Türk edebiyatının kült romanlarından Ruh Adam’ın başlangıç bölümünde bir Uygur masalı yer alır. Roman kurgusunun bütününün arkaik zeminini teşkil eden bu Uygur masalı (roman kurgusunun tamamı gibi) sembolik veya kapalı bir anlatıdır. Biz bu yazıda söz konusu Uygur masalını roman kurgusunun bütününden bir nebze ayrı tutarak kısmen müstakil şekilde çözümleme denemesine yelteneceğiz. İlk olarak bu Uygur masalının tek paragraflık özetini verelim:
“Kamlançu ülkesinin yiğitlerinden biri olan Yüzbaşı Burkay bir bahar gününde büyük bir çam ağacına vardığında yeşil gözlü efsunlu kıza tesadüf eder ve ona derhal âşık olur. Fakat bu son derece tutkulu ve ölümcül bir aşktır. Yüzbaşı Burkay yeşil gözlü efsunlu kızın sahibi olabilmek için yanıp tutuşacak ve ölecektir. Aslında ölümsüzleşecektir. Efsunlu kızla evlenebilmek uğrunda her yolu denemeye hazır olan Yüzbaşı Burkay, iblislerin başı Madar’ın öğüdüne kulak vererek kendi evdeşini ejderler kağanı Naranta’ya kurban olarak adayacaktır. Naranta tarafından öldürüleceği sırada bu talihsiz evdeş kocasına bedduada bulunarak şöyle der: ‘Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar, dünyaya her gelişinde ruhun ıstırap içinde çalkansın!’ Yüzbaşı Burkay muradına ermiş olarak yeşil gözlü efsunlu kızla evlenir, ama sahibi olduğu aşk ve haz onu asla tatmin etmez, muazzam tutkusunu yatıştırmaz. Yüzbaşı Burkay muradına ermiş olmasına mukabil hâlâ ıstırap içindedir. Bunun böyle yürümeyeceğini anlaması üzerine iblislerin başı Madar’a tekrar akıl danışır. Madar şöyle der: ‘Yeşil gözlü evdeşin sana bir defa seni seviyorum derse bu ıstıraptan kurtulursun.’ Ne var ki yeşil gözlü efsunlu kız hiçbir zaman kocasına seni seviyorum demeyecektir ve Yüzbaşı Burkay da kahrından ölecektir.”
Kurmaca anlatılarda yorum hürdür ve muayyen bir anlatının farklı kişilerce algılanıp yorumlanması her zaman aynı neticeyi vermez. Birtakım kalıplaşmış yargıların ötesine sızmayı başaran bir yorumcunun muayyen anlatıya bakış açısı hem değişik olacaktır hem de belki yadırgatıcı olacaktır. Ne var ki yorumlamanın ucu bucağı yok gibidir. Yorumlamaya kalkıştığımız anlatıyı keyfi olarak veya birtakım zaruretlerle istediğimiz tarafa sürükleyebiliriz ve evirip çevirerek çok farklı anlamlar yükleyebiliriz. İrlanda kökenli edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton bu hususta şöyle diyor: “Bir esere başlangıçta yüklenen anlama erişebileceğimizi farz etsek bile, bu anlam ille de eserin daha sonra edinebileceği anlamlardan daha üstün olmayabilir. Eskiden yazılmış bir eseri, bazı açılardan, kitabı yazıldığı dönemde okuyan insanlardan daha iyi anlayabilmemiz mümkündür.”[1] Ruh Adam’ın yazarı Nihal Atsız söz konusu Uygur masalına hangi sembolik anlamları yüklemiş olursa olsun, onun bu yüklemesine yüzde yüz sadık kalmamız gerekmediği gibi, Atsız’ın kâh bilinçli kâh bilinçdışı sembolizmini çözümlemeye soyunduğumuzda (başlangıçta yazarın kendisi tarafından yüklediğini farz ettiğimiz anlamları da göz ardı etmeksizin) Uygur masalının şimdiki zamanda hangi anlamlara geldiğini veya gelebileceğini saptamak artık bizim işimizdir. Ruh Adam artık Atsız’ın değil de toplumun malıdır çünkü. İşte bu sebeple Uygur masalını yazıldığı dönemin insanlarından daha farklı ve hatta daha iyi anlayıp değerlendirme imkânımız vardır. Nitekim kurmaca anlatılar belirli bir dönemin ürünü olsalar bile zamansızdırlar. Her edebiyat eseri bir nesnedir; hedef değil araçtır. “Nesneleri kendi içlerinde neyseler ona göre değil, bizim bakışımız için neyseler ona göre yargılarız,”[2] diyor İtalyan edebiyat kuramcısı Franco Moretti.
Nihal Atsız’ın Uygur masalını Ruh Adam’a uyarlarken neyi tasarladığını tam mânâsıyla hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Biz buradaki çözümlemede hem kendi zamanımızın algılarını Uygur masalına yedirmeyi denerken aynı zamanda Atsız’ın neyi tasarlamış olduğunu veya olabileceğini de kavramaya uğraşacağız. Sonuçta bu bir denemedir ve varacağımız yargıların mutlak doğruluğu söz konusu bile değildir.
Kamlançu ülkesinin neresi olduğunu tartışmanın gereği yoktur. Bizim ön kabullerimiz Kamlançu ülkesini Türklerin kadim anayurdu olduğuna inanmaya zorlamaktadır hepimizi. Uçsuz bucaksız bozkırlarıyla Orta Asya’dır demek durumundayız. Belki de efsanevi Oğuz Kağan’ın hükümranlık sahasıdır söz konusu ülke. Yüzbaşı Burkay sert mizaçlı tipik bir bozkır savaşçısı olsa da yüreğinin derinliklerindeki ihtiras mayası onu farklı bir mecraya sürüklemektedir. Yüzbaşı Burkay evlidir ama çam ağacının gölgesinde gördüğü Açığma-Kün adlı efsunlu kıza yönelik tutkusu yüzünden evdeşini iblislerin şefine kurban vermekte tereddüt etmeyecektir. Aslına bakılırsa Yüzbaşı Burkay’ın evdeşi bu tutkulu sevdanın farkında olduğu için mustarip kocasına yardım etmenin peşindedir; yine de kendi sonunun kurban edilmek olduğunu anladığında kocasını kıyamete dek lânetleyecektir.
Ruh Adam’daki Uygur masalı her yönüyle semboliktir. Gerçekçi değildir. Ama sembolik olduğu için arka planı bütünüyle gerçekliğe yaslanmaktadır. Efsunlu yeşil gözlü kız Açığma-Kün kimdir diye sormak yerine Açığma-Kün neyi temsil etmektedir sorusunun peşine düştüğümüzde Anadolu coğrafyası hatıra geliyor. Konargöçer bozkır kavminin yerleşik Anadolu’ya yönelik tutkusunun ifadesidir bu efsunlu kız. Göçebelik ile yerleşiklik tarih boyunca daima birbirinin karşıtı olagelmiştir. Yüzbaşı Burkay’ın iblise kurban verilen ilk evdeşi göçebeliğin kadınıdır. Açığma-Kün ise yerleşikliğin bozkırlıları hep kendine çeken cazip dilberidir. Yüzbaşı Burkay’ın ilk evdeşi (masalda belirtildiği üzere) iyi yürekli bir kadındır, kocasının derdine çare aranmaktadır fakat her bozkırlı gibi saftır; entrikaya aklı ermeyen ve tabii hayatın içinde yaşayan bir kadındır. Açığma-Kün ise bambaşka bir dilberdir, onun iç dünyasını keşfedemediğimiz gibi hedefinin ne olduğunu da büsbütün kavrayamayız. İbn Haldun göçebelik ile yerleşiklik arasındaki seciye farklarını çok güzel izah ediyor:“Bedeviler (göçebeler) ilk fıtrata ve tabiata daha yakındırlar, birçok kötü ve çirkin âdet ve alışkanlıklar sebebiyle nefse gelip yerleşen ve onun tabiatı haline gelen fena melekelerden daha uzak bulunurlar. Onun için bedevilerin tedavisi şehirlilerin tedavisinden daha kolaydır… Hadarilik (yerleşiklik) ve şehir hayatı umranın nihayetidir, onun bozulmaya yüz tutmasıdır, şerrin ve hayırdan uzak olmanın son merhalesidir.”[3] İbn Haldun şehirlilerin yozlaşmışlığına somut örnekler verirken şöyle yazmaktadır: “Hadariler (yerleşikler veya şehirliler) çeşit çeşit haz ve zevklerle, refahın getirdiği âdet ve itiyatlarla, dünyaya ve maddi menfaatlerine yönelmekte, dünyevî şehvetleri ve arzuları üzerinde ısrarla durmakla sık sık karşılaştıkları için, birçok huy ve şerle nefsleri kirlenmiştir.”[4]
Yüzbaşı Burkay’ın aşk ıstırabından kurtularak huzur bulmasının tek yolu “Beni seviyor musun?” sorusuna Açığma-Kün’ün “Evet, seni seviyorum!” karşılığını vermesinden geçmektedir. Gelgelelim, Açığma-Kün “Beni seviyor musun?” sorusuna muhatap kaldığı her seferde Yüzbaşı Burkay’ı bir şekilde atlatmakta, kocasına bu soruyu unutturmakta ve hiçbir zaman “Evet, seni seviyorum!” karşılığını vermemektedir. Açığma-Kün niçin böyle davranmaktadır? Böyle davranmaktadır çünkü Açığma-Kün şerrin ve hayırdan uzak olmanın son merhalesidir. Açığma-Kün, Yüzbaşı Burkay’ın iblise kurban edilen ilk evdeşi gibi tabiata yakın değildir ve yerleşikliğin yozlaşmışlığından kaynaklanan birtakım alışkanlıklar sebebiyle nefse gelip yerleşen ve onun tabiatı haline gelen fena melekelerin tutsağıdır. Açığma-Kün güneş ülkesi Anadolu’dur. Medeniyetin (yerleşikliğin) doğduğu toprakların temsilidir bu efsunlu dilber. Göçebelerin tedavisinin şehirlilerin tedavisinden daha kolay olduğunu belirten İbn Haldun’dan yola çıkarak söylersek, yerleşiklik hastalık demektir. Nitekim meşhur İtalyan edebiyatçısı ve Ortaçağ uzmanı Umberto Eco pek meşhur Gülün Adı isimli romanında şöyle der: “Kent yozdur.”
Medeniyetin aksaklıkları ve sakatlıkları içerisinde daima temkinli davranmak zaruretinde bulunan Açığma-Kün tekinsiz bir hedeftir. O derece tekinsizdir ki kocası Yüzbaşı Burkay’ın kahrından ölümüne sebebiyet vermektedir. Açığma-Kün aslında kocasını arzulamaktadır ama mizacındaki hastalıklı maya nedeniyle sevgisini itiraf edememektedir. Claude Levi-Strauss bir konferansında şöyle diyor: “Bilimsel düşünceyi kullanarak doğa üzerinde hâkimiyet kurabildik. Hâlbuki mit ise, insana çevre üzerinde hâkimiyet kurması için daha fazla maddi güç vermede başarısız kalmıştır. Ancak mit, insana, çok önemli bir şeyi, evreni anlayabileceği ve evreni anladığı yanılsamasını vermiştir. Kuşkusuz bu yalnızca bir yanılsamadır.”[5]
Medeniyetlerin beşiği Anadolu’yu temsil eden hasta ruhlu Açığma-Kün bozkırlıların düştüğü yanılsamaya maruz kalmamak iştiyakıyla elbette ki tabiata, bozkıra (yüzbaşıya) güvenemez. Efsunlu dilberin esas güvenemediği kişinin Yüzbaşı Burkay’dan ziyade onun ilk evdeşinin olduğunu idrak etmemiz zor değildir. İblislerin başı Madar hiç şüphesiz ki (Tanrı insanoğlunu yaratacağını söylediğinde itiraza yeltenen) metafizik şeytandır. Yüzbaşı Burkay, Madar’ın tavsiyesiyle ilk evdeşini ejderler kağanı Naranta’ya kurban ettiğinde tanrısal yasağı (sakıncalı meyveyi) çiğnediğinin şuurunda bile olamamıştır. Ruh Adam’ın başkahramanı Yüzbaşı Selim Pusat ile Yüzbaşı Burkay nasıl ki aslında aynı kişi (aynı beşerî ruh) ise iblislerin başı Madar ile ejderler kağanı Naranta da aynı şeytandır. Tanrı’ya itiraz eden şeytanın cennetteki yılanlaşmış halidir ejderler kağanı. Nitekim ejder, yılan demektir. İblislerin başı Madar karmaşık işlere aklı ermeyen Yüzbaşı Burkay’ı kolayca aldatarak onun ilk evdeşini kendine yem edinmiştir. İşbu aldanmışlık göçebelerin tabii saflığından ötürüdür.
İnsanın doğa üzerinde hâkimiyet kurması bakımından mitin (bizim masalımızda bozkırlı göçebeliğin) başarısızlığı veya yanılsaması meydandayken yerleşikliğin temsilcisi Açığma-Kün kendi bağrını Yüzbaşı Burkay’a tastamam açamazdı. Hem pek çok medeniyete beşiklik etmiş, hem de pek çok medeniyetin çökmesine ve yok olmasına tanıklıkta bulunmuş olan yerleşiklerin coğrafyası Anadolu temkinli davranmak zorundadır. Kendisine sığınanı reddetmez ama mesafeyi hep korur. Hiçbir zaman “seni seviyorum” demez ve demeyecektir. Medeniyet ülkesi Anadolu entrikacı kalmaya mecburdur. Tarih boyunca göç almıştır ve kendisine sığınanı pek az istifra etmiştir. Gitmeyip kalanlarıysa kendi bünyesinde eritmiştir. Fakat dediğimiz gibi gerektiğinde kusmasını ve püskürtmesini de bilmiştir. Hitit kavminin asırlar içerisinde yok olması gibi; Şah İsmail taraflısı birtakım Türkmenlerin Doğu Anadolu’yu boşaltarak Safevi İran’a hicret etmeleri gibi; Birinci Dünya Savaşında Ermenilerin tehciri gibi; Millî Mücadele esnasında mübadele hükümleri uyarınca Rumların Yunanistan’a gönderilmesi gibi.
İblislerin başı Madar ile ejderler kağanı Naranta aynı metafizik şeytandır demiştik. Ruh Adam romanının başkahramanı Yüzbaşı Selim Pusat’a musallat olan mendebur çehreli ve Yek adlı mahlûk da Madar’dır. Kaldı ki Selim Pusat’ın “Gelecekte olacakları nereden biliyorsun?” mealindeki sorusuna Yek şöyle cevap vermektedir: “Levh-i Mahfuz’da okumuştum!” Yüzbaşı Burkay’ın Kamlançu ülkesindeki çam ağacında Açığma-Kün ile tanışmasına paralel bir şekilde Yüzbaşı Selim Pusat da Çamlı Koru’da bir başka genç kızla tanışacaktır ki Leylâ Mutlak adındaki bu kız mendebur çehreli Yek’ten ürkmektedir. Selim Pusat kendisinden niçin ürküldüğünü sorduğunda Yek şöyle karşılık verir: “Ben kimseyi ürkütmem. Ürkütmek elimden gelmez.” Keza şeytan ürkütücü olmaktan çok ayartıcıdır. Leylâ Mutlak’ın ürküntüsü hakkında Yek’in müdafaası şöyledir: “(Leylâ’yı kastederek) tavsiyelerimden ürküyordu.” Selim Pusat sorar: “Ne tavsiye ediyordun?” Cevap: “Harekete geçmesini…”
Beşeriyetin hareketi (ve beşerî nefsin ve şuurun uyanması) cennetteki yasak ağaca uzanmakla başlamıştır. Tanrı’nın kurgusu böyledir. Ancak bu şekilde insanlığın hikâyesi başlayabilecekti. Bu hikâyede esas olan çözümsüzlüktür. Cennetten kovulan insanlığın dünyevi anlatısının devam edebilmesi için karmaşa sürmelidir. “Çözüm geçici olarak geri çekilmezse, ortada bir hikâye olamaz. Anlatıyı ayakta tutan şey çözümün yokluğudur.”[6] Dünya hayatı geçicidir ve çözümsüzdür. Efsunlu Açığma-Kün sessiz kalarak, “seni seviyorum” demeyerek ve kocasını mütemadiyen oyalayarak çözümsüzlüğün devamını sağlayabilmiştir. Ve aynı Açığma-Kün benzer bir davranışla, Yüzbaşı Burkay ile evlenmesinin öncesinde sessiz ve pasif kalarak harekete geçmiştir ve Yüzbaşı Burkay’ın ilk evdeşinin ejderler kağanına yem edilmesine zemin hazırlamıştır. Mendebur Yek ise Leylâ Mutlak’a harekete geçmesini tavsiye etmektedir.
Görüldüğü üzere Kamlançu ülkesinde vuku bulan hadiseyle belki binlerce yıl sonrasının Yüzbaşı Selim Pusat zamanındaki hadiseler birebir örtüşmektedir. Hadiselerle birlikte karakterler de örtüşmektedir ki, bütün bu anlatı karakterlerinin her birinin arketip olduğu apaçık meydandadır. Yüzbaşı Burkay bozkırlı savaşçıdır. Yüzbaşı Selim Pusat ise medeniyetin subayıdır. Selim Pusat’ın cumhuriyet idaresine muhalif bulunmasının ve kralcılık taraftarlığı gütmesinin arka planında medeniyete (medeniyetin hastalıklı tabiatına) isyan vardır. Selim Pusat’ın tasavvurundaki krallık rejimine özlem esasen kadim zamanlara beslediği hasretin yansımasıdır. Oğuz Kağan zamanlarına (mitik çağlara) dönüş arzusu söz konusudur. Zaten yukarıda özetini verdiğimiz Uygur masalı da alelade bir masal olmanın çok ötesindedir ve doğrudan doğruya mitolojik bir anlatıdır.
Medeniyetin hastalıklı doğasından nefret eden Selim Pusat bilinçaltında Anadolu’yu yargılamaktadır. Anadolu demek medeniyet demektir ve medeniyetin bulunduğu yerde kargaşa vardır. Huzur yoktur. İnsana çok önemli bir şeyi, evreni anlayabileceği ve evreni anladığı yanılsamasını vermiş olan mitik çağlar daha güvenlidir. Nihal Atsız kendi hayatındaki buhranlarını ve psikolojisini Selim Pusat karakterine yüklerken bilerek veya bilmeyerek Anadolu coğrafyasındaki huzursuzluğunu dile getirmenin derdine düşmüştür. Anadolu kan emicidir. 1071’den bugüne Türkler bu coğrafyada hiçbir zaman rahat edememişler, bilim ve sanatla uğraşmaya yeterince vakit ayıramayarak biteviye savaşmak mecburiyetinde kalmışlardır. Bozkırlı savaşçıların akınlarından çok farklıdır Anadolu savaşları. Bozkırlı savaşçılar inisiyatif sahibidirler, diledikleri yere akın edebiliyorlardır. Oysaki Anadolu muharebelerinde inisiyatiften ziyade zorunluluk vardır. 1071’den beri Türkler hep istilalarla boğuşmuşlar, hep ölmüşler, her istilada kadınları ve kızları istilacıların zulümlerine uğramışlardır.
Selim Pusat’ın şahsında Nihal Atsız mutsuz Türk’tür ve onun bilinçaltında Anadolu’yu terk ederek anavatan Orta Asya’nın korunaklı iklimine, ana rahmine, bir anlamda Ergenekon adlı cennete dönüş arzusu yatmaktadır. Korunaklı anavatanın terk edilerek gurbete, Anadolu’ya göç edilmesinin sembolik suçlusu ise Yüzbaşı Burkay’dır. Bozkırlı Yüzbaşı Burkay’ın ilk evdeşi Orta Asya (veya Ergenekon) iken, ikinci evdeşi Açığma-Kün ise Anadolu’dur. Medeniyet ülkesi Anadolu’yu (Açığma-Kün’ü) elde etme tutkusuyla Yüzbaşı Burkay büyük bir günah işleyecek ve ilk evdeşini (Ergenekon’u) iblisin tavsiyesine uyarak ejderler kağanı Naranta’ya kurban verecektir. Açığma-Kün’e dokunmak (onunla evlenmek) demekse yasak ağaca yaslanmak demektir. Ve bu büyük günahın bedeliyse kıyamete dek lânetlenmek olacaktır: “Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar, dünyaya her gelişinde ruhun ıstırap içinde çalkansın!” Nitekim ıstırap içindeki Yüzbaşı Burkay’a hekimler ve bakşılar şöyle demişlerdir: “Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-Kün, Tanrı’nın sana bir cezasıdır.”
Ama ne yazı ki Yüzbaşı Burkay büyük günahının ve onulmaz tutkusunun cezalandırılması nedeniyle ölümsüzleşmiştir. Buradaki ölümsüzlük elbette dünya hayatına veyahut da dünyevi ihtiraslara mahkûm edilmektir. Artık gerçek ölümün tek yolu kıyametin kopmasıdır. Dünya hayatı lânetlenmiş hayattır. İnsanlığı kuşatmış bulunan kötülüğün sebebi işte bu bedduadır. Cennetle veya Ergenekon’la yetinmeye razı olmayanların infaz mekânıdır muhterislik yüklü dünya.
Anadolu bir cezadır. Tutkuların ve ihtirasların ülkesidir. Yüzbaşı Burkay onulmaz aşkıyla ölüp ölüp dirilmek için ölmüştür.
Biz Türkler ise Anadolu coğrafyasında her gün ölüyoruz.
KAYNAKLAR
[1] Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur, sayfa 154, İletişim Yayınları, İstanbul 2016
[2] Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler, sayfa 12, Metis Eleştiri, İstanbul 2005
[3] İbn Haldun, Mukaddime Cilt 1, sayfa 421, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982
[4] Mukaddime Cilt 1, sayfa 420
[5] Claude Levi-Strauss, Mit ve Anlam, sayfa 29, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986
[6] Edebiyat Nasıl Okunur, sayfa 116