Redd-İ Mîrâs Dâvâsı

“Fetret”, târîhî bir tâbir olarak, Ankara Muhârebesi’nin ardından Çelebî Sultan Mehmed’in hükümdâr oluşuna kadar geçen on bir yıllık (1402-1413) Osmanlı dönemine alem olmuş. Timur’un, önüne serilen yığınla fırsatı kullanıp, Anadolu ve Rûmeli’ndeki Türk Âlemi’ni perîşân eylediği o trajik zaman dilimi, nice emelimizi erteletmiş, huzûrumuzun ortasına iri iri kor tâneleri koymuştu.

Tabiî ki, yaşanan bahtsızlığı Timur’un sırtına havâle edip köşeye çekilemeyiz. Yıldırım’ın ve oğullarının hiç mi hatâsı, dahli yok? Hem de ne kadar çok… Taht sevdâsı yüzünden, kardeş katline, dizi film heyecânı şırınga edilen o on bir yıl, yaşanmamış olsaydı, başta Fâtih, Yavuz ve Kaanûnî, başka misyonlar üstlenecekti. Ne var ki, târîhin mantığında ihtimâl ve tahmînlere yer bulunmuyor.

Ancak, önceki yaşananlar, sonraya ibret huzmeleri gönderebiliyorsa, cemiyet şirâzesini dik tutmaya yararlar. Aksi takdîrde, târîhin de hiçbir mânâsı kalmaz.

Şimdiki hayıflanmalarımızın ve altımızı oyanlara meydânı bomboş bırakmamızın temelinde, “Fetret”ten, lâzım olacak dersleri çıkarmayışımız duruyor. Vatan toprağının önüne koyu telveler konarken, ihânet ve gaflete âferîn çekenlerin yüzünde kızarma bile olmuyor…

“Hayat” sözüne kuma getirilen ve telâffuzu hançereyi yaralayan tufeylî kelime, okul kitaplarından televizyon camına uzanan pek yaygın propaganda sâyesinde, dillerden düşmez oldu.

Bu şekilde, katline fetvâ çıkarılan sâdece “hayât” sadâsı değil elbette, ama “hayât”ı ortadan kaldırılan bir cemiyet, öteki vefât tarz ve sayılarına, pek aldıracak durumda olmuyor.

“Hayâtî” sıkıntılarımızın başına, maalesef bizzat “hayât”ın ber-havâ edilişi geldi oturdu. Utanma, sıkılma, arlanma gibi, hayâ icâb ettiren duygular sırra kadem basalı beri, Türk mâşerî vicdânındaki mihekk taşı, lâzerle eritildi. Bu meyânda, “hayât”ımızın boynuna da infâz hükmü geçirildi.

Hâlbuki “hayât” söz kalıbına “hayât” veren harflerle kuşatılmış çok zengin, münbit bir kelime tarlamız vardı. Nice deyim, atasözü, bulmaca ile dilimize pelesenk olmuş sayısız mısrâ, nakarât, “hayât”la “hayât” bulmuştu: “Hayât geçirmek / hayâta geçirmek / hayât vermek / hayâta atılmak / hayâta bağlanmak / hayâta küsmek / hayâtı kaymak / hayâtı (nın) bahârı / hayâtına girmek / hayâtını (……e) borçlu olmak / hayâtını kazanmak / hayâtta olmak / âb-ı hayât / ömr-i hayât / özel hayât / kayd-ı hayât / lüks hayât / bohem hayâtı / Cehennem hayâtı / çalışma hayâtı / yazı hayâtı…. ilh”.

Şimdi, bütün bu “hayat-bahş” hazîneye redd-i mîrâs dâvâsı mı açacağız? Hangi mantıkla?…

“Başarmak”, öyle sübjektif bir mefhûmdur ki, her insanın idrâk ettiği sâniye sayısınca çeşidi vardır. Bu bakımdan, kiminin başarı addettiğini, kimisi hiç kaale almıyor.

İnsan fıtratının, günlük hayâta akseden şuâları, başarı hânesinin aydınlık, loş, izbe ve karanlık hâllerine tercümanlık ediyor. Yoğurt satıcılarının ağzından, aslâ ve kat’â, “ekşi” lâfı dökülmüyor.

Egoizm, her çağda fanatik tarafdâr bulmakta hiç zorlanmamış. Deli Dumrul’un anne ve babasının, “tatlı can”larına sarıldıkları o destânî havadan bile, faldır faldır enânîyet suları dökülüyor.

İşte bütün mes’ele, “tatlı can”dan ferâgat noktasında toplanıyor. “Önce can, sonra cânân” deyişinde de, hiç mübâlâğaya gitmeden, keseri kendinden tarafa yontma faaliyeti var.

Fedâkârlık vâdisinden yükselen cılız sesler, narsist ve bencillerin korosuna güç yetirip de merâmını anlatabilir mi? Bu, her devirde ütopik takılma seviyesini aşamamış.

Günümüzde de, zamâne dilinde ve kaleminde hafife alınıp makaraya sarılan “vatan, millet, Sakarya” hecelemeleri, belki farkında değiliz, ama şâh damarımıza değdirilmiş kama gibi duruyor. Damarın delinmesine ramak kalmış. Biz hâlâ “teğet”in geometrik târifiyle uğraşıyoruz…

Her geçen zaman bölümü, iz’ân ve irfânımızdan önemli kısımlar aparıyor. Ne muazzam hacimde bir örf yekûnumuz varmış ki, hâlâ kendine yüklenecek hasım buluyor. Lâkin havuzun dibi görünmeye başladı. Bu, vahâmetin ulaştığı noktayı pek açık işâret ediyor.

“Devlet adamı” fıkdânının arkasındaki mânevî yoksulluğumuz, öteki sâhalara da acıklı uzun hava nağmeleri gönderiyor. Zâten, devletine lâyık “adam” yetiştiremeyen bir cemiyetin, başka taraflarını çevirmeye ne hâcet? Vaziyet, tekmil trajik duruşlarıyla poz üstüne poz veriyor.

 

 

Yazar
Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen