Aziz Dostlar,
Düşündüm yollarda yürürken Ramazan günü…
Tarihi çarşılardan geçerken, daracık, eski sokakları adımlarken, o güzelim, tek tük kalan cumbalı evlerin önünde düşündüm.
Belki şu sokağın sonunda Türk oğlu Türk Kayı boyunun beyi Osman Gazi yiğitleriyle halkı selamlıyordu kim bilir;
Şu güzelim camiin önünde Karagöz ile Hacivat gülümsetirken düşündürüyordu belki de;
Şu çınar ağaçlarının boy vermeye başladığı alanda Yıldırım ile damadı Buhara’lı Emir Sultan ötelerden sırları paylaşıyordu.
Ve… Esnaf hakka, adalete riayetle güvenilir mallarını yan komşusunu da düşünerek, kalp huzuru ile satarken helallik alıyordu.
Asırları yolcu eden tarihi çarşıları…
Ve… Eskimiş, masal diline karışmış, o görkemli serencamı, kadim hikâyeleri fısıldayan o dar, o eski sokakları adım adım geçerken tarihi şehrin ne çileler çektiği de geldi aklıma.
En üzüldüklerimden biri de Osman Gazinin sandukasına çizmesiyle basan o şaşkın ve insanlık fukarası şaşkın Yunan generaliydi, o zalimi düşündüm;
Yokluk ve işgal yıllarını, yorgun yılları ve üzgün yılları…
Aziz Dostlar,
Âdem oğlunu erdemli insan yapan ne güzelliklerle donatmış Yüce Allah. Meselâ düşünmek…
Düşünmek…
Akletmek, fikretmek, döne döne düşünmek, fikirden fikir çıkararak, fikre fikirle karşı çıkarak, insanın kendi iç dünyasında, kendisi veya başkaları için zerre veya kâinatla ilgili soruları sorup cevapları, cevapların sorularını, onların da cevaplarını bulmaya gayret edip düşünmek…
Meselâ yol kenarlarında asfalta ve betona direnerek rengârenk çiçekler açan, kendine çizilen yoldan hiç şaşmadan yürüyüp her bahar bize güzelliklerini sunan küçücük bitkilerin kim bilir hangi derde deva olduğunu;
Meselâ 1,8 gram ağırlığıyla dünyanın en küçük kuşu olan arı sinek kuşunun kafası iri bulgur tanesi büyüklüğündeki yavrusunu nasıl beslediğini;
Meselâ tonlarca ağırlığıyla dünyanın en büyük canlısı balinanın denizlerde neredeyse gözün fark edemeyeceği küçüklükteki hayvancıklarla beslendiğini ve büyük aileler halinde yaşayıp denizlerde denge oluşturduğunu;
Meselâ insanoğlunun hırsının ve haksızlığının görünenin dışında çok daha fazla olduğunu;
Meselâ aslında kul hakkı dediğimiz o harika dengenin sadece alışverişten ibaret bulunmadığını, bu dengenin kurulabilmesinin hiç kolay olmadığını, insanın sadece bir hareketinin bazen bir zaman diliminde yaşayan insanları hatta bütün canlıları etkilediğini;
Düşünmek, düşünebilmek…
Düşünebilmenin zenginleştirilmesi için gereken insanın kendi kendini ve dış dünyada her ne var ise keşfetmesi, keşfetmeye gayreti…
Bu kutsal sayılabilecek uğraş ve mücadele ile birlikte o iklimde büyülü yolculuk, esrar kapısını açtıktan sonra bir sır kapısının daha açılması, sonra bir daha, bir daha…
Keşif… Bu sırlı yolculuğun rehberi ilham ise elbette anahtarlarından bir akıl, diğeri de okumak…
Kendini okumak, insanı okumak, dünyayı okumak, evren kitabını okumak, bilineni ve yazılanı da okumak…
Bir âlimin, bir sanatkârın hassasiyeti ile okumak,
Ve…
Tekrar ve tekrar düşünmek,
İnsanın kendisini hesaba çekerek düşünmesi, geçmişte olana, şimdide olmakta olana, gelecekte olabilecek olana dair düşünmesi.
Veya…
Veya düşünmeden, düşünmeyi sevmeden yaşamak, öylesine eğlenerek, hep kahkaha atarak, günü birlik, hatta anlık yaşamaya çalışmak…
Her iki hâl de insanoğluna ait bir tercih, kendi hür ama cüz’i iradesiyle yapacağı bir seçim…
Acaba bu iki tercihten hangisini yapıyoruz diye dar sokakları adımlarken birden karşımda bir genç çocuk buldum. Eğilerek selam verdi:
“-Ablam size hangisinden hazırlayalım. Ekmek arası et döner, Tavuk dürüm, yarım ekmek köfte, turşulu, soğanlı, domatesli hepsi. Ketçap, mayonez de var.”
Yan taraftaki tarihi yapıya bakarken öte yandaki pek küçücük iki üç masalık bir dönerciyi fark etmemişim.
Serde oruç var! Vakit de ikindiyi geçmiş. Ama bir yanda da nefis kokulu yiyecekler. Fiyatlar da iyi sayılır.
Durdum, düşündüm. Akşam orucu dönerle mi açsak?
Genç de pek neşeli ve konuşkan. Arkadaşları da öyle. Geçinmek için çalışan üniversite öğrencilerine benzettim. Sordum, önce şaşırdılar, sonra hep bir ağızdan bağırdılar:
“-Evet, evet öğrenciyiz!”
O küçücük dönercide gençlerin ağabeyi yaşlarında biri daha vardı. Onlara şöyle bir tepeden bakıp güldü:
“-Hocam, bunların hepsi yalancı. Öğrenci filan değiller.”
Çocuklar hemen itiraz ettiler:
“-Yok abla! O yalancı. Biz öğrenciyiz.”
Kendi aralarında neşeli bir “yalancılık” tartışması başladı. Pek eğlendiler kısa bir müddet.
Düşündüm: Âdemoğlu kendinde kuvvet bulmak ve insanlardan gerçeği saklamak, saptırmak, dolayısıyla menfaat sağlamak için fi tarihinden beri yalan söylemekte. Çok sıradan, anlık yalanlar da var, pek planlı, ince ince işlenmiş, süslenmiş, cilalanmış yalanlar da. Savaş çıkaranları da var, yuva yıkanları da insan hayatını mahvedip diğer canlılara zarar verenleri de…
Ama bütün yalanlar istediği kadar gizlenmek istensin, istediği kadar süslensin, gerçek gibi görünsün, çok ustaca söylensin, er ya da geç ortaya çıkmaya mahkûm ve elbette faturası söyleyenin önüne konarak…
Yalan fiiliyata dönüşüp ses veya hareketle ya da her ikisiyle ortaya çıktığında dönüşü olmayan yola giriliyor ve fatura da düzenlenmeye başlıyor…
Bilim adamları ses enerjisinin asla kaybolmadığını teknolojisi bulunduğunda bir yerlerde kayıtlı bulunan bu verilerin dinlenebileceği ihtimalinden bahsediyor.
Quantum Dünyasında ise çok şaşırtıcı bilgiler var.
Ama “kimi yalanlar yaşadığımız sürede hiç ortaya çıkmıyor görünüyor, kimseye de fatura gelmiyor,” diyebilirsiniz.
Öyle mi acaba?
Yine bilim adamlarına göre şuuraltında gizlendiği sanılan her yalan şekil değiştirerek söyleyene “beni unutamazsın, bir gün mutlaka karşına çıkıp şu ya da bu şekilde kendimi hatırlatacağım,” diyor!
Meselâ kırmızı gülle kandırılan genç kız… O yalanı söyleyenin her kırmızı gülü görünce o hadise gelmiyor mu aklına? Hele bir de büyümekte olan kızı varsa? Uykuları kaçmaz mı? Bu da bir fatura değil midir?
Ne hoş söylemiş atalarımız: “Ne doğrarsan aşına, o gelir kaşığına!”
Ya dine inanıyorsanız, dindarsanız! Yalan ve hakikat ve siz!
Neyse…
Aziz Dostlar,
Gençler bu eğlenceden sonra kendilerine inanıp inanmadığımı sordu:
“-Ben içinizi de bilemem, yalan söyleyip söylemediğinizi de. Ama bildiğim bir şey var, dedim. Zamanın bittiği, mekânın başka mekân olduğu o yerde, bu hikâyenizi bütün insanlıkla birlikte, onların önünde seyredeceksiniz. Zaten kayıt altındasınız.”
En bilmişi en çok şaşırandı:
“- Nasıl, yani???”
“-Sağ ve solunuzu düşünün, Sizler, hiç duymadınız mı Kirâmen Katiplerini?”
Ağabeyleri yaştaki daha da ciddileşti. Telaşla konuştu:
“-Hocam ben yalan söylemem. Boş verin onları. Şimdi size ne verelim. Hemen paket yapalım.”
Düşündüm önce, galiba fatura hazırdı. Gülümsedim:
“-Gençler, dedim. Şaşırdım şimdi ben. Karar veremedim. Birbirinizi yalancılıkla suçladınız. Bu durumda… Bu durumda galiba size olan inancımı da güvenimi de kaybettim. Ya şu çok lezzetli görünen döner at veya eşek eti ise? Tavuk diye verdiğiniz başka bir şeyse? En iyisi almayayım. Teşekkürler, iyi iftarlar. Haydi bana eyvallah. Sağlıcakla kalın.”
Aziz Dostlar,
Düşündüm, acaba bu sevimli gençler okumayla, sanatla hemhal olsalardı, kendilerine özellikle Türk Resim Sanatları anlatılsaydı, imkânlar gösterilseydi ne olurdu acaba?
Ah bu milli olmayan, olamayan, bizi bize anlatamayan, öğretemeyen karakuşi eğitim sistemi!
Çocuklarımızı deneme tahtasına çevirenler! Fatura ne yazık ki ortada!!!
Aziz Dostlar,
“Bir âlimin, bir sanatkârın hassasiyeti ile okumak,” dedik ya…
Evet, serde resimle tanışmak, ona özel merak var…
Ve…
Klasik Resim Sanatında da Türk Milli Resim Sanatlarında da yollarını yol edinmeye gayretli olduğumuz, kıvanç duyacağımız, övüneceğimiz büyük üstatlarımız var…
İnşallah Eğitim milli olur ve bu üstatlarımızı yavrularımız bilir ve hayatları ve eserleri misal teşkil eder…
İki harika örneği gözlerinize sunalım.
Tarihi sırayla Şeker Ahmet Paşa,
Üsküdarlı Ali Rıza Bey,
Hayırla, huzurla ve bereketle Efendim…