ile ilişkilendirilmiş ve güneşin yardımı olmadan çocukların olamayacağına (üremenin olamayacağına) inanılmıştır.
9- “Reis, lider, kağan” sözlerinin kaynağı: sakçı (koruyucu; Türk kültüründe damadın (güveyinin) yanında duran sağdıç), tag (Etrüsklerde dini lider, toplum önderi). Çoğu halklar kendi liderlerini güneşle eşdeğer tuttular. Bu gelenek Türklerden Ruslara da taşındı. Ruslar liderlerine “Knyaz” adını verdiler. “Knyaz” sözü eski Türkçe’deki “Kuneş” (Güneş) sözünden gelmektedir.
İlk çağlarda kağanlar (liderler) halkın, toplumun bilmediklerini bilen insanlardı. Onlar, gezegenlere bakarak halklarının geleceği hakkında fikir sahibi olabiliyorlar ve halklarını güvenlik içinde yönetiyorlardı. İnsanlar kağanlara bu gücün güneş ve gök tarafından verildiğine inanıyorlardı. Kağanın güneşle ilişkisine Tatar fiili “ukımak” (okumak) göstermektedir. Bu fiilin ilkel şekli, galiba, “çukımak” idi ve ilkel anlamı “güneşi öğrenmek, güneşe tapınmak” idi. Bu anlama “çukınmak” (Tat. “haç çıkarmak”) Tatar fiilinin de anlamı yakındır.
10- Hayat, varlık, zenginlik, üremek, sağlık, doymak: tuk (Tatarca “tok”), saulık (Tat. “sağlık”), doğma, çok).
Şimdi, buraya kadar örneklenen iddiaların doğruluğunu kanıtlamak için bir kökten farklı sözcükler türetelim. Örnek kök “kar” olsun.
1- Kar-kar (ses imitasyonu), karga (kuş adı).
2- Kar (gökten dökülen beyaz nesne), kara (Japonca “kırmızı”), krasnıy (Rusça “kırmızı”), goret (Rusça “yanmak”).
3- Kurultay, hural (Moğolca “kurultay”. Kurultaya katılanlar çember şeklinde oturuyorlardı), krug (Rusça “çember”), hor (Rusça “koro, şarkıcılar topluluğu), horovod (Rus halayı).
4- Şimdiye kadar kök bulunmamıştır.
5- Karabirdi (“Kara” isimli bir Tanrının verdiğine inanılan çocuk adı), horos (Rus kültüründe Güneş Tanrısının adı).
6- Kurgan, zikkurat (Sümerlerde “ritual piramit şeklindeki mezar üstü”), gora (Rusça “dağ”).
7- Kürek, kirpi, kirka (Tat. “kazma”), kir (Farsça “erkek cinsel organı”), her (Rus bayağı dilinde “erkek cinsel organı”).
8- Hör (Çuvaşça “kız çocuğu”), girl (İngilizce “kız”), Tengri (Tat. “Tanrı”; En eski formu “Tengiri” idi. “Gir” oğul, “ten” güneş anlamındaydı), kişi-kara (Tatarca “insanlar”), karın, kardeş, Bulgar, Hungar (Kadim devirlerde “gar” halk anlamına geliyordu).
9- (K)ir (Tatarca “er, erkek” demektir), kart (Tat. “yaşlı”), Gireyhan (han ismi), geroy (Rusça “kahraman”), Hiro (İngilizce “kahraman”), herr (Almanca “bey”).
10- Kürkem (Tat. “güzel, çekici”).
Bu örneklerden görüleceği gibi, farklı dillere ait bu sözcükler Türk dillerinden doğmuştur. Şunu söyleyebiliriz ki, Altay halklarının yani Prototürklerin (Öntürkler) dillerinin ilk oluşum çağı, Semitik ve Hint-Avrupa halklarından çok daha önceydi. Dil dünyasının oluşumu bakımından ilk sırayı alan Türklerde, din ve felsefenin doğuşu da diğer halklara göre ilk kez Türklerde görülmektedir. Çünkü dil-din-felsefe birbirine çok bağlıdır. Ayrıca, Türk dilinin en eski dil olmasının önemli bir göstergesi de, Semitik ve Hint-Avrupa halklarının ilk Tanrılarının adları Türk sözlerinden doğmuştur. Örneğin, Almanca Tanrı “Gott”, İngilizce “God”, Farsça “Khoda”, Hintçe “Khooda”’dır. Bana göre, bu adların tamamı Türkçe “Kot” sözünden çıkmıştır. “Kot” sözü Türkçe’de “mutluluk, ruh, gönül” anlamına gelmektedir. Türkçe’deki “Kot” sözcüğü “güneş” anlamını bildiren “kaz-kar” köküne iniyor. Bu kök Tatar dilinde de görülmektedir: kızıl (kırmızı), kızu (sıcak), kaz, kar, kara (siyah), karga.
“Kot” sözü “god” (yıl, sene) şeklinde Rus diline de girdi. Rusça’da Tanrı “bog”’dur. “Bog” sözü Türkçe’deki “boga-buga” (öküz) sözünden çıkmıştır. Bir çok halkın bu bağlamda Türklerin de boğayı bir ritüel ya da totem olarak kabul ettikleri herkesçe bilinmektedir.
“Ela, İlu” (Hanaanlarda); “El, Elox” (Yahudilerde); “İlah, Allax” (Araplarda) gibi Semit halklardaki Tanrı isimleri, Türkçe’de güneşi çağrıştıran “balkmak” (Tat. “parlamak”), “balık”, “baldak” (Tat. “nişan yüzüğü”), “balakay” (Tat. “bebek, bala”), “Alkay” (ilk çocuğa verilen isim)”, “ilk” sözlerinden doğmuştur. Yukarıda gösterilen sözlerin “Alk, Alık, Alkay, İlk” dediği temelleri Semitik dillerdeki “Allax, İlax, Elox” kelimelerinin yapısına denk gelmektedir.
Eski Türklerde “Tuk-Sak-Çak-Tak-Tau” denilen Tanrı adları vardı. Tanrı adları bu kök hecelerden doğuyordu. Tanrı rolünü de Güneş üstleniyordu. Dağ (tau), özellikle yanardağ güneşin sembolleriydi.
Dağ, güneşe ulaşmak için kullanılacak bir ulaşım aracı (merdiven) gibi kabul ediliyordu. Bu yüzden Türklerde mezarlar kurgan ya da piramit şeklinde inşa ediliyordu. Ölenlerin ruhunun kurganın ya da piramidin tepesinden Tanrıya (güneşe) erişeceğine inanılıyordu. Eski Türklerde güneşe yakınlaşmak, kainatı anlamak anlamına geliyordu.
O çok kadim devirde idi ve felsefe henüz ayrılmamış idi, bundan dolayı Öntürklerin “tau” adlı dünya görüşü aynı zamanda din de, felsefe de idi. Farzedebiliriz ki, Öntürklerin “tau” presibi Çinlilerin “dao” veya “daosizm” felsefe sistemini meydana getirmesine sebep olmuştu. Çinliler “dao” (Çince “yol”) dediği genel bir kanun esasında doğayı, toplumu ve düşünme metodlarını anlatırlar.
Daosizm konusunda ilk çalışmalar M.Ö. 6. Yüzyılda Lao Tszı tarafından yapıldı. Dao kanunları daha sonra Çinlilerden Japonlara geçti. Japonlarda “Dao”, “To” formunu aldı ve Japon milli dinine “Sinto” (Japonca “tanrıların yolu”) adıyla girdi.
Bizim Türk “Tau” (Dağ) prensibi, eski Yunanlıların “Teos” (Tanrı) ve Romalılarda “Deus” (Tanrı) sözlerinin yaratılmasına öncülük etmiştir. “Tau” elemanı, “Tatar” etnonim sözünün ilk hecesinde de görülmektedir. “Tar” sözü halk; “Ta” kısmı ise, “büyük veya güneşle bağlı” anlamına gelir. Bugünümüz Tatar dilindeki “deü” (büyük) kelimesi de, kadim “ta” sözünün günümüzdeki karşılığıdır. Demek, “Tatar” sözü “büyük veya güneşle bağlı halk” anlamına gelir.
Babalarımız olan kadim Türklerin “Tau” olarak adlandırdığımız felsefesinde “öz” ve “olay” gibi felsefi kategoriler vardı. Varlıknın iç kanununun çalışma mekanizmasını kimse sonuna kadar anlıyamaz. Fakat bu kanun vardır ve o, bir bakımdan, tektir. O, bu dünyaya hayat verir ve dünyayı sürekli değiştirir. Bu kanun, varlığın özü gibi, yani onun iç kalitesidir. Fakat bu öz, belli bir olay şeklinde, örneğin, güneşin renk ve şekli, yanardağ, bitki, kuş, yeni doğan çocuk, kabile, önder veya kağan olarak cisimlenir.
Dil verileri esasında, “genel” ve “tek” gibi felsefi kategoriler de ayrılabilir. Aralarındaki dialektik bağlantı, tek köklü iki sözde görülür:
1. tek – çok;
2. bir – var.
Benim düşünceme göre, Türkler dünyayı şu dialektik şemaya göre anlamışlardır: “Tau” felsefesinin genel iç kanunu timsali “güneş-gökyüzü” idi. Sözkonusu iç kanun da belli tabiat olayları olarak belirlenir. Bu olaylar, minerallerden başlanarak, yavaş yavaş çatallaşarak ve belli bir evrimden geçerek, sözkonusu iç kanunla (güneş ve yıldızlarla) teması plan hikmetli kağan seviyesine gelir.
Böylece, ilk başta yer altından gelen “güneş” maddelerinden, yani lavdan dağlar oluşur. Bu, inorganik dünyadır. Sonra yanardağ toprağı üzerinde, gökyüzüne doğru uzanan bitki ve ağaçlar yetişmeye başlar, yani organik dünya oluşur. Bundan sonra hayvan ve kuşlar, özellikle de ağaçkakan, yani hayvanlar dünyası meydana gelir. Dünya gelişmesinin sonraki etabında, “güneşin” beyaz tohumundan insan doğar. O, “ağaçkakan” kuşunun sesi vasıtasıyla tabiatın iç kanununa isim bulup, kendine göre bunun anlamını kavramaya çalışır. Bu evrimin tepesinde de şaman veya kağanlar, yani tabiatın iç kanunu ile (güneş, gökyüzü ile) teması olan insanlar bulunur.
Böyle bir evrimin timsali olarak kurgan, piramid veya koni şeklinde yanardağ sayılırdı. En yüksek bilimli sıradan bir insan veya kağan bu piramidin tepesine çıkan ve gökyüzü iç kanununu oldukça iyi bilen insan olarak sayılırdı.
Bunların hepsini daha lakonik ve felsefi dilde anlatsak şöyle bir durum meydana gelir: Varlığın özü (güneş-gökyüzü iç kanunu) farklı olaylardan belli olur. İlk ve en önemli olay, müşkerden çıkan “güneş tohumu”, yani lavdır. Sonra zaman geçtikçe olaylar çatallaşır ve, nihayet, evrim sonucunda tabiatın en kamil olayı – insan – meydana gelir.
Sonra, tabiatın bu en kamil olayı (insan), “ağaçkakan” kuşundan almış olduğu dil anahtarı ve düşünme yetisi vasıtasıyla olay dünyasını inceler ve varlık özünü anlamaya, ona yaklaşmaya çalışır.
Ve nihayet, varlığın özünü kısmen ifade eden en kamil olay (insan) tekrar kendi ruhu ve esasına geri dönüşür (güneş ve gökyüzüne kavuşur).
Bazı Amerika yerlilerine değin kabilelerde, yukarıda bahsi geçen fikri tabii şekilde yansıtan gelenek bile vardı: onların önderlerine “güneş oğlu” ünvanı verilirdi. Ölümden sonra vücutları yanardağın kaynayan müşkerisine atılırdı. Bu, büyük olasılıkla, önderin “güneş tohumu” sayılan lava, yani bir zamanlar onu doğurmuş olan esasa geri döndüğünü belirtirdi. Bu onun, güneş ve gökyüzüne kavuşması olarak kabul edilirdi.
Kadim Türklerin varlık anlama prensibi, bazı değişmelerden sonra başka halkların din ve felsefesine yayılmıştır. Mesela, M.Ö. VI. asırda yaşamış ve kadim Mısır papazlarından Sümer uygarlığı bilimlerini öğrenmiş Yunan felsefecisi Heraklit’in, belli bir diyalektiği yansıtan bazı fikirleri vardı. Onun düşüncesine göre, dünyadaki her şey bir kaynaktan, yani tek şeyden meydana gelir. Sonra da, meydana gelen her şey yine tek şeye dönüşür. Sözkonusu kaynağı yani bu “tek şeyi” o, düşüncesine göre tek ilk maddeden oluşan ateşte görüyordu.
Bilindiği üzere, ortaçağ Arap bilginleri Yunan felsefecilerinin mirasını çok iyi bilmişler. Bu sebeple, “Tau” Türk felsefesinin, Arap felsefecisi İbn Arabi’nin “Al-İnsan al-Kamil” (Kamil insan) adlı eserinde (XII. asır) tasvir edilmiş olması hiç te hayret edilecek bir şey değildir. Sonra da, meşhur Türk şairi (eserlerini genelde Farsça yazmış olan) Celaleddin Rumi İbn Arabi’nin felsefi diyalektiğini, herkesin anlayabileceği şekilde “Mesnevi-i Manevi” destanında anlatmıştır.
Hegel, Celaleddin Rumî’nin eserlerini iyi tanıyordu. Bana göre bu tanışıklığın temelinde, Hegel’in son derece önemli olan diyalektik felsefesinin kökleri yer almaktadır.
Daha sonra Marks ve Engels, Hegel felsefesinin üzerinde çalışarak, diyalektik materyalizmin teorisini oluşturdular. Oysa bütün bu felsefeler zincirinin gelişiminde Sümer uygarlığının oluşumundan çok daha önce var olan bizim atalarımızın, Prototürklerin (Öntürklerin), felsefesi etkili olmuştur. Bu Öntürk felsefesi, dilimizde ve dille ilişkili düşünce sisteminde muhafaza edilmiştir.
Türklerin diyalektik tarzda düşünebilmelerini ve onların, varlığı ve dünyayı daima değişen bir şey olarak kavramalarını aşağıdaki tek köklü Türk sözcükleri ifade eder:
1- Köymek (Tat. “yanmak”), köl (Tat. “kül”; Kül, ateşin ve güneşin sembolüdür) > küz (Tat. “göz”; Göz, güneş gibi yuvarlak ve parlaktır) > (k)üzek > üzek (Tat. “merkez”) > üzgermek (Tat. “değişmek”).
2- Tuk/Tok, Çok, Tek (güneşin isimleri) > değişmek.
Gerçekten de güneş sürekli olarak değiştirmektedir. Bazen büyük, bazen küçük, bazen sarı, bazen kırmızı, bazen de beyaz hal almaktadır. Heraklit da yaşam tarzının sürekli değişmesini güneş örneğiyle ele almıştır. Onun düşüncesine göre güneş sürekli değişir ve yenilenir.
Diyalektiğin 3 esas yasası Türk dilinde de yansımasını bulmuştur.
A- KARŞITLARIN BÜTÜNLÜĞÜ VE MÜCADELESİ YASASI
Örneğin, karşıtların bütünlüğünü “kar (beyaz, bir yağış şekli)” ─ “kara (siyah)” sözcüklerinin oluşumunu, güneş anlamına gelen “kar” sözcüğünün kökünde bulmak mümkündür. Ama zıt iki rengi tanımlamaktadır. “Kar” pozitif bir olaya vurgu yapar. Güneş gökten kar döker. Kar yere indikten sonra erir, bitkileri besler. “Kara” olumsuzluğu, kötülüğü tanımlar. Uzun süre yağmur yağmadığı kuru ve sıcak havalarda sık sık yangınlar olmuştu. Yangından sonra toprak kap-kara kalmıştı. Öntürkler bu yangınları, galiba, güneşin bir işi diye, anlamışlardır. Bunun için Türklerde “kara” kelimesi kötülüğün, uğursuzluğun ve mutsuzluğun ifadesi olarak kullanılmıştır. Böylece, her iki sözün de kaynağının güneş olduğu, iyi ve kötü gibi iki karşıtın birbiri ile mücadelesi fikri doğmuştur.
Bu yasayı açıklamak üzere iki sözcük daha örnek olarak gösterilebilir. “cok” (Kazakça “yok”) ─ “çok”. Bu iki karşıtın bütünlüğü, onların ilkel anlamlarının “güneş” kavramını bildirmesindedir. Aynı zamanda onlar bir biriyle mücadele eden karşıtlar.
B- NİCELİĞİN NİTELİĞE GEÇİŞİ YASASI
Örneğin, “sin” (sen) sözünün çoğulu “siz”dir. Buradaki “z” çoğulluğun eski göstergesidir. Eğer “siz” sözcüğü içinde belirtilen insan sayısı sonsuz artırabilinirse, eğer de bu insanlar kendi aralarında onlardan birinin güç ve itibarını ve saygınlığını ifade etmek niyetinde olursa, lider veya reis olarak belirlerse, bu durumda bu kişiye büyük harflerle yazılacak şekilde “Siz” zamiri uygulanabilir. Böylece “siz” sözcüğündeki çoğulluğun veya niceliğin önemi başka anlam kazanmış olur ve “Siz” niteliğine dönüşür.
C- İNKARI İNKAR YASASI
Bu yasa en çarpıcı (en parlak) yansımasını eski Türklerin dünyayı kavrama sürecinde bulmuştur. Örneğin soyut düşüncenin birinci aşamasında Türk düşüncesi kuş üzerinde odaklanmıştı (Yukarıda ele aldığımız somut “Tukran” kuş örneği). Bundan sonra kuşlar hakkında mitler (efsaneler) oluştuğunda ve kuşlarla güneş arasındaki bağlar kavranıp çözüldüğünde, Türkler “çocuk” konusuna (temasına) başvurmuşlardır. Böylece yeni konu (yeni tema) olan “çocuk” kavramı eski “kuş” konusunu olumsuzladı (inkar etti). “Çocuk” konusu tam olarak işlenip bittikten sonra, “hakan” (lider) konusu önceki temayı, “çocuk” temasını inkar etti. Böylece kendinden öncekini olumsuzlayan olumsuzlanmış oldu. Bu yeni aşama “inkarı inkardır.”
Buna göre, diyalektiğin bu üç yasası insanlık felsefesinin çiçekli tacıdır. Biz Türkler, bu kudretli felsefe ağacının yetiştirdiği tohumları atan ilk insanlarız. Bu felsefe, dilimizin tarihsel değişimindeki yapısına ve dille bağlantılı düşünce sistemimizin kendine özgü karakterinin oluşumuna ve biçimlenmesine de yansımaktadır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Benim düşünceme göre, tarafımdan “TAU” (DAĞ) diye adlandırılan sistem, dinden daha çok felsefedir. Bizim atalarımız doğayı diyalektik objektiflik çerçevesinde gözlemlemişler, keşfettikleri ve geliştirdikleri kurallarla doğayı anlayıp kavramışlardır. Doğayı anlama ve kavrama yasaları, onların diline de yansımış ve Türk dilinin karakterini ve yasalarını yaratmıştır. Belirtmeliyiz ki, bizim atalarımız insanlığın ve kültür tarihinin ilk doğa filozoflarıdır.
Eğer “TAU” (DAĞ) sistemini her biri bir başka kişi ile temsil edilen herhangi bir dinle kıyaslarsak, “TAU” (DAĞ) sisteminin kıyaslandığı (karşılaştırıldığı) dinin özgü subjektivizmine ve tarihin belli bir dönemi ile sınırlı olan özelliklerine tam olarak yabancı kalır; yani uyuşmaz. Çünkü, “TAU” (DAĞ) sisteminin temeli tek-tek kişilerin görüşlerine değil, kolektif düşünce ve doğanın objektif yasalarının anlaşılması ve benimsenmesi kurallarına dayanır.
“TAU” (DAĞ) sistemine din olarak bakılır, din yönünden yaklaşılırsa, bu durumda da herhangi bir panteistik bir dine yakınlaşır. Çünkü, burada “Tuk-Tau” ismindeki Tanrı, doğanın özünde, varlıkta çözülmüş; onlarla bütünleşmiş olur.
Ortaçağ İslâmında bu olay panteistik görüşlere ve sufizm teorisine yansımış bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki, daha sonraları Ortaçağ sufizmi en geniş bir şekilde Türk Halkları (soyları) arasında giderek daha fazla yaygınlık kazanmıştır. Bunun üzerine Türk sufistleri felsefi bakış açısından herhangi bir köklü yenilik getirmemişlerdir. Ancak, bu sufistler, Arap-İslâm anlayış sistemi üzerinden Prototürk “TAU” (DAĞ) sisteminin görüşlerini açıklamışlardır. Bu durum Türk-İslâm sentezinin geçtiği bir dönemi tanımlar. Yıldız-Hilal sembolünün İslâm’a Osmanlı Türkleri tarafından getirilmesi ve bu sembollerin sadece Türk İslâmında kullanılıp yayılması da bir rastlantı değildir.
Bütün bu felsefi oluşum ve gelişim çerçevesinde, çağdaş Türk Dünyası’nın ve bu arada da Tatar Halkının ideolojisinin beslenmesini sağlayacak ruh gücü (manevi gücü) aşağıda açıklanan dört ana başlığa dayandırılmalıdır.
1- Prototürk (Öntürk) Dünya Görüşlü “TAU” (DAĞ) Sistemi:
Bu, her şeyden önce varlık (yaşam) ve varlığı kavrama yöntemleri hakkında bir öğrenim sistemidir. Bu, her zaman daha çok, genel olarak ele alınan kendine özgü Prototürk Ontolojisidir.
2- Tanrıcılık veya Tanrizm:
Eski Türklerin dünya görüşünde ikinci aşamadır. Dünya görüşlü (Seküler) – dinsel bir sistemdir. Büyük ölçüde insanın toplumdaki yeri ve toplumun özünün nasıl olması anlayışları ile bağlantılıdır.
Tanrıcılığın temel konuları neler olmalıdır? Bence, onlar, şudur:
a- Gök Tanrısının doğadaki ve insan yaşamındaki rolü.
b- Milli tarihe saygı (ata-babalar ruhunu anma, onların kültürüne saygı gösterme).
c- Cengiz Han Yasalarından hareketle; özellikle gençlere cesaretlilik, doğruluk ve karşılıklı yardımlaşma gibi Türk karakterinin öğretilmesi.
d- Bütün Altay halklarında görüldüğü gibi, doğanın güzelliklerini kavratmak ve doğaya özen gösterilmesinin öğretilmesi.
3- Türk İslâmı ve İslâm Değerlerinin Sentezi :
Arap İslâmından farklı olarak, Türk İslâmı atalarına ve onların mezarlarına daha saygılıdır. Türkler ölüleri için ölümün 3., 7. ve 40. günlerini ve 1. yılını anma günleri olarak geçirirler. Onlar kutsal insanlara saygı gösterir ve mezarlarını ziyaret ederler. Kadınların toplumdaki rolü ve yeri Araplarınkinden çok farklıdır. Türkler yaşamlarında yalnızca Kuran’ı değil, alışılmış ve gelenekselleşmiş Türk hukukunu (soy ve milli sistemden gelen örf ve adetleri) da kendilerine rehber edinmişlerdir. Böylelikle, Türklerde toplum ve birey hayatı yalnızca dinsel değil, aynı zamanda dünyevi kanunlarla da düzenlenmiştir.
Yüksek entelektüel düzeyde ise Türk İslâmı, sufi-felsefi İslâm şeklinde kabul edilmektedir. Böyle İslâm sırf inanca değil, ama akla, bilgiye, felsefeye, yüksek kültürel mantığa egemen olması ile karakterize olur. Burada Allah, sadece “gerçeğin” veya “varlığın” mahiyeti olarak bilinir. Dünyanın yapısını ve onu kavrama (onu bilme, bilgi edinme) yöntemlerini açıklayan bir çok sufi sistemlerinde “varlığın mahiyeti” tıpkı Türk “TAU” (DAĞ) sisteminde anlaşıldığı gibidir. Eğer daha özel şekilde ifade edersek, Türk “Etnik Müslümanlarının” şahsında Türk İslâmı, ne Kuran’ın bir harfini ne de İslâmın özünü mutlaklaştırır; o, İslâmı sadece kendisinin kültürel değerlerinin bir bileşeni (parçası) olarak ele alır. Türk İslâmı, yüksek hoşgörülülüğü esas alır ve diğer öğretilerin ve inançların temsilcileriyle açık bir iletişim içinde olmayı tercih eder.
Müslüman olmayan Türkler için, Türk ambalajında Hıristiyanlık veya Budizm şekillendirmek mümkündür. İslâm dışı Türklerin de kendi Türk dünya görüşünü yaratmaları gerekir.
4- Çağdaşlaştırma:
Batı uygarlığı ile hazırlanmış bir dizi hümanist ve bilimsel teknik karakterli pozitif değerlerin benimsenmesini öngörür. Farklı özgürlükler, demokrasi sistemleri, insan hakları, insanın sosyal sorumluluğu, vatandaş dernekleri, hayatın bilgisayarlaştırılması, yabancı dil bilme olabilir.
Benim düşünceme göre, burada en önemlisi, batı insanının eğitim-öğretimde ve emekte sahip olduğu dinamizmin ve yüksek rekabet gücünün biz Türklerde yetersiz olmasıdır. Bizlerin yukarıda belirtilen eksik yanlarımızı Türk olmanın özelliklerine dayanarak gidermemiz, hiç kuşkusuz hayatımızı çağdaşlaştıracaktır.
Şunu ifade edebiliriz ki, Türk kültürü sentetiktir (bireşimlidir). Yani Türk kültürü “TAU” (DAĞ) sistemi, Tanrıcılık, Türk İslâmı ve Çağdaşlaşmadan kurulmuştur. Bu dört bileşen birbirlerini dışlamaz; tam tersine bir bileşim, bir bütünlük yaratmaktadır. Onları donup kalmış, değişmez sınırlar içinde kalmış birer dogma gibi ele almak da gerekmez.
“TAU”, Tanrıcılık, Türk İslâmı ve Çağdaşlaşma sistemlerindeki manevi değerleri özümsemek, bana göre Türk (Tatar) olmakla eşdeğerdir. Eğer Türklük değerlerini (Tatarlık değerlerini) bir ağaç gibi düşünürsek; “TAU” felsefesi bu ağacın kökleri, Tengrizm onun gövdesi, Türk İslâmı ve Çağdaşlaşma ise dallarıdır. Bütün bunlar bir bütünlük yaratırlar. Bu unsurlardan birini kesersek, o ağaç hasara uğrar.
Türk Dünyası’nın en kadim ve en önemli değerleri onun temelinde, kök sisteminde bulunan “TAU” (DAĞ) felsefesinde yer almıştır. Bu felsefe ile yeniden tanışıp buluşmak, Türk tarihi bilincinin geliştirilmesi için, Türklerin dünya tarihindeki rolünün yeniden değerlendirilmesi için devrimsel bir önem taşıyacaktır. Ne de olsa, bizim atalarımız, Prototürkler (Öntürkler), fiilen dilin gelişimine ve bununla bir arada çağrışımsal (assosiyatif) düşüncenin ve bu noktadan hareketle de bütün insanlığın gelişmesine bir itiş vermişlerdir. İnsanlığın gelişimi için bu azımsanacak bir emek değildir.
Tatar ulusunun çağdaş ideolojisi sırf bir İslâmcılık veya sırf bir Tanrıcılık veya yalnız batılı değerlerle sınırlandırılmamalıdır. İdeoloji insanların esas çoğunluğunun özlem duyduğu amaçlardan yola çıkılarak oluşturulur. Tatarların büyük bir çoğunluğunun istek ve arzusu ulusun özgürlüğü, herkesin adil ve demokratik bir cemiyette yaşaması, insanların maddi ve manevi hayatlarının zengin olmasıdır. Ancak bu durumda Tatarlar öz ana dillerini ve milli kişiliklerini kaybetmezler. Genelde her ulus öz milli değerlerini, özgünlüğünü (identikliğini) korumaya çaba gösterir. Bu çabasını devam ettirmezse, tarih sahnesinden silinir ve ölüme yürür. Bizim ideolojimiz manevi potansiyelimize, sentetik (bireşimli) kültürümüze dayanmalıdır.
Kaynaklar:
1. Bezertinov R.N. Tyurksko-Tatarskiye imena. 2005, s. 37.
3. Lyudvıg Zeidler. Atlantida, g1.5. Legendı Novogo Sveta.
4. Garipova R.G. Slovar Gidronimov Tatariyi, KFAN, Kazan, Tatknigoizdat, 1984.
5. Tatar halık icatı: rivayetler ham legendalar (Tatar dilinde). Derliyen ve yorumcu, Selim Gilazutdinov’dur. Kazan, Tatarstan Kitap Naşriyatı, 1987. “Zur kişiler” (Dev boylular) rivayeti, s. 250.
6. Gorden Holmes Fraser. The Gentile Names of God From “A Symposium on Creation” (vol. V) pg. 11-38, 1976 – Baker Book House, USA.
[i] Türk Halkları Asamblesi Eski Genel Başkanı (1991-1993), Tataristan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Ş. Mercani Tarih Enstitüsü Toplumsal Düşünce Tarihi ve İslami Bilgiler Bölümü (E) öğretim üyesi, Kazan – Tataristan.