Anadolu’nun, pek çok kavimden insanı bir arada tutabilmek ve bir barış havası içinde çeşitli kültürlere ev sahipliği yapabilmek gibi güzel bir talihi vardır. Malazgirt Savaşı’ndan sonra siyasî istikrarın sağlanmasıyla beraber ve fetihleri müteakip özellikle Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti’nin yükseliş devirlerinde bu coğrafyaya yapılan göçlerin hızlandığını görüyoruz. Birçok topluluk adeta can havliyle kendilerini burada yaşanan barış ve huzur ikliminde bulmak istemiştir. Bu hâlen de böyledir. Bir Kırgız atasözünde “Bütün alem koçse Rumeliga pata (sığar) Rumeliga koçse nege pata” denir. Bu söz bu coğrafyanın hoşgörüsünü ve özellikle Türklerin herkese kucak açabilmesini ifade ettiği gibi bu toprakların sahip olduğu mânevî feyzi de anlatır. Nitekim bu anlamda şairin söylediği pek yerindedir:
Mülk-i Rum olmasa elbette nazargâh-ı Hüda
Evliya anda gelüp bulmaz idi neşv ü nemâ[1]
Geniş halk kitlelerinin yanında bazı sûfîlerin, hayatlarının belli dönemlerinde Anadolu’ya sefer ettiklerini ve ikâmet etmek üzere burayı tercih ettiklerini görüyoruz. İbn Arabî, Hacı Bektaş-ı Veli, Bahaeddin Veled, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî, Necmeddin-i Dâye, Fahreddin-i Irakî, Evhadüddin-i Kirmânî, Geyikli Baba, Ahi Evran-ı Veli, Emir Sultan, Seyyid Harun, Şeyh Ahmed-i Gazzî, Abdülkadir-i Belhî, Muhammed Nûrü’l-Arabî gibi birçok mutasavvıf, tarihin belli dönemlerinde Anadolu’ya gelmeyi tercih etmişlerdir. Bu tercihin yakın zamanlara kadar devam ettiği bilinmektedir. Bu husus bazı araştırmacıların da dikkatini çekmiştir. Bunlardan, Mahmud Erol Kılıç, bazı sûfîlerin “Anadolu’ya git!”, “Bilâd-ı Rûm’a git” gibi mânevî işaretlerle bu topraklara geldiğini söylemekte ve şöyle bir tespitte bulunmaktadır: “Öyle anlaşılıyor ki yeryüzünün bu zaman ve zemininde âfâkî ve enfüsî bazı parametreler kesişmiştir.” [2]
Tabii bunda, Anadolu’daki sükûnet ve huzur ortamının, farklı görüşlere ve inançlara gösterilen saygının, devlet adamlarının sanat, zanaat ve tasavvuf erbabını desteklemesinin payı vardır. Fakat ilginç olan bu seyahatlerin rüyâlarla desteklenmesi ve özellikle bazı sûfilere Anadolu’ya gitmeleri için mânevî işaretlerin gelmesidir. Öyle anlaşılıyor ki, Anadolu’nun evliyalar diyarı olması için sanki özel bir durum söz konusudur. Bunların hemen hepsinin bilinçli hareketler olduğu evliya menkıbelerinden ve velilerin sözlerinden anlaşılmaktadır. Sarı Saltuk’ın “Hele şükürler olsun ki Rûm ocağı evliyâ ile doldu. Ümittir ki İslâm bu diyarda kuvvet tuta” sözleri, yapılan hareketlerin ne kadar bilinçli olduğunu gösterir.
Az önce ifade etmeye çalıştığımız gibi Anadolu’nun sefer, yolculuk, ikâmet gibi sebeplerle seçilmesinde mânâ âleminden mutasavvıflara verilen emirlerin büyük rolü olmuştur. Mesela Bahaeddin Veled, Belh’ten göç etmeye karar verdikten sonra Harzemşah’ın ısrarına rağmen orada durmamış ve verdiği karardan dönmemiştir. Menâkıbu’l-Ârifîn’e göre kafile yolculuk boyunca her nereye uğrarsa rüyada bilhassa Peygamber efendimiz tarafından ikaz edilen devlet adamları ve diğer yöneticiler tarafından hürmet ve ikramla ağırlanmıştır: “Belh’ten çıkıp yola koyulunca, yol üzerinde bulunan ülke ve kalelerin bütün ahalisi daha önceden Peygamber’i (Tanrı’nın selâmı üzerine olsun) rüyalarında gördüler. Peygamber onlara: ‘Belhli Sultan-ul Ulemâ Bahâ Veled geliyor, onu can ve gönülden tam bir itikatla karşılayınız’ dedi. Bahâ Veled daha o konak ve ülkelere ulaşmadan oraların halkı onu bir günlük yoldan karşıladılar.”[3]
Kendilerine ikâmet etmek üzere yeni bir yurt arayan mutasavvıflar gitmek istedikleri yere varmadan önce hac vazifelerini yerine getiriyorlardı. Nitekim Bahaeddin Veled Bağdat’a geldikten sonra hac seferine çıkmış ve sonra Anadolu’ya yönelmiştir.
Menâkıbu’l-Ârifîn’e göre Bahâeddin Veled’in rüyalar sebebiyle ağırlanışı bitmemiştir. Nitekim zamanın Erzincan hükümdarı Fahreddin’in İsmetî adında bir karısı vardı. O da mânâsında Bahâeddin Veled’in kendi memleketlerinin yakınından geçtiğini gördü. Fahreddin ve eşi İsmetî Hatun, Sultânü’l-Ulemâ’ya yetişerek müritliğe kabul olundular. Onların ricaları üzerine Bahaeddin Veled, kendi adına yaptırılan bir medresede dört sene kaldı.[4]
Mânevî bir işâret üzerine Anadolu’ya gelenlerden biri de İbn Arâbî’dir. O, Kâbe’de Anadolu’ya gitmesine dair mânevî bir işaret almış ve kendisine “Anadolu’ya git” denmiştir. İbn Arabî, Malatya, Konya gibi Anadolu şehirlerinde on seneye yakın bulunmuştur. Anadolu, onun eserlerini yazması ve fikirlerini yayması için oldukça müsait bir ortam teşkil etmiş ve Şeyh-i Ekber’e bu topraklarda büyük değer verilmiştir. Nitekim Osmanlı kütüphâneleri ve bu topraklarda yaşanan tasavvufî hayat bunun en âdil şahitleridir.[5]
Rüyada, sûfîlerin bir başka sûfîyi ikaz etmesi yoluyla seyahate çıkanlar da vardır. Mesela Şeyh Mecdüddîn Bayramî Menakıbı’ndan mânâda İbn Arabî’nin işareti üzerine Anadolu’ya gelen Endülüslü Baba Ahmed’in varlığını öğreniyoruz. Baba Ahmed, Anadolu’ya gelmeyi çok isteyen birisidir. O, önce Bursa’ya gelir. Bursa’da Şeyh Muhammed Mağribî’nin hankâhında yedi sene kalır. Sonra buradan Şam’a ve Mekke’ye gider. Endülüslü Baba Ahmed bu yolculuklarında İbn Arabî’nin Füsûsu’l-Hikem ve Fütûhat-ı Mekkiyesini bulur. Sonra Endülüs’e döner. Burada Fütuhât-ı Mekkiye’yi mütalaa ettiği bir sırada rüyada İbn Arabî’yi görür. İbn Arabî ona şöyle der: “Bin yıl ömrün olsa, benim te’lîfâtımı mütâlaa eylesen, muradına varamazsın. Dur yine Rûm’a var, Saruhan vilâyetinde ‘Akhisar’ derler, bir kasaba vardır. Onda ârif-i billâh bir kimse vardır. İsmine ‘İsâ’ veyâ kimisi meşâyıh ortasında ‘Şeyh Mecdüddîn’ derler. Ka‘be’den gelirken Ravza’ya vardıkda Fahr-i âlem ‘Mesîhî’ demişdir, ona yetiş, eğer telvînin temkîn bulsun dersen. Şimdiki asırda tamâm benim muradıma varır ondan gayrı kimse yokdur.”[6] Baba Ahmed bunun üzerine ertesi gün derhal Endülüs’ten yola çıkar, Anadolu’ya gelir ve Şeyh Mecdüddîn’e intisap eder.
Sûfîler arasında bu tür mânâlar yoluyla seyahat edip yerleştikleri yerde köy, kasaba hatta şehir kuranlar bile vardır. Nitekim bazı köy ve kasabaların tasavvuf literatürüyle ilgili kavramlarla anılışı bunu gösterir. Bunlardan biri olan Seydişehir bize Seyyid Harun’nun yadigârıdır. Hazret 14. yy.’ın başlarında Horasan’dan gelerek bu şehri kurmuştur. Seyyid Harun en başta babası ve amcaları gibi âdâletli bir emirdir. Sık sık babasının ve amcasının kabirlerini ziyaret eder. Bir gün yine buradeyken kendisine bir hâl gelir. Kendileri bu hâli şöyle anlatır: “…kudretten sem’üme bir âvaz geldi: Yâ Harun, Rûm’a çık, Karaman vilâyetinde Küpe Tağı dirler bir tağun şarkından yanına şehir yap. Ol şehrün halkı sulehâ ola. Şakî olanun akıbeti hayr olmaya’ diye işidürin.”[7] Böyle olunca Seyyid Harun kendisine biat edenlerle beraber ve her şeyini terk ederek yollara düşer. Hiç kimseye yol sormadan bir müddet öylece gider. Nihayet kendisine emredilen şehrin kurulacağı yere kadar gelir. Burası o kadar güzel bir yerdir ki her taraf çayır çimen, akarsular, soğuk pınarların yanı sıra çiğdem, menekşe, sümbül, reyhan, lâle, nergis, süsen gibi çiçeklerle doludur. Seyyid Harun buranın güzelliğinden ötürü çok sevinir ve “bir mikdâr sefer perîşânlığından hâtır-ı şerîfleri cem‘ olmağa yüz tut”ar.[8]
Bursa’da medfûn bulunan Emir Sultan da uzun seyahatler neticesinde Anadolu’ya gelenlerdendir. O, merhum babası Emir Külal’in rüyada kendisine Medine’ye gitmesini söylemesi sonucu on dokuz yirmi yaşlarında iken Haremeyn seferine çıkmıştır.[9] Aslında bu bir hac yolculuğudur.[10] Öyleyse Haremeyn’e seyahat etmek, bir sûfî için bazen Anadolu’da nihayete erecek bir yolculuğun gereklerinden birisi olabilmektedir. Emir Sultan da Buhara’dan yola çıkmış ve Merv, Nişabur, İsfahan, Bağdad, Basra üzerinden Mekke ve Medine’ye gelmiştir. Onun bu yolculuğunun sebebi, birçok mutasavvıfın hayatında görüleceği üzere yine mânevî işaretlerdir.
Emir Sultan hac günlerinde bir rüya daha görür. Rüyada Peygamberimiz ve Hz. Ali yan yana oturmuşlar ve kendisi de onların önünde diz çökmüş bir halde durmaktadır. Hz. Ali ona hitaben şöyle der: “Ey oğlum, sana Hz. Allah tarafından soyun Hz. Muhammed’in âdâbını, sünnetlerini takva yolu ile ehl-i İslâm’a göstermen için, Diyâr-ı Rûm’a (Anadolu’ya) gitmen işaret olundu. Önünde nurdan üç kandil belirecek. O kandiller hangi yerde gözünden kaybolursa, orada kalacaksın. Mezarın dahi orada olacak.”[11] Emir Sultan, Anadolu’ya gelirken Karaman, Hamideli, Kütahya, İnegöl üzerinden Bursa’ya geçmiştir. O, Bursa’ya geldiğinde yıl 1389’du ve Emir Sultan henüz yirmi bir yaşındaydı.[12]
Buradan da anlaşılıyor ki Emir Sultan uzun seyahatlerinin ve mânevî işaretlerin neticesinde Anadolu’ya gelmiş erenlerden biridir. Onun dervişlerinden olan Bursalı Âşık Yûnus, bir dörtlüğünde bu seyahatlerden şöyle bahseder:
Buharâ’dan Medine’ye gelmişdür
Fahr-i Âlem selâmını almışdur
İrşâd içün Rûm iline salmışdur
Yeşil donlu Emîr Sultân merhabâ[13]
Hayatı sefer üzere geçen sûfîlerden biri de Niyâzî-i Mısrî’dir. O, mânevî bir işaret üzerine Mısır’dan yola çıkmış ve Anadolu’ya gelmiştir. Mısır’da ilim tahsil ettiği esnada intisap ettiği bir Kâdirî şeyhi ondan zahir ilimleri öğrenmeyi terk etmesini ister. Fakat bu durum ona ağır gelir. Bunun üzerine Niyâzî-i Mısrî istihareye yatar. Rüyada, Hz. Abdülkadir Geylanî’yi görür. Abdülkadir Geylânî ona zahir ve batın ilimlerini temsil eden iki kese verir ve “Senin şeyhin bu şehirde değildir” der. Mısrî, rüyasını şeyhine anlatır. Şeyhi kendisine hilafet vermek ister. Bunun üzerine ona şöyle der: “Efendi benim kalbim hilâfete kanmaz. Artık bundan sonra seyahat etmek istiyorum. Çünkü hiçbir durağım kalmadı. Eğer bana izin vermezsen helâk olmaktan korkuyorum.”[14]
Şeyhi ona izin verir ve Hz. Mısrî yeniden yollara düşer. Mürşidini bulmak için senelerce dolaşır. Arap yarımadasında ve Anadolu’da bazı şeyhlerin sohbetine erişir. İstanbul’a gelir. Burada Sokullu Mehmed Paşa Medresesinde irşat ile meşgul olur. Burada da çok fazla kalmayan Mısrî, Bursa’ya gelir. Oradan, yine bir rüya üzerine yola çıkar ve Uşak’a gelir. Uşak’ta Elmalılı Ümmî Sinan halifelerinden Şeyh Mehmed’e intisap eder. Ümmî Sinan’ın Uşak’a gelmesinden sonra ise ona bağlanır. Onunla birlikte Elmalı’ya gider ve burada dokuz sene kalır.
Mânâ ile Anadolu’ya seyahat etme bahsi, Muhammed Nûru’l-Arabî’nin hayatında da görülür. Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Nûru’l-Arabî’ye Mısır’dayken Anadolu’ya gitmesinin işaret olunduğunu ifade eder ve bununla ilgili şunları söyler: “Câmiü’l-Ezher’de bazı havârık irâesinden sonra ulûmun kendisine vehb ve keşfolunduğunu işâret ve i’lâm ile bi’t-tekrâr diyâr-ı Rûm’a azîmet için emir kıldılar.”[15] Sonuçta Muhammed Nûru’l-Arabî, uzun yıllar Arap ve Türk memleketlerinde seyahat etmiş ve bir işaret üzerine bu topraklara gelmiştir. Yetiştirdiği insanlarla son dönem Osmanlı tasavvufunda oldukça etkili olan isimlerin başında gelir. Şeyhin halifeleri de çok seyahat eden kimselerdendir. Bunlardan Manastırlı Hacı Ahmed Baba, Bursalı Mehmed Tâhir’in yazdığı menkıbede “seyyâh-ı şehir” diye anılır.
Nakşî-Halidî halifelerinden ve 1925’te yüz otuz yaşını geçmiş olduğu halde vefat eden Aydınlı Mustafa Fethî Efendi de rüyada kendisine üç kere “Nazilli’ye git, orada abdest al” denildiği için Nazilli’ye yaya olarak gitmiştir. Mustafa Fethî Efendi burada Uşşâkî şeyhlerinden Müftî Mehmed Tevfik Efendi’ye mürid olmuştur.[16]
Seyahat ve rüya bahsinde dikkat çeken bir ilgi de halk şâirlerinde vardır. Âşıklar, bazen seyahatleri esnasında bazen de ikâmet ettikleri yerlerde gördükleri rüyalar ile yolculuğa çıkabilmektedir. Bunlar “badeli” adını alırlar. Badeli âşıklar olduğu gibi badesiz olanlar da mevcuttur. Seyahati esnasında böyle bir rüya gören âşıklardan birisi Erzurumlu Emrah’tır. O, çıktığı yolculuğunda Trabzon’da bir rüya görmüş ve bunun üzerine şu şiiri yazmıştır:
Keşfoldu bana bu gece mâ’nâ-yı hakikat
Yazıldı gönül levhine imlâ-yı hakikat
Mevc eyleyerek hâb-ı tegâfülden uyandım
Cûş eyledi deryâ gibi deryâ-yı hakikat
Çün âleme bildirdi Hudâ allem-el esmâ
Elbette o âdemdedir esmâ-yı hakikat
Var söyle ki sen sofi-yi nâ-kâma bu hâli
Ol eylemesin yok yere davâ-yı hakikat
Her bir kese kadrince füyûzat et efendim
Taksim eder ol nahn ü kasemnâ-yı hakikat
Sabr eyle ki sabrın sonu miftâh-ı gerecdir
Böyle buyurur hâce-i dânâ-yı hakikat
Bu âlem-i vahdetde senin gördüğün Emrah
Kim gördi aceb böylece rüyâ-yı hakikat[17]
Anadolu’ya gelmeyi rüyadaki ikazlar veya mânevî bir işaret üzerine tercih eden sûfîlerin sayılarının burada zikredilenlerle sınırlı olmadığı bellidir. Nitekim Anadolu topraklarının uzun zamanlar boyunca erenlerin en başta tercih ettiği yerlerden biri olması bunun böyle olduğunu göstermektedir. Ayrıca erenlerin rüya ile bu topraklara gönderilmesi bu coğrafyanın sahip olduğu mânânın değerini ifade eden çok önemli bir konudur. Evliya Çelebi gibi seyahatine rüyayla başlayan kimseler ise bu konunun diğer bir bahsini teşkil etmektedir.
Sûfî ve âşıklardan başka seyahatine rüya ile başlayan seyyahlar da vardır. Bunlardan birisi Seyâhatü’l-Kübrâ müellifi Süleyman Şükrü’dür. Bir gece namaz kıldıktan sonra istihareye yatan Süleyman Şükrü’nün rüyasında bir zât kendisine şöyle der: “Sen çok yerler dolaşacaksın, başına çok şeyler gelecek ve çok zahmetler çekeceksin, fakat sonun çok, çok, çok iyi olacak.”[18]
Velilerden ve bazı seyyahlardan başka olarak bazı devlet adamlarının rüyalar ile seyahat ettiği kaynaklarda zikredilir. Mesela Yusuf Kâmil Paşa gördüğü bir rüya üzerine Mısır’a gitmiştir. Paşa rüyasında bir bahçede Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’yla görüşür. Mehmed Ali Paşa oradan ayrılırken işlemeli enfiye kutusunu bırakır. Yusuf Kâmil Paşa da kutuyu alır, saraya gider ve hareme gönderir. Mehmed Ali Paşa, onun sadakatinden çok memnun kalır ve enfiye kutusunu Yusuf Kâmil Paşa’ya hediye eder. Paşa, bu rüyayı bir rüya tabircisine tabir ettirdiğinde tabirci kendisine Mısır’a gitmesini söyler. O günkü şartlar Mısır’a gitmeye pek müsaade etmemektedir. Paşa nihayet bir fırsatını bulur ve Mısır’a gider. Mehmed Ali Paşa’ya bir arzuhal verir. Paşa, azuhali çok beğenir ve Yusuf Kâmil Paşa’yla bir süre sohbet eder. Onun liyakatli biri olduğunu anlar. Yusuf Kâmil Paşa, az zaman içinde ikbal merdivenlerini çıkar ve Mehmed Ali Paşa’ya damat olur.[19]
[1] Mustafa Kara, Buhara Bursa Bosna Şehirler / Sûfîler / Tekkeler, Dergâh Yayınları, İstanbul 2012, s. 215.
[2] Mahmud Erol Kılıç, Sufi ve Sanat Makaleler-Konferanslar 2, Sufî Kitap, İstanbul 2015, s. 120.
[3] Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri I, Çeviren: Tahsin Yazıcı, MEB Yayınları, İstanbul 1995, s. 176.
[4] Ahmet Eflâkî, a. g. e., s. 184-185.
[5] Mahmud Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yayınları, 10. Baskı, İstanbul 2012, s. 50.
[6] İlyâs İbn İsâ Akhisarî, Şeyh Mecdüddîn Bayramî Menâkıbı ve Sâliklerin Âdâbı Nutk-ı Şerîfler, Haz.: Mustafa Tatcı, H Yayınları, İstanbul 2016, s. 161.
[7] Abdülkerim bin Şeyh Mûsâ, Makâlât-ı Seyyid Hârûn, Haz.: Cemâl Kurnaz, TTK Yayınları, Ankara 1991, s. 29.
[8] Abdülkerim bin Şeyh Mûsâ, a. g. e., s. 37.
[9] Şinasi Çoruh, Emir Sultan, Tercüman 1001 Temel Eser, (yeri ve tarihi yok), s. 42 vd.
[10] Bilal Kemikli, Sûfi Aşk ve Ölüm, Sütun Yayınları, İstanbul 2007, s. 74.
[11] Şinasi Çoruh, Emir Sultan, Tercüman 1001 Temel Eser, (yeri ve tarihi yok), s. 54.
[12] Şinasi Çoruh, a. g. e., s. 77-78; aynı eser, s. 93.
[13] Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Külliyâtı 4, Âşık Yûnus, H Yayınları, İstanbul 2008, s. 149.
[14] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfan İrfan Sofraları, Notlarla Çeviren: Süleyman Ateş, Emel Matbaası, Ankara 1971, s. 40
[15] Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Menâkıb-ı Şeyh Seyyid Hâce Muhammed Nûru’l-Arabî Beyân-ı Melâmet ve Ahvâl-i Melâmiyye, Haz.: Mustafa Tatcı-Burak Anılır, H Yayınları, İstanbul 2014, s. 5.
[16] İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuarâ) 1, Haz.: Müjgân Cunbur, AKM Yayınları, Ankara 1999, s. 634.
[17] Ali Berat Alptekin, Palandöken’in Zirvesindeki Âşık Erzurumlu Emrah, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 17.
[18] Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra Armağan-ı Süleymanî Be-Bargâh-ı Sultanî, Yayına Haz.: Hasan Mert, TTK Yayınları, Ankara 2013, s. XVIII.
[19] İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuarâ) 2, Haz.: M. Kayahan Özgül, AKM Yayınları, Ankara 2000, s. 1115-116.