Kur’ân-ı Kerîm, Allah (c.c) katından Resûl-i Ekrem’e 40 yaşında iken (m. 610) Ramazan ayında mübârek bir gecede, Kadir gecesinde Hz. Cebrâil (a.s) vasıtasıyla indirilmeye başlanmış ve 22 sene 2 ay ,22 günde tamamlanmıştır.Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, işte bu ayda inmeye başlamıştır. Bunun için bu mübârek Ramazan ayına “Kur’an ayı” denmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’in ıstılâhı özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Cebrâil (as) vasıtası ile Peygamber Efendimize (s.a.v) Arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevâtür yoluyla gelmiş, Mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren ilâhi kelâmdır.
Bir Müslüman olarak Kur’ân’ı Kerim’e karşı ilk vazifemiz, onun ve ihtiva ettiği hakikatlerin hak olduğunu tasdik etmektir. Daha sonra, onu okumak, mânasını anlamak ve emirlerini tatbik edip yaşamak, ulvî düsturlarını, ferd ve cem’iyet olarak hayatımıza hâkim kılmak gibi diğer vazifeler gelir. Her Müslüman’ın, namazı câiz olacak kadar Kur’an’dan bir bölüm ezberlemesi farz-ı ayndır. Fâtiha sûresiyle birlikte başka bir sûreyi daha ezberlemek vâcibdir. (Bununla farz da yerine getirilmiş olur).
Kur’ân-ı Kerîm, insanları en yüksek hayat düzeninde yaşatacak, dünya ve âhiret saadetini temin edecek bir hayat nizamı getirmiştir. İslâm’a göre hayat anlayışı da, yaşanan hayatın kıymet derecesi de Kur’ân’ın çizdiği düstûrlara uymak ve uymamakla değer kazanır, insanın yaratılış gayesi ve dünyadaki mevcudiyetinin sırrı, Kur’ân dili ile, bu muhtevaya dâhil olması ölçüsüne göredir.
Kur’ân-ı Kerim âyetleri, 23 senelik nebevî hayatı ilmek ilmek dokuyan ilâhî mesajlar sûretinde peyderpey nâzil olmuştur. Her nâzil olduğunda da Allah Resûlü Efendimiz’i ve O’nun can yoldaşları olan ashâb-ı güzîni, bâzen târifsiz bir sürûra, bâzen dehşete ve her hâlükârda takvâya sevk etmiştir. Allah Teâlâ’dan gelen bu mesajlarla, mü’minlerin mâneviyatları takviye olmuş, azimleri artmış, gönüllerindeki îman muhabbeti ve heyecanı zirveleşmiştir.
Sahâbe efendilerimiz için vahyin nüzûlü, gökten inen ve tadına doyum olmayan, ilâhî bir ziyâfet sofrasıydı. Ne zaman bir âyet nâzil olduğunu duysalar, hemen o ilâhî ziyâfete iştiyakla koşar, büyük bir heyecan içinde; “Acaba Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı nerededir?” suâlinin cevabını, yeni gelen tâlimatlardan öğrenmeye çalışırlardı.Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a) anlatıyor:“Bir sahâbî, (akşam) evine geldiğinde hanımı ona ilk önce şu iki suâli sorardı: «–Bugün Kur’an’dan kaç âyet nâzil oldu?» «–Allah Rasûlü Efendimiz’in hadislerinden ne kadar ezberledin?..»” [1] Sahâbe-i kirâm, vahy-i ilâhî ile o kadar hemhâl idiler ki, Efendimiz’in ebediyete irtihâlinden sonraki en büyük kederlerinden biri de, vahyin kesilmesi olmuştu. Şu hâdise, bunun çok mânidar bir misâlidir: Ümmü Eymen (r.a), Peygamber Efendimiz’in dadısıydı. Efendimiz (sav) yüksek vefâ duygusu sebebiyle onu ziyâret eder, hâl-hatırını sorar ve ona değer verirdi. Efendimiz’in vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer’e:“–Kalk, Allah Rasûlü’nün yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullâh’ın yaptığı gibi, biz de onu ziyâret edelim.” dedi.
Yanına vardıklarında Ümmü Eymen (r.a) ağlamaya başladı. Onlar, bu ziyaretleriyle Allah Rasûlü’nü hatırlatarak acısını tazelediklerini ve bu sebeple Ümmü Eymen’in ağladığını düşündüler. Ardından:“–Niçin ağlıyorsun? Allah katındaki nîmetlerin Efendimiz için çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” dediler. Ümmü Eymen:“–Ben onun için ağlamıyorum. Allah katındaki nîmetlerin, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz için daha hayırlı olduğunu elbette biliyorum. Ben asıl, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.” dedi. Vahy-i ilâhî hasretiyle dolu bu sözleriyle, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’i de duygulandırdı. Onlar da Ümmü Eymen’le birlikte ağladılar.[2]
Mü’minin ve toplumun saâdeti, Kur’ân ve onun tatbikâtı olan Sünnet’in hayatın her safhasına intikal ettirilmesiyle tahakkuk eder. Kur’ân, mü’minin iç ve dış dünyasına huzur veren bir nurdur. Hikmetler, ibretler, dersler dolu bir nasihat ihtiva eder. Hakka götüren yegâne rehberdir. Kur’ân âyetleri; tarihî karanlıklara ışık tutan, çözülmez muammâları açan, dünya ve âhiret hayatının huzur ve saâdet baharını yaşatan mûcizeler ülkesidir.Yine Kur’ân-ı Kerîm, bizlere eski zamanların, geçmiş milletlerin ibretli vâkıalarını anlatırken, hikmetler yağdırmakta, istikbâlimize âit nice hayâtî ve ictimâî dersler vermektedir. Fânî hayatta bunalan ruhlara kurtuluş ufukları gösteren, çâresizlere şifâ reçeteleri veren ilâhî hikmet eczânesidir. Yine Kur’ân-ı K, Rabb’imizin mûcize hitâbıdır. Kâinattaki esmâ tecellîlerinin kelâmdaki tezâhürüdür. Lâkin onun nûrunu yudumlamak ve hakîkatlerinden faydalanmak, ancak temiz bir kalp ile mârifetullah’tan nasip almış mü’minlere mahsustur. Hangi kalp Kur’ân’ın nûruyla daha çok aydınlanmışsa, Hak katında o daha mûteberdir. Peygamber Efendimiz (sav) de ehl-i Kur’ân’ı her hususta tercih eder, öncelik ve üstünlüğü onlara verirdi. Nitekim Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Fakat Zeyd bin Sâbit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre (r.a): “–Yâ Rasûlâllah! Bana kızdınız mı? (Bir kusur mu işledim ki sancağı benden geri aldınız?)” diye sordu. Peygamber Efendimiz (sav): “–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. (Senden daha çok ona âşinâdır.) Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş (canlı bir Kur’ân) olan kimse, başkalarına tercih edilir!” buyurdu… Uhud’da Ensâr: “–Yâ Rasûlâllah! Şehîdlerimiz pek çok. Ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, derin ve geniş kabirler kazılıp her birine ikişer, üçer kişinin defnedilmesini emretti. Sahâbîler, kabirlere önce hangi şehîdleri koyacaklarını sorduklarında da:“–En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu.[3] Muhyiddîn-i Arabî -ks- şöyle nasihat eder: “Kur’ân’ı çok okumalı ve mânâsını düşünmelisin. Okurken Allâh’ın sevdiği kullarını vasıflandırdığı güzel sıfatlara dikkat et ve onlarla vasıflan! Kur’ân’da zemmettiği, Allâh’ın gazabına uğrayanların vasıflandığı o mezmum sıfat ve huyları da gör ve onlardan kaçın! Çünkü Allah, kitabında bunları ancak amel etmen ve gereğini yapman için, indirip zikretmiştir. Onun için Kur’ân okunduğunda, muhtevâsını iyi anlaman için, Kur’ân’la ol!” Kur’ân’dan lâyıkıyla feyiz alabilmek için, bedenî temizlik kadar kalbî temizliğe de riâyet edilmelidir. Aksi hâlde kalbî hastalıklar, insanın Kur’ân’la doğru bir şekilde buluşmasına mânî olur. Bu sebepledir ki Hazret-i Osman (ra):“Eğer gönüller mânevî kirlerden (nefsânî musîbetlerden ve kalbî marazlardan) temiz olsaydı, Kur’ân’ın zevkine aslâ doyamazdı.” buyurmuştur. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de şöyle der:“Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.” Yani Kur’ân-ı Kerîm, kesâfetten arınmış ve nûrâniyete bürünmüş bir gönle sırlarını beyan eder. Bu yüzden, takvâ ölçüleriyle kalbi zarifleştirip Kur’ân’a o hissiyatla yönelmelidir. Zira Cenâb-ı Hak: “…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm, beşeriyet için Rahmânî sadâları işitmek, ilâhî nefhayı rûhunda hissetmek ve daha bu dünyada iken Allâh ile mükâleme etmenin en feyizli yoludur. Tefekkür, tertîl ve edeple Kur’ân okumak, Allâh ile konuşmak gibidir. Nitekim Efendimiz (sav) de şöyle buyurmuşlardır:“Sizden birisi Rabb’i ile münâcât ve mükâlemeyi (O’na yalvarıp O’nunla konuşmayı) severse huzûr-i kalp ile Kur’ân okusun.” [4]
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati… Çünkü hamele-i Kur’ân (Kur’ân’ı öğrenen, öğreten ve bu yolda hizmet edenler), hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, peygamberler ve Hak dostları ile birlikte Arş’ın gölgesindedirler.” [5] İmam Ebû Hanîfe de, oğlu Hammâd Fâtiha Sûresi’ni öğrendiğinde, hocasına beş yüz dirhem vermişti. O zaman bir koç, bir dirheme satın alınıyordu. Hocası bu cömertliği fazla buldu. Çünkü çocuk yalnızca Fâtiha Sûresi’ni öğrenmişti. Bunun üzerine Ebû Hanîfe Hazretleri şöyle dedi: “–Yavruma öğrettiğin sûreyi küçük görme! Eğer yanımda bundan daha fazlası olsaydı, Kur’ân’a hakkıyla hürmet edebilmek için onu sana hediye ederdim.” Bizler için örnek şahsiyetler olan ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâhın Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hissettikleri büyük mes’ûliyet duygusu, onu ne derecede hayatlarının mihveri hâline getirdikleriyle sâbittir. Her bakımdan onların Kur’ân-ı Kerîm’e olan tâzim ve hürmeti, bizler için en güzel nümûneler sergisidir. Onlar bir ömür Kur’ân-ı Kerîm’i baş tâcı etmiş, âdeta canlı bir Kur’ân hâlinde yaşamışlardır. Bu da hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber’in ahlâkı ile hâllenmelerinin bir netîcesidir. Şöyle ki: Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhümâ-, her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da her sabah Mushaf’ı eline alır, öper ve duygulu bir şekilde: “Rabbimin ahdi, Rabbimin açık fermânı!” diyerek muhabbetini ızhâr ederdi.[6] İkrime -radıyallâhu anh- Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifâde ederdi.[7]
İnsan için vaad olunan dünyâ ve âhıret seâdeti, ancak Kur’ân’a râm olabilmek mukâbilindedir. Her hakîkat Kur’ân’da gizli, her seâdet îmânda zâhirdir. Cihânın en hayırlı ve mes’ûd insanları, Kur’ân gölgesi altında toplanan, onun hayat nûru ile nûrlanan ve onda fânî olanlar, yâni canlı bir Kur’ân hâline gelebilenlerdir. Ramazanda camilerimizde mukabele okunması, evlerimizde Kur’an-ı Kerîm’in hatmedilmesi, Peygamberimizin ve onu örnek alan ashabının ve İslâm âlimlerinin Ramazan hayatından alınmış güzel örneklerdir. Peygamberimizin huzurunda okunan, yazılan ve ezberlenen Kur’an-ı Kerîm’in zamanımıza kadar bir kelimesi eksilmeden gelmiş olması, Peygamberimizin Ramazan hayatının eseridir.
Kur’ân kalbe kalbin dilini konuşur. Kur’ân Efendimiz’in kalbine bir yıldız yağmuru halinde inmiştir. Muhiyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri bir insanın kalbine vahiy inmesini de şöyle anlatır; “Müfessirlerin rivayet ettiğine göre Kur’ân bir bütün olarak dünya semasına inmiştir ve oradan da bir yıldız yağmuru halinde Hz. Muhammed’in kalbine vahyolunmuştur. O iniş, Kur’ân gizli ve açık okunduğu sürece devam edecektir.” “Hz. Peygamber buyurmuştur ki, ‘Öyle Kur’ân okuyanlar vardır ki okudukları boğazlarından aşağı geçmez.’ İşte o, dillere inen, ama kalplere inmeyen Kur’ân’dır. Allah bunun tam aksini bu inişten lezzet alan insan için söylemiştir: ‘Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl) senin kalbine indirmiştir.’ (Şu’ârâ Sûresi, 193. âyet) Böyle bir insan o insandır ki bu iniş ona tarifsiz bir sevinç bahşeder. Bunu yaşadığı zaman, gerçekten o kimse kendisine hep canlı olan taptaze Kur’ân’ın nazil olduğu kimsedir. Bu iki iniş arasındaki fark ise, kalbe inen Kur’ân’la beraber idrak de iner.”
Mühim nokta şu ki, Kur’ân’ı okumak onun sayfalarını çevirmekten ibaret değildir. Kur’ân meâli çalışmak hakikati anlamak için yeterli değildir. Kur’ân insan hayatı için talimatnameler içermez sadece. Kur’ân sadece helal ve haramı, doğruyu ve yanlışı bildirmez. Kur’ân sadece cennete nasıl girileceği ve cehennemden nasıl kaçılacağı hakkında bilgi vermez. Kur’ân ilhamdır, nurdur, ilahi rahmettir, Allah’la ünsiyet halinde söyleşmektir. Kur’ân, insanlara, hayatın nihâî başarısı olan “Korku ve hüzün” olmayan bir hale ermek ,ölüm korkusu ve dünya sevgilerinden geçebilmek için ilham verir. Kur’ân, hakikate olan ihtiyacı artıran, hakiki ilmi aratan bir ilham, hakikati farketmeye olan bir davet, aşkın kemâline, miraca ve kurbiyet cennetine çağıran bir münadidir. Kur’ân ilimden ziyade şifadır. Kur’an gafletin karşısındaki mânevî uyanmadır. Kur’ân körcesine emir tatbiki yerine bir diriliştir. Kur’ân, aşkın idrakine kendisinde erebileceğimiz ilâhî rahmet kitabıdır.
Hatırlamalıyız; Ramazan ayı, Kur’an-ı Kerîm’i hayatımızın merkezine koymak, başka bir deyişle kendimizi ilahî âyetlerle meşgul etmek için mükemmel bir fırsattır. Oruç sadece nefsi dünya kirlerinden temizlemek için emredilmemiştir. Aynı zamanda manevî hassasiyetlerimizi artırmak, Kur’an âyetlerine daha açık hale gelmek ve vahyin bir parçası olmak için bize ihsan edilmiştir. Insanların çoğu için Ramazan ayında oruç önceliklidir. Hâlbuki biz oruçla aslında Kur’an-ı Kerîm’in indirilişini kutlarız. Mubarek ay, ilahî âyetlerin insanlığa indirildiği Kadir Gecesi’ni şereflendirmek üzere verilmiştir. Bu yüzden Ramazan aklı, kalbi, ruhu Kur’an âyetlerine açmak üzere verilmiştir. Ramazan’ın ruhu ilahî âyetlerdir. Ramazan beden ise Kur’an-ı Kerim onun ruhudur. Bu yüzden Ramazan ayına nur ayı, on bir ayın sultanı ve bin aydan daha hayırlıdır denmiştir. Ramazan, müminlerin içinde bin aydan daha hayırlı, tüm gecelerin sultanını ihya ettikleri bir saray gibidir. Bu nedenle müminler sonsuz bağlılıklarıyla ramazan’a olan saygılarını göstermek üzere oruç tutar, ibadet eder, dua eder, hizmet eder, Kuran-ı Kerim okur, zekât verirler.
Kur’an-ı Kerim, Allah’ın habl-i metîni, nûr-u mübîni, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmidir. Habl-i metîn, kuvvetli ipi demek. Yâni çukura düşmüş bir insanın sarılıp da ordan çıkartılmasına, kuyuya düşmüş bir insanın çıkartılmasına sebep olan kuvvetli bir ip gibi. Nûr-u mübîni, ortalığı aydınlatan nurudur. Zikr-i hakîmi, hikmet dolu zikridir. Ve sırât-ı müstakîmidir, yâni Kur’an yolu Allah’ın doğru yoludur. Bu mübarek Ramazan ayında,Rabbimiz bizleri ve tüm inanan insanları, istifade ettirenler zümresine ilhak eylesin İnşallah.
KAYNAKLAR
[1] Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26
[2] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103
[3] Nesâî, Cenâiz, 86,87, 90, 91
[4] Süyûtî, I, 13/360
[5] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226
[6] Kettânî, Terâtib, II, 196-197
[7] Hâkim, el-Müstedrek, III, 272