Bir Batılı düşünür, eğer sansür olmasaydı sanatın olmayacağını, sanatı yapan şeyin sansür olduğunu söylemiş. Maalesef bunun referansını veremeyeceğim ama batı düşüncesinin en liberal, en radikal, en muhafazakar, en dindar uç noktalarına aşina olanlar için bu veya bundan daha fazlası şaşırtıcı olmayacaktır.
Benzer bir ifade İran’lı sinema yönetmeni Abbas Kiyarüstemi’den gelir. Ona İran’daki sansürün sanata olumsuz etkisi olup olmadığı sorulduğunda ” tam tersi” der. “Sansür sanatsal yaratıcılığı olumlu etkiler, çünkü sizi doğrudan ifade edemediğiniz şeyleri ifade edebilmek için farklı daha inovatif anlatım dilleri bulmaya icbar eder
İran sinemasının sansürü estetiğe çevirme yeteneği fevkalade olabilir. Örneğin Hz. Eyüb’ü (AS) anlatan filmin sonlarına yakın kısmında Hz. Eyüb ve eşinin mucizevi pınarda yıkanmasını ve yeniden gençliğe, sağlığa kavuşmalarını anlatmak gerekiyordu. Yönetmen bu güçlüğü şu şekilde aşmıştı; Hz. Eyüb’ün eşi geceleyin ay ışığında uzun uzun pınarın oluşturduğu küçük su birikintisine bakıyordu. Suyun içine düşen mehtabı seyrediyordu. Sonra biz sadece suyun içindeki mehtabı görüyorduk.Sonraki sahnede her ikisi de gençleşmişlerdi.
Adını hatırlayamadığım Batılı düşünür ve Kiyarüstemi’nin düşünceleri kişisel kanaatime göre Freud’un sembol anlayışıyla bütünüyle uyumludur. Çünkü Freud’da öncelikli olarak rüyada sonra da ona benzer şekilde sanatta oluşturduğumuz semboller hep açığa çıkmasından utandığımız şeylere uyguladığımız oto-sansürlerdir. Açık-saçık, edepsiz, utanç verici, kabul edilemez bir dille konuşamayacağımız için sembollere başvurur ve güllerden, bülbüllerden, yastıkta ve düşlerde saklanan hain bıçaktan, uçurum uçurum gözlerden, kara tren gecelerden, kuşun kanadındaki sevgiden vb konuşuruz. “Çöz beni Arap saçı” deriz vb. Eğer sansür olmasaydı ancak bu edepsiz ve hiç sanat değeri olmayan dil hüküm sürecekti. Ama artık sadece kabul edilir olmakla kalmayıp, son derece estetik ve bizi adeta bulmaca çözmeye kışkırtan bir yarı-kapalı muamma vardır.
Tabii Freud’unki yegane sembol anlayışı değildir. Yüksek, yüce şeyleri aşağı, deni olana irca etme şampiyonu bu şaşırtıcı bilginin savunduğunun aksine din fenomenolojisi bize gündelik dille ifade edilemeyen yüksek deneyimlerin anlatılabilmesi için sembollere ihtiyacımız olduğunu söyler. Semboller burada bizi gündelik dilden içeri alıp hakiki yüce anlamlara götüren bir geçidin giriş kapısı ve çıkışındaki şey gibidir. Şarabın/sarhoşluğun Allah aşkından kendinden geçişi anlatması veya bir Sedir ağacının insanın aşmaması gereken Allah’la arasındaki sınır olması gibi. Ama bu yazı kapsamında Freud’un tezi üzerinde daha çok duracağım. Zira bu ikincisi bir sansürden farklı bir şeydir. Gündelik dilin yetmezliği ile alakalıdır bu.
Güzel mimari çok kolaylıkla insanı etkiler. Belki Picasso’nun resmini anlamak için özel bir eğitim gerekir ama güzel bir binanın güzelliğini teyit için hiç bir şey gerekmez. Tac Mahal veya St. Basil katedralinin güzelliğini takdir etmek için örneğin. Mimarlığın “m”sinden anlamayan da bu güzelliği dolaysızca algılar.
Tac Mahal
St. Basil Katedrali
Kişisel kanaatim bu iki binanın -bildiğim kadarıyla- dünyanın en güzel iki binası olduğudur.
Lakin bunlar kadar geniş kitlelerce bilinmeyen bir başka binanın mimarisini o kadar değişik bir güzelliğe sahip ki ona benzeyen bir bina resmi pek görmedim. Gerçekte Tac Mahal bir zirve olsa da bulunduğu coğrafyada ona benzeyen bina resimleri gördüm. Rus-Ortodoks kiliseleri de (aynen bizdeki pek çok küçük camiinin Mimar Sinan’ın şaheserlerine benzediği gibi) St. Basil katedraline benziyor.
Ama bir de şu aşağıya resmini koyacağım “Rüzgarlar Sarayı” na bakın (Hawa Mahal-Jaipur-Hindistan)
Hawa Mahal
Evet kendi adıma bu binaya benzeyen bir şey bile görmemiştim. Şaşırtıcıydı. Hint masalları kadar efsunlu, hayal alemleri gibi.
Binanın hikayesi şuymuş. Bu bina bir saraymış. Bu şaşırtıcı kısım da sarayın meydana bakan cephesi. Bu meydan çok merkezi bir meydanmış, hani törenlerin vb. yapıldığı. Bu cephe saray hanımlarının kendileri dışarıdan görülmeden, dışarıyı seyredebilmeleri ve bu sırada da bunaltıcı düzeyde sıcak olabilen bu ülkede hoş bir esintinin keyfini çıkarmaları için tasarlanmış. Bu nedenle adı “Rüzgarlar Sarayı” imiş. Herhalde bu üç cepheli cumba tarzı yapı cereyan yapıyor ve esinti oluşuyor. Bu arada bu bina da Tac Mahal gibi İslam ve Hint mimarilerinin sentezi imiş.
Bu binanın da “örtünme” “mahremiyet” ihtiyacından oluşmuş bir estetik şaheser olduğunu düşünmekteyim. Bu olağanüstü bina içindeki hanımların görülmemesini bir saray görkemi/estetiği ile elde etmek üzere tasarımlanmıştı. Enfes bir sansür-sanatsal yaratıcılık ilişkisi daha.
Batılı düşünür ve Kiyarüstemi’nin fikirlerini destekleyici örnekler vermiş olsam da bu fikrin her şart altında doğru olduğunu savunmaya çalışmıyorum, buna ihtiyaç duymuyorum. Farklı durumlar da olabilir.
Ama bu yazıyı anlatıp durduklarımı en güzel özetleyen bir şaheser şarkının sözleriyle bitireyim;
Sevdiğine Sözü Olan Bir Kilim Dokur
Kilimin Dilinden Ancak Anlayan Okur
Sırlarımı Verdim Sana Sevgimi Verdim
Şu Gönlümü Kilim Yaptım Yoluna Serdim
Ayıptır Günahtır Diye Kilit Vurdular Dilime
Aşkı Dokudum Kilime Anlıyor Musun?
Yetinmedim Türkü Yaptım Gayri Bu Canımdan Bıktım
Hani Senin Olacaktım Dinliyor Musun?
Kilim Kalbin Aynasıdır Gönül Sesidir
Her Nakışı Bir Duygunun İfadesidir
Kilim Sevgiliye Çağrı Aşka Davettir
Kimi Renkler Şikayettir Kimi Hasrettir
Ben Şu Gönül Tezgahında Kilim Dokudum
Erenlerin Dergahında Aşkı Okudum
Töremizde Kilim Demek İlim Demek
Kilim Sevdadır Özlemdir Derttir İstektir