18 Mayıs 1944 sürgünü Kırım Tatar Türkleri katında bir kırılma noktası olmakla birlikte, aynı zamanda varoluş mücadelesinin ana dinamiklerinden biridir. 1944 sürgünü Kırım Tatar Türklerini yerlerinden yurtlarından etmiştir fakat onlara bir başka hâfıza katmıştır. 1944 sürgünü Kırımlı ailelerde hiçbir zaman unutulmamış, nesilden nesle aktarılmış, zorla yerleştirildikleri muhitlerde eriyip gitmemek için sürgün faciası hâfızalarda daima korunmuştur. Kırımlı ailelerin büyükleri yerleştirildikleri her muhitte çocuklarına ve torunlarına günün birinde muhakkak Kırım’a dönmeyi vasiyet etmişlerdir. Rusların başını çektiği Sovyet politikalarının hefedi Kırım halkının zorla yerleştirildikleri muhitlerde asimile olmalarını sağlamaktı. Halkların kardeşliği prensibine rağmen Sovyetler Birliği esas itibarıyla Rus şovenizminin komünist-hümanist çehreli bir görüntüsünden ibaretti. Rus Çarlığı zamanında Tatarların kalabalık kafileler hâlinde Osmanlı Türkiyesi vilayetlerine göç etmeleri özendiriliyordu. Çünkü biliniyordu ki Kırım Tatarları kültür bakımından Osmanlı Türklerine çok fazla yakındırlar. Nitekim Kırım Tatarlarının önderlerinden Cafer Seydahmet (1889-1960) bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Bizim Türkiye ile diniy hatta ırqıy büyük münasebatımız var. Türkiyeniñ saadetini tileyurız. Lâkin kendi saadetimizi de unutacaq devirde değiliz, qırımtatar kendi hayatını, atiyisini her şeyden evvel tüşünmek vazifesi qarşısında bulunıyur.”[1]
Türk yurtlarının her yerinden gelmiş olan Türkler fazla zorlanmaksızın Türkiye Türkleri’nin hayat tarzlarına uyum sağlamaktadırlar. Kırım Tatar Türkleri katında bu uyum çok daha kolay olmaktadır. Kırım Türkleriyle Türkiye Türklerinin münasebetleri Selçuklular zamanından başlar ve kesintisiz biçimde günümüze kadar sürer. Bu nedenle iki Türk halkının kaynaşması çabuk olmaktadır. 1944 sürgününde ise Kırım Tatarlarının çoğunluğu Özbekistan’a iskân edilmişlerdir. Bundan maksat Tatar Türklerinin aynı dil ve kültür ailesine mensup Özbek Türkleri arasında kaynayıp eriyecekleri düşüncesidir. Çarlık rejiminden Sovyet rejimine Rusların hedefi Kırım Tatar Türkleri kimliğini bu şekilde Özbekistan ve Türkiye üzerinden silip yok etmekti. Kırım Tatarları şayet bilhassa bu iki Türk ülkesinde büsbütün asimile olurlarsa Kırım artık Türk-Tatar yurdu olmaktan çıkarak Slav yurdu hâline getirilebilecekti. Nitekim Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun Yağmur Derin Ükten’e verdiği bir röportajda söyledikleri aynı minval üzeredir: “En büyük diaspora tabii ki Türkiye’de. Ama Türkiye’deki kültür ile Kırım Tatar kültürü benzediği için eridiler. Ama toplam olarak Türkiye’de 47 dernek vardır. Amaçları kültürel olarak devamlılığı sağlamaktır. Siyaset ile uğraşmıyorlar. Bunun dışında Amerika’da da dernek var.”[2]
Altın Orda Devleti’nin dağılması sonucunda Kırım Hanlığı 15. yüzyılın başlarında ortaya çıkıyor. 1475 yılından itibaren de Osmanlı Devleti’nin himayesine giriyor. Kırım Hanlığı’nın coğrafyası Kırım yarımadası merkez olmak üzere Karadeniz’in kuzeyindeki ve Kuban bölgesindeki geniş arazilerdir. 1769-1774 Türk-Rus savaşı bitiminde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı himayesi sona eriyor ve Kırım Hanlığı göstermelik bir şekilde bağımsız kalıyor. Bu göstermelik bağımsızlık döneminde Kırım topraklarına Rus orduları muhtelif gerekçelerle üç kez girecektir. Kırım yurdu artık fiilen Rus işgali altındadır. On yıl bile sürmeyen göstermelik bağımsızlığın peşi sıra Kırım Hanlığı 19 Nisan 1783 yılında Çariçe II. Yekaterina’nın manifestosuyla ortadan kaldırılıp Rusya’ya ilhak edilmiştir. Bu ilhakın ardından Kırım’daki şehirlerin adları Yunanca antik ya da antik benzeri uyduruk adlarla değiştiriliyor. Bundan maksat hem Kırım coğrafyasının Türk-Tatar hâfızasını silmektir hem de burada Türklerden önce Grekler yaşıyordu izlenimini kurgulayıp kökleştirmektir. Çünkü zaten buralarda Slav geçmişi yoktur. Çariçe II. Yekaterina’nın manifestosunun ardı sıra Kırım yurdunda Rus kolonisazyonu baş gösterecektir; ve Kırım’a her milletten insanın yerleşmesi teşvik edilerek nüfus dengesi gitgide Tatarlar aleyhine bozulacaktır. İşte bu kolonizasyon politikasıyla Tatarlar öz yurtlarında azınlığa düşürülmüştür. Kırım’ın boşaltılması için gereken her yol denenmiştir.[3] Çarlık rejiminden Sovyet rejimine kadar yürütülen Kırım Türk Tatar kimliğinin diğer Türk yurtlarında eritilme projesi tutmamıştır. 1783’den 1944’e bir buçuk asır boyunca yaşananlar nedeniyle Kırım yitirilmiştir ve hatta Tatarlardan büyük ölçüde arındırılmıştır. Buna rağmen 18 Mayıs 1944 sürgünü yeni bir hâfıza ve yeni bir direniş kimliği oluşturduğu için Kırım’a dönüş tutkusu millî bir emel hâline gelmiştir. Kaldı ki zaten diasporadaki Tatarların çıkarttığı en meşhur derginin adı da Emel Dergisi’dir.
Emel Dergisi 1 Ocak 1930 tarihinde Romanya’nın egemenliği altındaki Güney Dobruca’nın Hacıoğlu Pazarcık şehrinde Müstecib Ülküsal ve dokuz arkadaşı tarafından çıkarılmaya başlanan fikir ve kültür dergisidir. Kırım millî hareketinin yayın organıdır. Yayın hayatı boyunca bilhassa diasporadaki Kırım Tatar aydınlarının çevresinde birleştiği bir çekim ve fikir merkezi hâline gelmiştir. Emel dergisinin idare ve yazar kadroları Emelci adıyla anılmaktadır. Emel dergisinin yayın tarihçesini üç ana döneme ayırmak mümkündür. Birinci Dönem: 1930-1940 yılları arasında Müstecib Ülküsal önderliğindeki Dobruca Hacıoğlu Pazarcık dönemi. Dobruca’nın Almanlarca işgaline kadar 11 sene Romanya’da yayımlanmış ve 154 sayı çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Emel kapanmış ve Müstecib Ülküsal da Türkiye’ye göç etmiştir… İkinci Dönem: Türkiye’ye göç eden Müstecib Ülküsal’ın 1960 senesinden itibaren Ankara’da yeniden neşretmeye başladığı dönemdir. Müstecib Ülküsal 1962’de dergi merkezini Ankara’dan İstanbul’a taşımış, 1983 senesine kadar da yazı işleri müdürü olarak kesintisiz bir biçimde iki aylık dergi olarak çıkarmaya devam etmiştir. 1983’te derginin yönetimini Zafer Karatay, Hakan Kırımlı, Tuncer Kalkay gibi yeni nesil Emelcilere devretmiştir ve 1996’daki vefatına kadar da derginin fikrî önderliğini sürdürmüştür. 1986’da Emelciler tarafından kurulan Emel Kırım Vakfı, Emel dergisinin sahibi olarak yayın sorumluluğunu yüklenmiş ve 1992 senesinden itibaren vakfın başkanlığını Zafer Karatay üstlenmiştir. Çeşitli sebeplerle 1998’de yayınına ara vermek zorunda kalan Emel dergisinin 38 sene zarfında 227 sayısı neşredilmiştir… Üçüncü Dönem: 2009’dan günümüze Emel dergisi Kırım Tatar Millî Meclisi Türkiye temsilcisi Zafer Karatay’ın öncülüğü ve dil bilimci Saim Osman Karahan’ın yayın müdürlüğüne gelmesiyle yeniden çıkmaya başlamıştır. Üç ayda bir olmak üzere yılda dört sayı yayımlanmaktadır.[4]
Bir halkın en başta gelen varlık sebebi dildir, bir halkın dili ortadan kalktığında halkın kendisi de çözülerek diğer halkların bünyesinde eriyecektir. Bu eriyen halk belki uzak mâzideki derin köklerini nesilden nesle aktarılan birtakım silik hâtıralar yoluyla hiç unutmayacaktır fakat artık bir başka dil konuştukları için de derin kökler fazla bir güce sahip bulunmayacaktır. Varlık sebebi olarak dilin yanı başındaki bir diğer varlık sebebi ise unutulmayan vatan özlemidir. Kırım Tatar Türkleri muhtelif direnç yöntemleriyle Rusçaya teslim olmayarak anadillerini korumuşlardır ve aynı zamanda vatana dönüş iradesini de canlı tutmuşlardır. Böyle olunca da Çarlık rejiminden Sovyet rejimine kadar yürütülen Kırım Türk Tatar kimliğinin diğer Türk yurtlarında eritilme projesi sonuç vermemiştir. Dobruca Türk Hars Birliği mensuplarından Köstence doğumlu Necip Hacı Fazıl (1906-1948) Köstence Cemiyet-i İslamiyesi’nde verdiği bir konferansta bir milletin aydınlarıyla o milletin halkı aynı dili konuşursa bu iki zümre arasında düşünüş ve hayatı seziş bakımından uzlaşma imkânı doğacağını belirtir. Uzlaşmanın yanı sıra mefkûrede birlik de pekişecektir. Bir kişi dünyada yaşadıkça, diyor Necip Hacı Fazıl, maddi ve manevi varlığını temin etmek bakımından özüne mahsus ülküsünü sırtında taşır. Milliyet dediğimiz topluluğun özüne mahsus gayelere ve mefkûreye sahip bulunması gayet tabiidir. Necip Hacı Fazıl’a göre millet adını almış olan bir topluluğun sırtlandığı ortak gayelere mefkûre denmektedir.[5]
George Orwell kendi ülkesi İngiltere’yi çözümlediği bir yazısında zengin fakir, aristokrat ya da proleterya fark etmeksizin İngiltere’deki bütün sınıfların kendilerini tek bir ulus gibi hissettiklerini söylüyor. İngiltere’deki vatanseverlik duygusu muhtelif sınıfların birbirlerine yönelik nefretinden daha güçlüdür diyor. İspanya’daki işçi sınıfı yavaş yavaş ezilip boğulurken İngiliz işçi sınıfının kılını bile kıpırdatmadığını belirtiyor. Her ne kadar İngiltere’de İspanyol işçi sınıfı için bir miktar bağış toplanmışsa da toplanan miktar İngiltere’deki spor toto cirosunun yüzde beşine bile denk gelmiyordu. Orwell’a göre millî birlik ve vatanseverlik duygusu evrenseldir ve tehlikeli zamanlarda yoksul zengin herkesin birleşmesine yol açar.[6]
Sovyetler Birliği’nde de durum bundan farklı seyretmemiştir. Önceki satırlarımızda tek cümleyle değindiğimiz üzere Rus şovenizmi komünist-hümanist çehreli bir görüntüye bürünmüştür. Hakan Reyhan, Rusya’daki Ekim Devrimi’nin başarıya ulaştırılmasında Müslüman Sosyalistler Komitesi’nin azımsanmayacak düzeyde katkısı bulunduğunu yazıyor. Gerçekten de 1917’den 1921’e dek Tatar milliyetçileri ile Rus komünistleri ittifak hâlindeydiler. Milliyetçiler, devrimi ulusal özgürlüklerin gerçekleştirilmesi yönünde önemli bir araç ve aşama olarak görüyorlardı. Ceditçi hareket içinde yetişen daha sonra Bolşevik saflarına katılan Sultan Galiyev’in (1892-1940) “ben sosyalizme halkıma duyduğum derin sevginin itmesiyle geldim” şeklindeki meşhur sözü de burada anlam kazanıyor. Fakat, Ceditçiler ile Bolşevikler arasındaki flört çok uzun sürmeyecek ve ayrışma süreci başlayacaktır.[7]
Bu ayrışmanın temel sebebi milliyet hisleridir. Görüntüde başka sebepler ortaya atılabilir. Sovyetler Birliği’nin kurucu kadrosu Türk milliyetçiliğinden ürkmüştür. Rusya Türkleri de zaten çok açık bir şekilde Sovyetler Birliği’ndeki Rus milliyetçiliğinden yakınmışlardır. Halkların kardeşliği prensibi hiçbir zaman uygulanmayarak Rus patronajı (Rus yönetimi ve gözetimi) esas tutulmuştur. Tabiatıyla bu esas tutmaya komünist ideoloji kılıfı geçirilmiştir. Bunun başka türlü olması zaten beklenemezdi çünkü milliyet duygusu evrensel ve doğal bir dürtüdür. Ekim Devrimi’nden sonra Ruslar biçim değiştirmiş olan bir Slav milliyetçiliğine sarılmışlar, devrimden yana çalışan Türklerin bir kısmı ise Sovyetler Birliği içerisinde veya dışarısında Sosyalist Turan ülküsünü benimsemişlerdir. Sultan Galiyev bu ülkünün baş aktörlerinden biriydi. [Asya’da Marksizm ve Milliyetçilik kitabının iki ortak yazarı Galiyev hakkında şöyle yazmışlardır: “Sultan Galiyev, Üçüncü Enternasyonalden bağımsız ve ileri ülkelere karşı proleter milletlerin çıkarlarını savunan koloniyal bir komünist enternasyonali kurulmasını öngörüyordu. Bu milletler gruplaşmasının ilk aşaması, büyük bir Türk millî devleti, Turan olacaktı. Turan ve koloniyal enternasyonal, köylü sınıfı, proleterler ve küçük burjuvalardan ibaret müslüman kitleleri temsil eden, müslüman sosyalist ve işçi bir parti tarafından yönetilecekti.”[8]] Ne var ki Moskova erken davranarak Müslüman Sosyalist Türklerin önderlerini bir bir tasfiye etmiştir. Türkistan’dan Kırım’a pek çok Türk-Tatar aydını Pan-Slavist Çarlık rejiminin Sovyetler Birliği rejimi gölgesinde sürüp gittiği düşüncesindedir. Moskova’ya göre Kırım Tatar Türkleri Kırım’dan atılması gereken zararlı bir halktır. Bunu açıkça ifade etmişlerdir. Alman ordularının işgali sırasında birtakım Tatar Türklerinin Rus tahakkümünden kurtulmak umuduyla Almanların safına geçmesi ile Moskova aradığı bahaneyi bularak 18 Mayıs 1944 sürgününü planlamıştır.
Kırım Tatarlarının ikinci dünya savaşında ‘Almanlarla işbirliği yaparak Sovyetler Birliği’ne ihanet ettikleri’ suçlamasına maruz kaldıkları malumdur. Bu ihanet suçlaması üzerinden Kırım yarımadası 18 Mayıs 1944’te neredeyse bir gecede Tatarlardan arındırılmıştır. Bu karanlık operasyonun kolayca yürütülmesinin bir sebebi 19 Nisan 1783’teki Çariçe II. Yekaterina manifestosuyla Kırım’da zaten etnik temizliğin çoktan başlatılmış olmasıdır. 1944 yılında Kırım’da milyonlarca Tatar yaşamıyordu. Aksi takdirde Kırım’ın bir gecede boşaltılması mümkün olamazdı. Alman işgali sırasında Kırım Tatar Türklerinden oluşan taburlar kurulmuştu. Bu taburlara Gönüllü Nefsi Müdafaa Taburları deniyordu. Fakat bu taburlara iştirak etmiş olan Tatar nüfusu fazla değildi. Böyle olmakla birlikte Alman orduları Sovyet topraklarından çekilince bütün Kırım Tatarları ihanetle suçlandılar. Moskova’nın eline koz geçmişti. Bu bahaneyle Kırım’da tek bir Tatar bırakılmamış, topluca sürgün edilmişlerdir. Gerçekte ise Tatarlar iki arada bir derede bırakılmışlardı. Tatarların bir kısmı Almanların yanında savaşmaya mecbur kalmışlar, daha fazlasıyla ise Kızılordu’nun saflarında Almanlara karşı savaşmak zorunda bırakılmışlardır. Bu aslında Tatarların savaşı değildi.
Yağmur Derin Ükten bu durumu şöyle açıklıyor: “Kırım özelinde bakıldığında Almanya, Kırım’ı ele geçirdiğinde Kırım halkına oldukça dostane yaklaştı ve Kırım Türklerinden oluşan bir tabur kurarak çeteci faaliyetlere karşı gelmeyi amaçladı. Almanların Kırım Türklerine karşı imtiyazlı oldukları söylense de Alman liderlerinin düşünceleri oldukça farklıydı. 1941 yılında Kırım Türklerine Müslüman komiteleri kurma hakkı verildi. Dini propagandayı başarılı bir şekilde gerçekleştiren Almanlar, Türklerin dini programlarına dahi izin verdi. Hâl böyleyken, Rus hâkimiyeti altında temel hakları elinden alınan, toprakları ve özel mülkiyetleri gasp edilen, dini açıdan baskılar gören Kırım Türklerinin Almanları bir kurtarıcı olarak görmeleri oldukça normal bir durumdu.”[9]
Gerçekten de Kırım Türkleri katında Almanlar bir düşman sayılmıyordu. Bir buçuk asırlık Rus tahakkümü karşısında Kırım Türklerinin müttefiğe ihtiyaçları vardı. Cafer Seydahmet çok öncesinden Almanlara dair görüşlerini belirtmiştir. Seydahmet’e göre, Almanlar gerek ticaret maksadıyla gerekse İngilizlerle muhtemel bir deniz savaşında Rusya’nın Baltık denizinde kuracağı büyük bir filoyla Almanlara darbe indirebileceği tehlikesini görüyorlardı. Bunu dengeleyebilmek için Almanların Karadeniz’de Rusları engellemesi gerekiyordu. Almanya’nın Kırım’a ilgisinin asıl sebebi buydu. Karadeniz tarafsız kalmalıydı ve hiçbir deniz gücü yer almamalıydı. Almanların doğu politikalarında Kırım yarımadasını üs olarak kullanmak niyetleri de vardı. Seydahmet’in kaleminden okuyalım:
“Siyaset-i hariciyede bizim mevqimiz tetqiq idenler ve bizim tışta bulunan derin diplomatlarımız ki, Qırımın idaresinden qorquyurlar. Onlara diyorum ki, Qırımın ayrıca bir hassası var, Qırım istiqlâliyetinde Almanya siyaseti qatiyetle rol oynayacaq, Tuna yoluyle Şarqa aqacaq alman siyasiy ve iqtisadiy ceryanına Qırım bir istansyon olacaq. Ve bu istansyonda bulunıp da büyük müsafirperverlikle müsafirleri qarşılayabilecek. Kendi vagonlarında büyük rahatlıqle müsafirlerini kendi haslet ve ananesinde müsafirperver olan bir halqı alman siyaseti ezmiyecektir.”[10]
Bu satırlardan da görüldüğü üzere Kırımlı aydınlardan pek çoğu Ruslar karşısında Almanları bir dayanak, bir çıkış yolu şeklinde düşünmüşlerdir. Bir açmazın içerisinde bulunduklarından ötürü Kırım Türklerinin müttefik edinme çabalarını anlayışla karşılamak gerekiyor. Cafer Seydahmet pek çok yazısında Almanya ve Rusya siyasetlerini hem eleştirmiştir hem de Rusya’nın zorbalığını kırabilecek bir güç olarak Almanya’yı görmüştür. Kemal Özcan ile Hande Gündüz’ün birlikte yazdıkları bir makaleye göz atarak Kırım Türklerinin açmazını daha iyi kavrayabiliriz: “1936-39 yıllarında Sovyetler Birliği’nin genelinde zuhur eden ‘aydın katliamı’ tesirini Kırım’da da göstermiş ve söz konusu dönemde aydınların, devlet adamlarının çoğu ya Sibirya’ya sürgüne gönderilmiş ya da katledilmişlerdi. Bu şerait altında II. Dünya Savaşı’na tanıklık eden Kırım Türkleri arasında Edige Kırımal, Cafer Seydahmet Kırımer ile Müstecip Ülküsal gibi bazı genç aydınlar, Kırım’a gelen Almanları kendi halkları için birer kurtuluş vesilesi olarak görmüşlerdi. 2 Ocak 1942’de yapılan bir toplantı neticesinde ise Almanların idaresinde olmak üzere tamamı Kırım Türklerinden oluşan ‘Gönüllü Nefsi Müdafaa Taburları’nın inşasına karar verilmişti. Hayatta kalmak için ‘bir şans’ olarak nitelendirilen bu taburlara tahminî olarak 9.250 Kırım Türkü katılmıştı.”[11]
Sonuç olarak Rusların Kırım Türklerine güvenmedikleri ve güvensizliğin sebepleri ortadadır. Dünya Savaşı ortamında Tatarların bir kısmı Almanlara yanaşmasaydı bile Sovyetler Birliği hükümetleri Kırım’ın Tatarlardan arındırılmasını hep düşüneceklerdi. Kaynarca Antlaşması sonrasındaki ilhaktan itibaren Ruslar kendi çıkarları doğrultusunda daima tedbirli davranmışlar, Kırım Tatar Türklerini önce Osmanlı Devleti’nin sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin doğal yandaşları olarak görmüşlerdir. Zararlı bir unsur saydıkları Tatarlardan kurtulmak niyetlerini hep taşımışlar ve kimi zaman bu niyetlerini açıkça söylemişlerdir. Tarihsel süreç içerisinde Türkiye, Almanya ve Ukrayna doğal olarak Ruslar karşısındaki Tatarların müttefikleri olagelmiştir diyebiliriz.
Dipnotlar
[1] Komisyonca hazırlanmış Millet Cevherleri adlı kitabın Cafer Seydahmet başlıklı bölümü içinde, sayfa 126, Qırımdevoquvedneşir 2012.
[2] Son Bozkurt – Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu Armağanı, [Yayına Hazırlayanlar: Saadettin Yağmur Gömeç, Pınar Yiğit Türker, Sonay Ünal, Abdul Metin Çelikbilek], Yağmur Derin Ükten: Kırım Bağımsızlık Mmücadelesinin Efsanevi Önderi Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, sayfa 7-28, Berikan Yayınevi, Ankara 2023.
[3] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Hakan Kırımlı, Kırım Tatarlarında Millî Kimlik ve Millî Hareketler, sayfa 5-6, TTK Ankara 2010.
[4] Emel Dergisi hakkında kaynak: Emel Kırım Vakfı.
[5] Necip Hacı Fazıl, Qırım, sayfa 51-53, (yayına hazırlayan: Saim Osman Karahan), Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği, İstanbul 2011.
[6] George Orwell, Yoksullar Evi, sayfa 171-177, Doğan Kitap, İstanbul 2021.
[7] Hakan Reyhan, Doğunun Büyük Devrimcileri Mollanur Vahidov ve Sultan Galiyev, sayfa 158, Dorlion Yayınları, Ankara 2020.
[8] Hélène Carrère d’Encausse – Stuart Schram, Asya’da Marksizm ve Milliyetçilik, sayfa 60, Yön Yayınları, İstanbul 1966.
[9] Yağmur Derin Ükten, adı geçen makale, sayfa 8.
[10] Cafer Seydahmet, adı geçen kitap, sayfa 125.
[11] Son Bozkurt – Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu Armağanı, [Yayına Hazırlayanlar: Saadettin Yağmur Gömeç, Pınar Yiğit Türker, Sonay Ünal, Abdul Metin Çelikbilek], Kemal Özcan ile Hande Gündüz: Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ve Kırım Türklerinin Vatana Dönüş Mücadeleleri, sayfa 222-234, Berikan Yayınevi, Ankara 2023.