Sözün özü, Ernest Renan’ın yaklaşık 150 yıl önce ulusu “günlük halkoylaması” olarak tanımlaması, ulusun ancak rasyonel bir birliktelik olarak kavramsallaştırılmasından daha fazlası değildir. Hiçbir toplumu sadece ortak acılar ve kıvançlar bir arada tutmaz. Öyle olsaydı tarih boyunca her gün bunlara yenilerini ekleyen topluluklar çözülüp gitmezdi. Bir anlığına hiçbir toplumsal ortaklığımızın olmadığını düşünelim ve bir ortaklık kurmak üzere bir araya gelişimiz bile sonuçta rasyonel bir tercihtir. İşte bireyin toplumla bağını koruyan bu tercih, her gün halen rasyonel mi diye sorgulanmaktadır. Bundan dolayı, Türkiye’nin bir yandan göç alan bir ülke olsa da yoğun eğitimlilerini beyin göçüyle kaybetmesinin sebebi, bu insanların artık rasyonalitelerinde ülkeleriyle ve toplumlarıyla bağlarının çözülmüş olmasıdır. Rasyonaliteyi koruduğumuz müddetçe özgürlükleri, özgürlükleri yaygınlaştırabildiğimiz ölçüde akıl, beden ve bunun sonucunda toplumsal sağlığımızı koruyabileceğiz ya da kendimizden başka herkesi ve her şeyi suçlamaya devam edeceğiz.
*****
Murat ÇEMREK
Rahmetli babaannem, başta çöpçatanlık olmak üzere, sonrasında taraflardan en azından birinin memnuniyetsizliği ihtimali söz konusu olduğunda “İyi olursa Allah’tan, kötü olursa kuldan bilinir” diye hassaten uzak dururdu. Bu uzlet hali ümmî babaannem için “Tanrı kötülükleri yaratmış mıdır?” gibi kadim teolojik veya felsefî bir münazaradan ziyade “Herkes kendini kurtarır, olan sana olur” temkinliliğinden neşet etmekteydi. Artık bu yaklaşımı nasıl içselleştirdiysem; kendimce birilerini birilerine yakıştırsam bile çöpçatanlıktan hep uzak durdum ve heveslilerine de hep babaannemin sözünü telkin ettim.
Benim için münazaranın soruları daha cezbediciydi, zira Tanrı iyiliklerin kaynağıydı ama kötülüklerin de kaynağı olabilir miydi? Tanrı kötülüklerin işlenmesine rıza gösterebilir miydi? Ya da bizim kötülük olarak sıfatlandıklarımız, şu an fark edemediğimiz ve belki de ömrümüzün yetmeyeceği daha büyük iyilikler için küçük duraklar mıydı? Bu sorular karşısında babaannemin bir tekerleme gibi ezberlettiği Amentü’deki “Hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ” şeklindeki iyiliğin ve kötülüğün Allah’tan olduğunun açıklaması benim için şeksiz şüphesiz halen yeterli olduğundan Spinoza veya Kierkegaard olmaktan vazgeçtim.
Babaannemin sözünü son dönemlerde daha sıklıkla hatırlamamın sebebi ise kulların kendi hatalarını, suçlarını, günahlarını örtbas edip nefislerini temize çıkarmak için ilahî olana atıf yaparak bir nevi manipülasyon tevessülleridir. Çünkü kötülüğü sadece Tanrı’ya değil, O’nun bize üflediği ruhtan hareketle kendimize de yakıştıramadığımız için hep kendimiz dışında suçlayacak farklı özne ve nesnelere ihtiyaç duyarız. Zira ruh sağlığımız için ivedilikle kendimizi rahatlatmamız gereklidir. Dahası, bizi tedirgin eden bir ses mi duyduk? ‘Kedidir o kedidir’ diye geçiştirmeliyiz ki; belki de kedi olmayan ama sonunu canımızla ödeyeceğimiz bir merakın önüne geçelim. Bu umarsızlığın izdüşümünde, dünyadaki tüm melanetin müsebbibi olarak kendimizi görmeye başlamışsak, bu seferde öyle hiç de yenilip yutulmayacak ağır bir depresyon bizi kuşatmış demektir. Böyle bir halde de kendimizi temize çıkarmak için farklı cevaplar üretmek zorundayız. Örneğin, ibadetlerimize yeterince hassasiyet göstermediğimizden dolayı ilahî gazaba düçar olduğumuzu düşünürüz.
Bu analiz, sadece bireyin içine düştüğü negatif psikolojiden sıyrılmak için geliştirdiği bir özeleştiri değil, insanlık tarihinde de benzer açıklamalarla karşılaşıyoruz. Kıta Avrupa’sını kasıp kavuran hıyarcıklı vebanın en yüksek dinî otorite tarafından “Tanrı’nın gazabı” diye nitelendirilerek resmî yorum haline gelmesi de bundan farklı değil. Halbuki böylesine bir akıl yürütme, temel hijyen meselesini halletmedikten sonra Tanrı’yı gazap salacak kadar yüce kılıp ama günah keçisine dönüştürmek değildir de nedir? O halde Tanrı da öyle alelade suçlanamayacağına göre gazabıyla kullarını tedip ettiğini akledecek yüksek idrak, sıradan temizlik kurallarını işletme izanından yoksun olmuyor mu? İlahî adalet gereği gazaba uğradığımızı vehmeden bu analiz karşısında şapka çıkarılmaz da ne yapılır? Aynı şekilde herhangi bir kaza öncesinde gerekli tedbirleri almayıp sonrasında ağıtlar eşliğinde sonucu kadere bağlamak da kader değil olsa olsa kadercilik (fatalizm) olabilir.
Zira kader bizatihi kelime anlamı itibarıyla “ölçü” olduğuna göre ve eşyanın tabiatı gereği eşeği sağlam kazığa bağlamak da zaten o ölçünün olmazsa olmaz uzantısıysa, nasıl olur da ölçünün kendisi suçlu olabilir ki? Elbette, kimse yoğurdum kara demediği gibi suçunu kabullenen mikro azınlık hariç suçluların kahir ekseriyeti kendilerinin kader mahkûmu olduğunu içselleştirmiştir. Bu artık nasıl bir kader (anlayışı) ise bizi eylemlerimizin negatif sonuçlarından özgürleştirmekle kalmıyor aynı zamanda masumlaştırıp sorunun kendisini ise canavarlaştırarak karikatürleştiriyor. Böylece artık enflasyon veya trafik isimlerinin sonuna canavar ekleyip isim tamlaması yaptığımızda artık sorun yerinde dursa bile sanki daha sevimli hale geliyor. İşte bu saydıklarımdan hareketle birey ne kadar rasyonaliteden uzaklaşırsa, parçası olduğu toplum da o kadar akılsızlığa doğru yol alıyor. O yüzden dört işlem düzeyinde matematik bilgisi bile duruma göre hayat kurtarıcı olabiliyor. 2,5 milenyum öncesinde Platon’un Akademia’nın girişindeki “Matematik bilmeyen giremez” deyişi işte bu yüzden hiç de boşuna değil.
Bir başka bir ölçüsüzlük de toplumu suçlamak, zira toplumun başta siyasal ve sosyal olmak üzere birçok mekanizmayla denetlendiği düşünülürse, arta kalan sınırlı özgürlüklerimizle hareket ettiğimiz ortada. Bundan dolayı organik bir varlık olarak insanın her şeye rağmen hayatta kalma yönelimi bir içgüdü olduğu kadar temel bir rasyonalite olarak karşımıza çıkıyor. Bu rasyonalitenin gereği olarak bütün dinlerin, ideolojilerin ve ahlâk düsturlarının hepsinin üstüne titrediği hayatın korunması ilkesi serlevha haline geliyor. Elbette siyasetin temel ve öncelikli amacı ve devletin ortaya çıkış sebebi de can emniyetini sağlamak. Şeyh Edebali’nin meşhur ifadesiyle “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”, çünkü hayat yoksa hiçbir şey yok. Hatta seçimlerimizi bile önce varlık-yokluk dikotomisi belirliyor. Eğer varlık söz konusu ise bu sefer azlık-çokluk ikilemi yönelişlerimizin rotasını çiziyor. Çünkü vade ve kazanç rasyosu risk analizlerimizin merkezinde duruyor. Uzun vadede daha fazla kazanacağımıza dair makul bir risk alıp kısa vadedeki göreceli az kazançlarımızdan vazgeçebiliyoruz. Aynen satrançta şahı koruduğumuz sürece veziri gözden çıkardığımız gibi, çünkü şah yoksa oyun da bitiyor.
Son dönemde banka promosyonları ile ilgili haberler toplumun ne kadar rasyonel olabildiği konusunda beni fazlasıyla umutlandırdı. Bankalardaki bireysel mevduatların 200 bin TL’ye kadar sigorta kapsamında olmasına rağmen emeklilerin daha fazla güvenlik endişesiyle ekseriyetle kamu bankalarından aldıkları emekli maaşları için açık ara daha fazla promosyon veren özel bankaların yolunu tutmaları işte bu rasyonalitenin en mücessem örneği. Zaten çalışanların maaşlarını aldıkları bankalardan beş asgari ücrete kadar promosyon edinebilmeleri de yüzde 300’ün üzerinde kârlılık açıklayan banka sektörünün bu kârın bir bölümünü paylaşması olarak okumak mümkün. Bu yaklaşım bankalar açısından da oldukça kazan-kazan rasyonalitesi temelinde yükseliyor. O yüzden bütün hamasetlere rağmen günün sonunda kazanacak olanın rasyonalite olduğuna kaniyim.
Yukarıda saydığım toplumdaki rasyonalite artışını tekzip edecek mahiyette toplumun duyarsızlaştığına hatta bir anlamda mankurtlaştığına dair son dönemde daha fazla metin önüme düşüyor. Dünyada giderek artan ekonomik darboğazlar ve ivmelendirdiği otoriterleşmenin sonucu olarak insanlar yine rasyonel bir kararla bu dönemi atlatıncaya kadar hayatta kalabilmek adına seslerini kısmaya razı oluyorlar. Yeni bir sabaha daha omuzlarımızın üstünde başımızla beraber yekpare uyandığımızda gelecek için daha umutlu olmamız için açık bir sebebimiz oluyor.
Kendi adıma insanlık tarihini doğrusal okumamaktaki ısrarım, tarih boyunca çok fazlasıyla geriye ket vurmanın yaşanmasındandır. Lakin insanlığın bir tarihsel yürüyüşünden bahsedebilirsek, bunun ağır aksak olsa da özgürlüğe doğru olduğunu iddia edebilirim. İşte özgürlük insan rasyonalitesinin gereği olarak sadece bizi hayatta tuttuğu için değil yaşam kalitesini de artırdığı için muhtaç olduğumuz bir fenomendir. Özgürlüklerden ne kadar uzaklaşırsak, insanlığımızdan da o kadar uzaklaşacağız ve bunun ceremesini de hepimiz çekeceğiz. O yüzden rasyonalite ve özgürlüğü eşitlemekte hiçbir beis görmüyorum. Çünkü insanlık tarihini eşzamanlı olarak bir göçler tarihi olarak değerlendirmek mümkün olduğundan, kimse yaşadığından daha otoriter veya totaliter rejimlere kaçmıyor. Tam tersine bütün hicretler sadece daha iyi maddî imkânlar için de değil. Bunu sarf edebileceğimiz özgür ortamların olduğu yerlere bedenen veya en azından zihnen göçüyoruz. İşte bu yüzden, bir yerde insanlar suçlarını irrasyonel argümanlarla geçiştirmeye çalışıyorlarsa orada özgürlük en fazla kırıntı düzeyinde kalmıştır, çünkü başkalarını eleştirmek ne kadar kolaysa da kendine dair eleştiri geliştirebilmek ancak özgür bir ortamda mümkündür.
Sözün özü, Ernest Renan’ın yaklaşık 150 yıl önce ulusu “günlük halkoylaması” olarak tanımlaması, ulusun ancak rasyonel bir birliktelik olarak kavramsallaştırılmasından daha fazlası değildir. Hiçbir toplumu sadece ortak acılar ve kıvançlar bir arada tutmaz. Öyle olsaydı tarih boyunca her gün bunlara yenilerini ekleyen topluluklar çözülüp gitmezdi. Bir anlığına hiçbir toplumsal ortaklığımızın olmadığını düşünelim ve bir ortaklık kurmak üzere bir araya gelişimiz bile sonuçta rasyonel bir tercihtir. İşte bireyin toplumla bağını koruyan bu tercih, her gün halen rasyonel mi diye sorgulanmaktadır. Bundan dolayı, Türkiye’nin bir yandan göç alan bir ülke olsa da yoğun eğitimlilerini beyin göçüyle kaybetmesinin sebebi, bu insanların artık rasyonalitelerinde ülkeleriyle ve toplumlarıyla bağlarının çözülmüş olmasıdır. Rasyonaliteyi koruduğumuz müddetçe özgürlükleri, özgürlükleri yaygınlaştırabildiğimiz ölçüde akıl, beden ve bunun sonucunda toplumsal sağlığımızı koruyabileceğiz ya da kendimizden başka herkesi ve her şeyi suçlamaya devam edeceğiz.
Murat ÇEMREK KİMDİR?
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı. Bilkent, Atatürk Alatoo (Kırgızistan) Selçuk, El Farabi (Kazakistan) üniversitelerinde ve Polis Akademisi’nde dersler verdi. Ahmet Yesevi Uluslararası Üniversitesi’nin (Kazakistan) Avrasya Araştırma Enstitüsü’nün kurucu müdürlüğünü yaptı. Halen Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde Bölüm Başkanlığı yürütmektedir.
——————————————–
Kaynak:
https://www.karar.com/gorusler/rasyonalite-yoksa-ozgurluk-de-yoktur-1697952