Ramazan’ın İki Yakası

Muharrem DAYANÇ

“… Ne babaannem, ne de ondan sonraki kuşaktan amcalarım, yengelerim, babam, annem, bir gün bile oruç tutmazlardı ama Ramazanlarda iftar saati, oruç tutanların iştahıyla beklenirdi. Akşamın erken bastırdığı kış günlerinde babaannem misafirleriyle poker ya da bezik oynarken, iftar bir çeşit fırında ekmek ve çay saatine dönüşür, kâğıt oynarken sürekli bir şeyler atıştıran bu yaşlı ve neşeli kadınlar iftar saati yaklaşırken tıkınmayı bırakır, oyun masasının yanına, dindar bir zenginin konağında görüleceği cinsten, çeşit çeşit reçelli, peynirli, zeytinli, börekli, sucuklu bir iftar masası özenle kurulur, radyoda iftar saatinin yaklaşmakta olduğunu sezdiren ney çalarken babaannemle misafirleri, sanki sabahtan beri açmışlar gibi sabırsızlıkla “Daha ne kadar var?” diye sorarlar, top atıldıktan sonra da, aşçı mutfakta bir şeyler yesin diye bekledikten sonra kendileri de hırsla yemeğe başlarlardı. Bugün bile, ne zaman radyodan ney sesi işitsem ağzım sulanır.” (Orhan Pamuk, Resimli İstanbul Hatıralar ve Şehir, YKY, İst. 2015, s. 292.)

Orhan Pamuk’un sözlerini okuyunca aklımdan geçen ilk cümle, “Demek ki herkesin Ramazanlı bir hikâyesi, Ramazanlı bir geçmişi varmış, ama bu geçmişi içine doğulan aile ve sosyal çevre belirlermiş.” şeklinde oldu. Yukarıdaki insan kalabalığı içinde sadece aşçının oruç tuttuğu anlaşılıyor. Pamuk ailesi, orucun kendisi hayatlarından çekildiği için iftarın alametifarikası olan ney sesi radyodan duyulur duyulmaz “sabahtan beri açmışlar gibi” yaparak masalarına oturuyorlar. Bu “miş gibi” yapma hali, genel anlamda düşünürsek, bir kısım insan davranışlarının ortak paydası olarak görülebilir. Ne ilgisi var bilmiyorum ama bu alıntı bana, Yahya Kemal’in bir Ramazan günü Atik-Valde semtinde topun patlamasıyla birlikte oruçlarını açmak için evlerine çekilen insanlardan sonra “tenhâ sokakta” kalışını hatırlattı. Bununla bitmedi elbette zihnime hücum eden Yahya Kemal’li hatıra, şairin günün sonunda adeta çocukluğuna uzanmak isteyen bir ruh haliyle dile getirdiği “Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” mısraına kadar uzandı. (Şiirin tamamı için Yahya Kemal’in “Atik-Valde’den İnen Sokakta” şiirine bakılabilir.)… Her iki yaşanmışlığa da orucun kendisi değil duygusu hakimdir. Birbirinin tıpatıp aynısı olamamakla birlikte, geçmişten, çocukluk yıllarından kalan tortular orucun sadece duygu boyutuna izin vermiştir her iki yazarda da. Toplumun bir kesiminin artık çok da rağbet etmediği bir inancın, bir kültür mirasının duygusal bağlamda da olsa bugüne -veya geleceğe- somut olarak yansımasıdır bu tablo.Orhan Pamuk ve ailesi kendi dünyalarında, sofralarında Ramazan’a yer açmaya çalışırlar. Özünü kaybetse de alışkanlık olarak varlığını devam ettiren bu oruçlu olma duygusu onları akşam ezanına yakın bir saatte bir masa etrafında toplamaya yeter. Geçmişin ve yaşanmışlıkların gücü Ramazan’a ancak bu kadar kapı aralayabilmiştir onların dünyasında. Fakat unutmadan ifade etmek gerekir ki bu sofra her haliyle renklidir. Oysa, annesinin dinine bağlı Müslüman bir kadın olduğunu bildiğimiz Yahya Kemal, o mavi ufukların açık denizlerin şairi, sokakta yani dış dünyada “oruçsuz ve neşesiz” öylece kalakalmıştır. Bir kapıyı çalsa belki çocukluğunda annesinin hazırladığı yer sofralarına benzer bir sofrayla karşılaşacak, iç dünyasında manevi bir aydınlanma yaşayacaktır. Ama o böyle bir yolculuğa cesaret edemez. Halkının içine karışmaktansa sokakta kalmayı tercih eder. Hatta bu manevi havayı dıştan da olsa teneffüs etmenin sevinciyle haline şükreder, çünkü bilir ki, orucun duygu boyutuna da yabancılaşmış insanlar hiç de az değildir.…

Bu hazır ve kalıp duyguları bir kenara bırakarak kendimize dönelim.

Ya benim Ramazanlarım?

Çocukluğumdaki Ramazanlara gidecek takatim yok, ama bu manevi iklimin öbür yüzüne kısaca değinmesem yukarıdaki sosyal tablo yarım kalacak diye de korkarım. Ben çocukluğumdan itibaren ölüm anında bile su içmeyi aklından geçirmeyip oruca tutunan insanlar tanıdım. Oruçla hayat bulan, Ramazanı iple çeken insanlar. Rahmetli babamın Ramazanı iki aylık yoldan karşılamasını nasıl unuturum? Ya annemin içi içine sığmayan sevincini, “Beni bu Ramazan’a da yetiştiren Allah’a binlerce şükür olsun.” diyen cennet kokulu sesini.

Hiç unutmam sevip saydığım bir büyüğümün Ramazan’a olan saygısını, sevgisini. Doktor oruç tutmasını kesin dille yasaklamıştı. Evet, oruç tutamadı bu ince-güzel insan bütün bir Ramazan boyunca, ama bir yudum su bir lokma ekmek de geçmedi boğazından. Bir gün haddimi aştım, nedenini sordum bu durumun. “Yiyemiyorum, boğazımdan geçmiyor.” dedi. Sustuk. Gözlerindeki ifade bana eskilerden, ötelerden numune olarak göründü. Ben bu oruç tutamamanın, birçok oruç tutma halinden daha kıymetli, daha anlamlı ve daha nahif olduğunu düşünmüşümdür hep. Ben ve benim gibi bu duygunun insanları ne demek istediğimi iyi bilirler.

Çocukluğumu özlüyorum. İftarlarla keyiflenen, teravihlerle renklenen, sahurlarla bereketlenen Ramazan günlerini, akşamlarını, gecelerini yani. Hem benim çocukluğumun Ramazanları dağda, tarlada, bayırda çalışarak geçmişti. Kardeşlerimin de öyle. Uzun yaz günlerinde tutulan bu oruçlar nasıl unutulur. Ezanın daha “Allahuekber”i bitmeden bir maşrapa soğuk suyu başıma diktiğim iftarları nasıl unuturum.

Biliyor musunuz, ben çocukluğumda hiç pide kuyruğunda beklemedim. Bu kuyruklar şehirli Ramazanların icadı, fırınlı mahallelerin şımarıklığıydı.

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen