Saliha MALHUN
***
“Şavkıması sana doğru yolların
Sana doğru denizlerin çağrısı
Çırılçırıl ötelerde bir güzel
Günaydınım, narçiçeğim, sevgilim…”
Bu sesi tanıyorum ben. Çırılçırıl ötelerden gelen bu tını Tanrı Dağları’ndan, Ötüken’den, Yenisey Irmağı kıyılarından geliyor. Tozlu steplerde at koşturan ruhumun, dağların, ormanların, şahinlerin kalbinden yükselen zikirle dombranın tellerinden akmasından geliyor. Bu ses; “söz”den değil, “öz”den geliyor. Kalbimden geliyor. Nasıl da hatırladım onu.
Bu ses Selçuklu Medreseleri’nin eşyâyı kurcalayan, bâtını koklayan yıldız ve zikir tozlu, halvete çekilmiş odalarından geliyor. Bulanık hâfızamın silik ve kederli atlaslardan inanlık âlemine rahmet ve nûr taşıyan Horasan erenlerinin, bezmielestten ayrılır gibi şeyhinden, Yesevî huzûrundan ayrılırken duyduğu o yakıcı özlem yokuşundan geliyor. Buhur, buhurdan ve Buhâra’dan geliyor. Bu ses; eskimiş ve esrimiş Osmanlı şehirlerinden, Rodop Dağları’ndan, Sarı Saltuk Dergâhı’ndan, yetim kalmış halklarımın ülkelerinden, mağrip gecelerinin tüllenen akşamlarından geliyor. Üstad Cemil Meriç’in bir gece revan yâkutu gibi dirilmiş gözlerinden, mağarasını aydınlatan o saâdet ve minnetten geliyor. Bu ses, “Tarla Dönüşü” ayrılığının o hüzünlü bestesinden, o “bezm”den geliyor. Bu ses beni her defasında ağlatıyor, yakıyor, eritiyor.
Yine sokaklardayım. Mâzi nehrinin kıyısından “halk-ı cedîd” tesellisi ile bakan ben, gölgelere sinmiş ve tozlara batmış târihimin eski sokaklarında neyi arıyorum ki yıllardır? Niçin bir kez duymam Yahya Kemâl gibi akıncı cedlerimin nal seslerini ufuklardan? Eski çarşıların kuytu köşelerinde bir belirip bir kaybolan, kâgir konakların sedef aynalarından bakan ruhlar niçin bir kez tutmaz elimden, seslenmez, gözyaşımı silmez? Eyvanlara, sarnıçlara, sedirlere sinmiş gölgeler niçin anmaz adımı? Hazîreler selâm vermez, ellerini öptüğüm taşlar şifâ dilemez, garip gönlümü berhûdar etmez? Tekkelerin asırlık direklerine sırlanmış neyler, kubbelere, çinilere, mermerlere sinmiş sesler niçin duyulmaz? Niçin uzar bu yollar, çıkmaz sokaklar? Ben koşarken ufka, ufuk yaklaşmaz?
Sokaklardayım. Kalbimde çalıp duran besteye soruyorum;
“Günaydınım… Narçiçeğim… Söyleyiniz… Daha küçücükken eşyânın ardındaki sırra koşan siz, ışıktan daha hızlı bilgiyi kimlerden öğrendiniz?”
Soruyorum… Deli olduğumdan değil elbet, çünkü biliyorum ki ten kafesinden boşalan aziz ruhlar eskisinden daha diri ve hayattadırlar.
Sâdece sesi değil, bu yüzü de tanıyorum ben. Minik bir İstanbul çelebisi bu. Baba Zaferşan Bey, Süleyman Mâbedi’ne adanan mukaddes bir çocuk gibi, bir Zekeriyya dikkatiyle eğitmiş yavrusunu. Evvelâ ismini kazıyıp çıkarmış kök ağacından “Cinuçen” demiş ona CinuÇen. Kendi adıyla sırlamış, âhârlamış. İlâhî sözleri ve şiirleri üç yaşına kadar karşılıklı meşk etmişler. Bildiği her şeyi sadrından, sadrına aktarmış. İsmi semâya yazılan bir yıldız olsun istemiş. İstemiş ki, mî’mâride akan ses olsun, beste olsun. İmâr etsin, inşâ etsin yeniden yurdu. Böylece kut kazansın, yer ehli ve gök halkı onu bilsin. Hizmetiyle şan şeref, uçmağa vardığında Tanrı onu rahmetiyle yargılasın.
Küçük Çelebi, bu meşkler sırasında kâinattaki ses mî’mârisini fark etmiş. Ervah da rahlesini açmış ona. Küşterî’nin perdesinde gerilen bir seyirde dinlediği her bestenin üstâdı tutmuş bu Yusuf yüzlü çocuğun elinden. Kulağını açmışlar, ritmi ve notaları akıtmışlar kalbine. Küçük Çelebi seyre daldığı bu ses yurdundan aldığı dersle şarkılar icrâ etmiş verilen nefesle. Okul hocaları hayret etmişler. Bir çocuk, sesten hızlı bu bilgiyi, bu nûru kimden almış demişler? Yaşlı gözlerle kucaklayıp öpmüşler. Ferahnaz Saz Semâisi’ni bestelediğinde sâdece on dört yaşında imiş. Ve o yaşlarda neşv u nemâ bulmuş Şevkefzâ makâmında Fuzûlî’den besteler.
İtalyan Lisesi’nde nazar etmiş dillere. Kelimeler açmış ona mânâsını, beş lisan öğrenmiş. Okul bittiğinde ses mîmârı olmak istemiş, fakat Zaferşan Beyefendi taşın, ahşabın ve mermerin mîmârı olması konusunda kararlı imiş. Mânânın maddeye nüfuzu, seyrin akla vukufu böylece gerçekleşmiş. Kim bilebilir ki, Küşteri perdesinde seyr gayrı değildir seyrettikleriyle. Pirler yaklaşmış yakınlaşmış bu büyük ruhlu küçük san’atkâr ile. Nakkaşlar ve hattatlar nazar etmişler sebillerden, câmilerin revnaklarından. Hendese ve hervele harç vermişler öte taraftan. İlk Yesâri Âsım Ersoy fark etmiş ondaki derin tecellîyi. Zîra, Itrî’den, Zekâi Dede’den sonra yeniden bir dehâ belirmiş ufukta.
İnsan baktığına gözüyle değil, gönlüyle bakmalı anladım. İnsan baktığına dalmalı. O deryâda, o derînde hakîkatin elinden tutmadan “İkra” anlaşılmaz! Tevhîd inmez ruha, ruh sultân olamaz vücudda. Cinuçen Bey de böyle vücûd bulmuş, ulu bir san’atkâr olmuş. San’atkârlık aslında ilhamıyla âmel etmekmiş. Çünkü bilmedikleri insana âmel ettikçe öğretilirmiş.
Ne güzel… Hiç gönlü kararmamış, sönmemiş yüreğini aydınlatan bu fitil. San’atkâr olmak esâsında bu gönül aydınlığında kalabilmekmiş. Münevver olmakmış bunun adı. Esma kuşanmakmış, bilgi donanmakmış, kültürmüş, harçmış. Bayatîarabân bir Âyin-i Şerîf’le destur almakmış bu kutlu seferde. Ödül almak değilmiş maksad, ödül olmakmış, adanmakmış, vakfetmekmiş bir ömrü. Vakıf insanlık âleminin nasîbiymiş, hasretiymiş bu yüzden. En çok İdris Nebî sevinmiş, Sokrates imrenmiş bu talebeye. Eflâtun “Hû” çekmiş uzak diyardan. Hızır Ud’u kırmış bir Paris uçuşu arefesinde. Anne duası ömrüne bereket kılınmış. Zîra daha çocukken annenin hastalığına şifâ olsun diye Ud’u okşayıp öğrenmeye karar vermiş. Eşyâ ona ardını açmış, notalar ve perdeler ünsiyet etmiş. Esâsında, eşyânın kırılması, düşmesi hep bir irâde imiş. Sabah kırılan Ud’u sebebiyle binemediği uçağın Pâris yakınlarında düştüğü haberini alınca, bu ilâhî cilve karşısında donup kalmış. Ne anlamışsa ondan sonra anlamış.
Gerçi Aristoteles ve Bacon burun kıvırıp surat etse de “Akademie Internationale de Lutece”, Paris’te ona “altun” madalya takmış. Çünkü Rönesans’tan sonra Avrupa ilk defa san’atkârane bakışın eşyâyı açıklamak değil, anlamakla mümkün olabileceğini hatırlamış ve heyecanla bu dehâyı kucaklamış. Anlat bize demişler, yeniden anlat. Sesi, mûsikîyi, târihi, muhabbeti, mâziyi ve âtiyi, görüleni ve görünmeyeni anlat. Bize yeniden anlamayı anlat ki, inşâ edelim yeniden kendimizi. Çünkü bu kısa ömre sığın onca besteler, yazılar ve sohbetler bir başka aklın ve bir başka ömrün hüneri ve mahsulü olsa gerekmiş.
O da anlatmış bunu. Anlatmış… Kendine, sonra da şifâ dileyen herkese. Şükrünün bir nişânesi olarak bestelediği “Evcârâ Mevlevî Âyini” vücûd kamışından kalemine bir nefeste üflenmiş. Üstad Cemil Meriç’ten sonra hayret etme sırası Ekrem Hakkı Ayverdi Beyefendi’ye gelmiş. Bu ulu beste, ses mîmarlarının makberinden dirilip mi geldiler? Bu notalar nasıl vücûda gelmiş? “Ben yazmadım, yazdırdılar. Sâdece kâtibim efendim” demiş. Şükretmiş Ekrem Hakkı Bey, mâzinin gölgesinde kalan metruk kervansaraylarda ağladığı günleri hatırlamış. Hazret-i Nuh’un bin yıllık ak saçları rüzgârda dalgalanış, buruşuk elleri himmetle uzanmış. Hemedâni bir koku sarmış kalbini, umutlanmış. Nezâket ve dehâ burcunda doğanların Pîri Rifâî Hazretleri, Ken’an’ıyla yeniden burhân vermiş bugüne. Nezâket, merhamet ve akılla (anlamayla) inşâ edilir, Medeniyyet ne bulası. Çünkü Medeniyyet ötelerde kurulup, yeryüzüne indirilir.
Cinuçen Sultân’a eşi de Devlet Hatun gibi bir Mevlevî Dergâhı’ndan verilmiş. Jamaikalı Şermin Bârihüdâ Hanımefendi, Hazret-i Hâtice olgunluğu, Hazret-i Ayşe letâfeti ve bilgeliği ile alperenini, nâzenin çelebisini kucaklamış, yaralarını sarıp sarmalamış. Hakk’ın hırkası ne büyük şükür sebebidir kadir bilene. Cinuçen Bey, hep bu şükrün acziyeti ile kıvranmış. Hastalandığı demde, Kültür Bakanlığı’nın kendisini tedâvi için gönderdiği gurbetten, külliyatlara sığmayan bestelerle dönmüş. Aldığı her nefese karşılık, ülkesine ve milletine bir eserle mukabele etmiş. İmân, vicdan ve şükür dünyâda insanlığa tek devletmiş.
Ne tuhaf… Bir ses mîmârı 505 eser bırakmasına rağmen hayâtı boyunca hep sükûnetle yaşamış. Hayret etme sırası şimdi bende. Çünkü ben hayret etmek istiyorum! Deliler gibi hayret etmek. Aylardır arapsaçına dönmüş ekranlardaki sızlanmaları, küfürleşmeleri dinlemekten yoruldu yüreğim. Ne olur biraz sekînet ve biraz tevazu, vicdan yağsın üzerimize. Hakk’a tevekkül yağsın, nezâket ve tebessüm yağsın, ihlâs yağsın, anlayış, kavrayış yağsın ne olur! Sevgi yağsın incecik… Artık nefes alamıyorum!
Biraz radyolar, televizyonlar sussun. Vefa toplantıları, sazlar, göz süzen dilberler, ekran filozofları azcık sizler de susun… Biraz hayret edin. Renk ve ışık olun biraz da… Taşa değsin yüreğiniz. Bir çanak toprak yiyin…
Susun artık, biz tınımızı kaybettik. Yenisey’den, Urumçi’den gelen o çırıl çırıl sesleri unuttuk. Ya ne zikrettiğinin şuurunda olmayan bir tespih yahut Nemrut bir bilgi olduk! Oysa Maturûdi bir himmetle duyabiliriz tekrar taşları. Çözebiliriz insanın ve eşyânın sırlarını. Tekrar arayabilir Belh Çarşıları’nda bizi o Sırr-ı Şems… Susalım artık! Susalım ve yakınlaşalım, çünkü insan susunca duyar sesleri… İnsan susunca yaklaşır ve yakınlaşır O büyük Sevgili de…
Evet… Bu yüzü tanıyorum ben… Bu her ân yaşlarını geri içiren nemli gözleri tanıyorum. Bu merhametli sevgili biliyorum hiç incitmez, ağlatmaz beni. Nasıl da yakıcı bir tınısı var Ud’unun… Rabb’in rebâbı gibi ince nazik bir tanbur sanki… Sağ eli telleri okşarken, sol el perdelerde insanüstü bir gayrette.
Nedir bunlar? Bunca peşrev, saz semâî, yürük, kâr- ı nâtık, fantezi şarkı ve ilâhiler… Bu hâkim san’atkârın karanfil tırnaklarıyla bunca şey nasıl kazınıp, tertib ve metod edildiler? Hayat bâki kılınmamışsa bunca beste, bunca çaba neye yarar?
Artık anlıyorum… Hâfıza keskin bir bıçak gibi değilse, kör bir muhayyile ile insan yolunu nasıl bulur? Ya kendini nasıl bilir? Cinuçen Bey’in zarâfet tılsımı gibi parlayan gözlerindeki o ışığı da tanıyorum sanırım… O ruh kökünü, insicâmı, davranışlarındaki âhengi. Kaybolmuş silsile taşlarının hikmet ve himmet bakiyesi gibi o derin hikmet kokulu yazılarını…
Bilgi, modern zamânlara yeniden inşâ edilirken kaybolmamalıydı harfler, sürgün edilmemeliydi kelimeler. Silinmemeliydi celî ve sülüs. Unutmamalıydı münevver rik’a’yı ve hokkayı. Nesiller dilsiz, lügatsiz ve dinsiz kalmamalıydı. Bir anda çarçur edilmemeliydi bunca mukaddes.
Edilmedi de… Nezâket ve dehâ burcunun sâlikleri bir kumaşın deseni gibi, her biri bir külliyat cesâmetinde, milleti ve medeniyyeti yeniden inşâ ettiler, ediyorlar. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Tasavvuf mektebini ehliyetsizlerin elinden alıp akademiye taşıması, karanlığın en koyu olduğu bir zamânda söken şafak gibiydi. Yıkılan ve sonra yeniden inşâ edilen medeniyyetin elmas tuğlalarını seyr içinde olmak belki de benim yalnızlığım. Bir daha geri gelmeyecek olanın değil, bir daha gelecek olanın, Hüvelbâki’nin parmakları arasında bir sıkılıp, bir açılıyor yüreğim.
Tanıyorum bu nazik yüzü… Bu zarif duruşu… Peygamber ahlâkı ve zarâfeti bu, Muhammed’den (s.a.v) hâsıl olan muhabbet kokusu. Bu yüz hiç küsmemiş Rabbine. İnsanın, kendine remz edildiği her isimde kendinden mahrum kalmamış. Rabb’in büyük hazînesi önünde sâde yetecek kadarını istemiş, tevekkül etmiş. Hakk’ın vaadini talan etmemiş.
Bizim gibi değilmiş büyükler, Hakk onlardan, onlar Hakk’tan hiç uzak olmamışlar. Her secdede sevgili onlara görünmüş. Bu kaba ve nezâketsiz bâb-ı âli’de atılan taşları gül, vurulan tekmeleri nimet bilmişler.
Anladım! Rab, insanlarla soğuk ve ciltler, mealler üzerinden konuşmuyor. Mitoloji ve menkıbelerden fırlayan velîlerin gerisin geri gitmesinden artık yoruldum. Yoruldum oryantalistlerin elinde yamulmaktan, mezar hırsızlarının zulasında diyar diyar dolaşmaktan. Yoruldum binlerce yol ve tarik ortasında mütemâdiyen dönüp durmaktan, dönüp durmaktan, dönüp durmaktan…
Hâlâ sokaktayım mahzun ve kederli… Câmiye çağırıyor cırlak sesli müezzin kulaklarımı tıkıyorum. Ne anlatıyor kürsüde vaiz anlamıyorum. Ümidimi büsbütün kırıyor, anlattıklarından çıkardığım Allah çok uzakta… Bunca kalabalık içinde seçilen kimler? Ekran halvetleri, her kanalda hiçbir fikri olamayan fikir adamları, sofistikler. Sözüm ona ahlâkçılar, şiirciler, şarkıcılar, şantözler…
Oysa bu yüzü tanıyorum ben… bu sesi… bu tınıyı… “Tarla Dönüşü’nü”, “Rast Gazel’i”… Yahya Kemâl’in gözlerinden öptüğü bu besteleri biliyorum ben. Münir Nureddin Selçuk’u kör kuyularda bırakan o sevgili uzaklarda değil oysa, san’atkârın hasretinde. Abdestli zamânların amber toprağından devşirilen bu nağmeler Türk düşüncesinin gönül nehrinden kalbe akan ve süveydada pişen aşkın mahsulleridir.
Anladım… Süveyda’da pişmemiş hiçbir eser Aşk mamulü ve hiçbir münevver ve nakkaş da gerçek san’atkâr değildir.
Bu yüzü tanıyorum ben…
Bu sesi tanıyorum…
Sanırım şimdi o da tanıdı ve sevdi beni…
O nazik, gül kokulu ellerinden öpüyorum.
“Günaydınım, narçiçeğim, sevgilimin…”