‘..ilerleyen yaşına rağmen Halife’nin huzurunda dinç ve mağrur bir şekilde duran Kaşgarlı, hiç istifini bozmadan sakin sakin cevap verdi:
Buhara’nın sözüne inanılır imamlarından birinden ve Nişaburlu başka bir imamdan işittim. Her ikisi de senetleriyle bildiriyorlardı ki, Peygamberimiz (S.A.V), kıyamet alâmetlerinden, âhir zaman azaplarından ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkışından söz ederken, ‘Türk dilini öğreniniz, çünkü onların saltanatı uzun sürecektir’ buyurmuşlardır. İmdi, bu hadis doğru ise Türk dilini öğrenmek vacip olur. Yok eğer aslı yoksa bile, hâli ve istikbali gören herkes için akıl ve marifet, bu dili öğrenmeyi emreder.’(sy.63)
Son yıllarda özellikle sinema ve televizyon projelerinin konusunu ‘târih’ten alıyor olması, târihe olan ilgiyi de bu nispette arttırıyor. Târihî şahsiyetlerin aynı isimler ve târihte oynadıkları rol ile sahneye aktarıldıkları, ancak bu aktarım halinin bazı projelerde yalnızca isimden öteye bir anlam ifade etmediği, tarihî gerçeklik ile uyuşmayan sahne ve hâdiselerin halka sunulduğu günlerden geçiyoruz. Doğru yâhut yanlış, gerçek veya kurgu arasında bulanık bir târih bilgisi ile çevremizde dolaşan insanları görebiliyoruz. Dizilerin rehberlik ettiği popüler târih dalgasının ne kadar sıhhatli olup, olamayacağını tartışmak gereksiz. Bâtıl ve baştanbaşa yanlış târihî mâlûmat ne yazık ki, okullarda verilen târih derslerinin veriminin düşük olmasının da etkisi ile özellikle genç neslin damarlarında bir virüs edası ile ciddi bir yol katediyor.
İşte târihin popüler kültüre boca edildiği bu dönemde, her hafta bir tane ‘târihî roman’ çıkaran yazarların yanında, romancılığından haberdar olmadığımız bir târihçi akademisyenin eseri ile karşılaştık: Berzem… Erkan Göksu, özellikle Selçuklu dönemi ile ilgili verdiği kıymetli, kaynak niteliğindeki eserlerinin yanında, derin birikimini kullanarak, bir de Berzem isimli târihî romanı kazandırdı kitap dünyasına. Berzem, arka kapağındaki ‘’Tarihin romana değil, romanın tarihe malzeme olduğu gerçek bir tarihi roman…’’ şeklindeki iddialı cümlesi ile ilgi çeken bir eser olarak karşımıza çıktı. Ancak eseri okuyup bitirenler, bu cümlenin iddiasının hiç de tesâdüfî bir söylemi ifâde etmediği hususunda hemfikir olacaklardır.
Romana ismini veren Berzem; ‘Mâverâünnehir’de Buhara yakınlarında bir kale’ dir. Eserin ismini bu küçük kaleden alması elbette mühim bir tarihî hâdiseyi hatırlatmak gayesiyle paralel. Ancak eser Berzem’den ilham almakla beraber daha çok Bağdat çevresinde iklimini buluyor. ‘İslam Mekke’de doğmuş ise de Medine’den yayılmış, Şam, Kûfe, Basra ve Nihavend’de büyümüş, İskenderiye, Endülüs ve Buhara’da umran, Bağdat’ta ise medeniyet olmuştur.’ (sy.54) Romanın başlangıç târihi 1089… Yani Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemi olarak ifâde edilen Sultan Melikşah’ın hükümdarlığı devri. Sultan Melikşah’ın hizmetkârlarından Câmi isimli ihtiyar adamın oğlunun bir Arap gulâm tarafından öldürülmesi sonrası, hak ve kısas davası ile Abbasi Halifesi’nin saray kapısını aşındırdığı sırada yaşanan hâdise, hikâyenin fitilini ateşliyor, gelişecek hâdiselerin de nedenlerini oluşturuyor aynı zamanda. ‘Vaktiyle Sultan Alp Arslan’ın hizmetinde bulunmuş kadim gulamlardan’, Melikşah’ın Bağdat şıhnesi Gevherâyîn, roman boyunca en çok rastladığımız karakterlerden biri olmakla beraber, geçmişe dönük hâdiselerin de yine başrolünde bulunuyor. Gevherâyîn dışında elbette roman boyunca devrin en mühim târihî şahsiyetleriyle de sık sık karşılaşıyoruz: Melikşah, Nizamülmülk, Alp Arslan, Kaşgarlı Mahmud, Halife el-Muktedî… ‘Bağdat diyorum, Bağdat.. Halife Mansur Medînetü’s selâm demiş demesine de, bu şehrin selamete kavuşacağı yok. Baksana fitne ve karışıklık hiç eksik olmuyor. Kaç yıldır buradayız, değişen hiçbir şey yok.’ (sy.45) Gevherâyin’in dilinden dökülen bu sözler Türk’ün büyük hoşgörüsü ve iman dolu fetih mefkûresi ile İslâm sancaktarlığı görevini yerine getirmeye çalışırken, Bağdat’ın, Halife’nin ve aynı zamanda vazgeçilemeyen o büyülü şehrin nasıl da zaman zaman fitnenin merkezi olduğunun en açık göstergesi. Roman boyunca da Bağdat’ın yerli halkından Vezir El Şuca’ya kadar Türk düşmanlığını ve romanın en sonunda Hasan Sabbah’ın kanlı fedâileriyle beraber topyekûn Türk’ün karşısında biriken fitne ordularını hâdiseler ışığında net bir şekilde görebiliyoruz. Romanda, belki de en etkileyici ve târihî gerçeklikle birebir uyum içerisinde olan şeylerden biri de Türk’ün adâlet duygusunun tasviri. Halifenin, vezirinin oyununa gelerek, kendi varlığının garantisi olan Türk gulâmlarını sarayından aşağılayarak sürmesi sonrası, Sultan Melikşah’ın seferini erteleyerek hem Türklük gururu hem de adâleti sağlama arzusu ile ordularıyla beraber Bağdat’a doğru yürümesi, adâleti temin etmesi ancak Bağdat’tan ayrılacağı sırada Câmi’nin oğlunun haksız yere öldürülmesini duyarak Bağdat’a yeniden geri dönmesi bizlere, okuyuculara bir kurgudan öte târihî hakîkatleri, Türklüğü işaret ediyor. Halife’nin Câmi hâdisesi sebebiyle yaşanan geri dönüş ile ilgili şaşkınlığı ve şu sözleri ise Türk’ün hassasiyetlerinin ne denli üstün olduğunu gösterir cinsten:
‘Yahu Ebû Şucâ… Sen ciddi misin? Gerçekten de Sultan’ın böyle bir sebepten geri dönmüş olabileceğine inanıyor musun?’ (sy.111) Berzem, hem târihî hâdiseler ışığında okuyucusuna Türk töresinden, Melikşah’ın timsali olduğu kararlılıktan, Nizamülmülk’ün başını çektiği aklıselimden, Gevherâyin’in cesaretinden örnekler verirken, aynı zamanda insanı ön plana çıkararak devletlerarası zarûrî evliliklere, akrabalıklara ve sonrasında yaşanan dâimî sorunlara da ayna tutuyor. ‘Devlet ebed müddet’ yolunda sorumluluk sahibi yöneticilerin nasıl da kendilerinden vazgeçtiklerini resmediyor. Sultan Alp Arslan’ın deyim yerindeyse Uhud’u olan Berzem’de nasıl öldürüldüğü, Câmi’nin ve Gevherâyin’in bu elim hâdisedeki rolleri, roman kurgusu içerisinde geçmiş ile yaşanan an arasındaki kuvvetli bağı ve devamlılığı sağlıyor. Son söz; Berzem, daha fazla teferruata giremediğimiz bu yazıda, târihe sadık kalan kurgusu, târihî şahsiyetleri, betimlemeleri, bizlere bizi, özümüzü hatırlatan hikâyesi ile özellikle Selçuklu târihine hâkim, işin mutfağından gelen bir yazarın eseri olması münâsebetiyle ‘sahih bir târihî roman’ portresi çiziyor. *Bu yazı Türk Yurdu dergisinin Ekim 2016 sayısında yayınlanmıştır.