Türk kültürü; savaş, göç ve kendi töresine dayanan bir yapı içinde tarih boyunca kendi özünü korurken diğer kültürlerden sürekli tasarruflarda bulunmuştur. İlk yüzyıllarında Orta Asya coğrafyasına ve koşullarına göre şekillenen “Atlı Bozkır Türk Kültürü” geçen yüzyıllar içinde Çin, Hint, İslam, Fars, Arap, İslam, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Bizans, Balkan, Kafkas ve Avrupa kültürlerinden edindikleri ile bugüne geldi. Türk kültürü; Rönesans, Reform, ABD, Fransız, İngiliz, Sanayi, Anayasa (1848) gibi evrensel Batı evrimlerinin ortak paydasını edinen Türk devrimini üretmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine, Türklük dünyasına liderlik görevi; devlet gelenek ve tecrübesi, ekonomisi ve nihayet oturmuş inanç sistemi (laiklik) Türkiye Cumhuriyeti’ne aittir.
*****
“Gök olsun çadırımız! Güneş de bayrağımız!…
Daha çok denizlere, daha çok nehirlere doğru..”
Oğuz Kağan
Prof.Dr. Sait YILMAZ
Türkçülük, Osmanlı Sultanı Abdülaziz devrinde (1861-1876) gelişmeye başlayan ancak II. Meşrutiyet (1908) sonrası etkin biçimde gündeme gelen bir fikir akımıdır. Türkçülük önce dil, tarih ve edebiyat alanında çalışmalar ile kendini göstermiştir. İslamcılık, Batıcılık, Solculuk gibi dönemin diğer bir düşünce akımı olan Türkçülük de aslında Batıya açılan pencereden Türkiye’ye girmiş, bugüne yansıyan siyasi mücadele ve örgütlerin temellerini teşkil etmişlerdir. Özellikle 1902 Paris Jön Türk Kongresi ile başlayan ve II. Meşrutiyetin ilanına kadar giden dönemde Avrupa’da yaşayan Türkler arasında İslamcılık, Türkçülük, merkeziyetçilik, adem-i merkeziyetçilik, özel girişimcilik, Osmanlı uluslarına gitgide daha geniş hak ve yetkiler verilmesi istekleri, sömürgeci devletlere düşmanlık, liberal devletlere dayanma isteği, laiklik, devrimcilik, yabancıları iç işlere karıştırmamak gibi türlü düşünceler, sonu gelmeyen tartışmaların konusu olmuştur. Daha sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bütünleşen Türkçülük fikrinin temel amaçları ise; Türk ulusuna Türklük bilincini aşılamak, Türk değerlerini bozmadan modernleşmek, İslam dünyası ile iyi ilişkiler kurmak, kapitülasyonların olmadığı bağımsız ve korumacı bir ekonomiye sahip olmak, kültürel ve siyasal anlamda bağımsız olmak, Osmanlı İmparatorluğu’nun öncülüğünde tüm Türkleri bir araya toplamaktır (Turan ülkesi). 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından daha birkaç ay sonra Mustafa Kemal Atatürk, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nü kurdu ve başına Fuat Köprülü’yü atadı. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Türkçülük Sovyet tehdidinin korkusu altında saklanan ve baskı altına alınan bir akım oldu. Çok partili hayata geçiş ile birlikte kendilerine MHP çatısı altında yer bulmaya çalışan Türkçülerin dışlanması devam etti. İçinde bulunduğumuz durum sadece Türkçülüğün değil, dünya Türklerinin de sahipsiz olduğu bir dönemdir. Bu makalede, sahipsiz kalan Türkçülüğün ve Türklerin hikâyesini özetlemeye çalışacağız*.
Türklerin Tarih Yolculuğu
Tarihimizin ve kültürümüzün başlangıcını bulamıyoruz. Bilinen tarih ile birlikte ortaya çıkan ve varlığını günümüze kadar sürdüren sayılı milletlerden biri de Türklerdir. Türkçe, Ural-Altay dili grubuna aittir. Arkeolojik bulgular içinde Türkçenin kökenini 15.000 yıl önceye, siyasal kuruluş olarak da 10.000 yıl geriye götüren kanıtlar bulunmaktadır. Türk yazı elemanlarını içeren ve yeni bulunan kaya resimleri M.Ö. 1500-2000 tarihlerine kadar geri gitmektedir. Türk tarihini ana hatları ile beş ana döneme ayırmak mümkündür[ı]; (1) Ön Türkler dönemi. (2) İslamiyet öncesi dönem. (3) İslamiyet’e geçiş ve ilk İslamiyet dönemi. (4) Osmanlı İmparatorluğu dönemi. (5) Türkiye Cumhuriyeti dönemi. Türklerin resmi tarihi M.Ö. 318 tarihinde Hun İmparatorluğu’nun kuruluşu ile başlamaktadır. Bu tarih, Ön Türkler döneminin bitiş tarihi olarak kabul edilmektedir. Orta Asya bozkırlarını dolduran ve anadilleri Türkçe olan yüzlerce boydan yalnızca bir tanesinin adı ‘Türk’ idi[2]. Bu boy Gök-Türk İmparatorluğu’nu kurunca başka birçok farklı kavimle birlikte kendisiyle aynı ana dile sahip tüm boyları egemenliği altına aldı. Gök-Türk İmparatorluğu zamanında tüm Türk boyları ‘Türk’ adı altında birleşti.
Türk tarihi savaş, göç ve kültür tarihidir. Batıya yapılan Türk göçleri, ‘Kuzey Yolu’ ve ‘Orta Yol’ olmak üzere iki ana yönden gerçekleştirilmiştir. 375 yılında Avrupa’ya inen Hunlar, ‘Kavimler Göçü’nü tetiklemiş, etnik kaynaşmalar sonucu bugünkü Avrupa milletlerinin temeli atılmıştır. Hunları; 6. Yüzyıl ortalarında Avarlar, 7. Yüzyılda Bulgarlar, 7. Yüzyılın son yarısında Peçenekler, 9.-11. Yüzyıllar arasında Oğuzlar, Kıpçaklar izleyerek Orta Avrupa ve Balkanlarda Türk hâkimiyetini devam ettirmişlerdir. 13. Yüzyılda Orta Asya’daki Türk topluluklarının üzerine Cengiz Han’ın orduları saldırınca ani bir göç hareketi ile Oğuzların büyük kısmı Orta Doğu ve Anadolu’ya göç etmişlerdir. Yaklaşık 150 yıllık bir süreç içinde yüz binlerce göçebe Türk Anadolu’yu baştanbaşa doldurdu. Orta Yolu kullanarak Orta Doğu’ya hâkim olan ve Anadolu’yu yurt edinen Türk boyları hem siyasi olarak Anadolu ve Ön Asya’yı kaplayan devletler kurmuşlar, hem de kimliklerini muhafaza etmişlerdir. Güneyde Hindistan’a inen üçüncü kol ise (Babürler) Hint kültürü içinde erimişlerdir.
Türklüğün Anadolu’daki tarihi Sümerler ile başladı ancak Dandanakan Savaşı (1040) Selçuklulara Anadolu’nun yolunu açtı. 1071’deki Malazgirt zaferi ise Türklerin Anadolu’ya kitlesel olarak girişini temsil etmektedir. Avrupa’nın Anadolu’nun fethine ilk tepkisi, Malazgirt’ten 24 sene sonra olmuş, 1095’de ilk Haçlı Seferi gerçekleşmiş ve 1270’e kadar yedi Haçlı Seferi yapılmıştır. Türk ilerleyişi ise, bazı kısmî gerilemelere rağmen kesintisiz bir şekilde devam etmiştir. Moğolların önünden kaçan Türkler, Anadolu’yu doldurmaya devam ettiler. Orta Asya ve İran üzerinden yoğun şekilde gelen göçebeler İran Selçukluları tarafından daima bir uç kuvveti olarak ülke içlerine sevk edilmiş, parçalanarak dört bucağa yerleştirilmiş, böylece aşiretlerin siyasi etkinliği azaltılmak istenmiştir. Anadolu’nun kuzey taraflarına Bozok, güney taraflarına Üçok boyları yerleştirildi[3]. Özetle, ikinci binyıla girerken yaşanan gelişmeler, Türklerin 1000 ile 2000 yılları arasındaki jeopolitik çerçevelerini belirlemiştir. Oğuz Türklerinin önemli bir bölümü için hedef batıya, Avrupa’ya ilerleyerek, Avrupa kıtası üzerinde hâkimiyet kurmak olmuştur. Öte yandan, Asya’da kalan Türkler için doğuda Çin, batıda Osmanlı, güneyde Hint ve kuzeyde Sibirya tundralarının çevirdiği ve tıkadığı ölü bir jeopolitiğin hâkim olduğu dönem başlamıştır.
Türkler, dış etkilerle değil, genellikle kendi içindeki ve diğer Türklerle savaşların sonunda devletlerini kaybetmişlerdir. Türkler için ‘öteki’ genellikle en yakındaki bir başka Türk boyu olmuştur. Türkler, Türk olmayan ‘öteki’ yerine ‘kendinden olan’a yoğunlaşmış ve tarih boyunca bu yüzden ya kendilerine düşmüş ve içten kırılmışlar ya da diğer Türk devletleri ile savaşmışlardır. Beş bin yıllık Türk tarihinin özü olarak ortaya çıkan kültürümüzün Sakalarla, Hunlarla başlayan Karadeniz Kuzeyindeki ana kolu Avrupa ile yapılan savaşlara yenik düşmüş ve yol olma tehlikesi içindedir. Kuzey yolu izleyen Türklerin bir kısmı Müslüman, bir kısmı Hıristiyan olarak Kafkas Dağları ve kuzeyinde yaşamaktadır[4]. Çin’e, Hindistan’a, Orta Avrupa ve Balkanlar’a giden Türk boylarının büyük çoğunluğu siyasi güçlerini kaybettikten sonra uzun vadede kimliklerini de kaybederek bu halklar içinde erimişlerdir. Hazar Denizi-Karadeniz Güneyindeki kolu ise, Osmanlı’dan beri Araplaştırılma tehlikesi ile karşı karşıyadır.Biz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, önce Selçukluların ve Moğolların saldırılarının önünden kaçarak Anadolu’ya gelen ve buradaki kardeşleriyle birlikte konaklamayı seçen göçebe Türk boylarının torunları, sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş dönemlerinde elinde tutabildiği topraklara sığınmış bakiyeleriyiz[5]. Soğuk Savaş sonrası dünya Türklüğünün büyük bir bölümü bağımsızlığa kavuşmuştur.
Uygurca yazılmış olan Oğuz destanında, Oğuz Kağan şöyle diyordu; “Kun tuğ bolgıl, kök kurıkan!” ‘Oğuz Kağan; ‘Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız’ parolası ile ‘daha çok denizlere, daha çok ırmaklara doğru..’ diyerek yeryüzünün fethine hazırlanmıştır[6]. Türkler bunları söylerken, kendi dünya imparatorluğu ideallerini de ifade ediyorlardı. Bu, artık devlet idaresinin felsefesine erişmiş ve edebiyat yapabilen Türklerin düşünceleri idi.Görüldüğü gibi, “gökyüzü ve yeryüzü”, yani bütün dünya, Türk devletinin mekânını oluşturmaktadır[7]. Yazıtlara yansıyan Türk kozmogonisine göre[8]; “Üstte gökyüzü, altta yağız yer, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış; insanoğlunun üzerine de (Tanrı tarafından) Türk Kağanları (Bumin ve İstemi) oturtulmuştur”. Türk Kağanları ise, “evrensel” yani bütün dünyanın hükümdarı durumundadırlar. Hiçbir ayrım yapılmaksızın bütün insanlar (kişioğlu) da onların halkıdır. Özetle, Türk ülküsüne göre “Gökyüzü çadırımız, yeryüzü otağımız, içinde yaşayanlar ise tebaamız” idi. Türk hükümdarları siyasi iktidarı, doğrudan doğruya Tanrıdan almaktaydılar. Nitekim Oğuz Han, altı oğlu ile birlikte dünyayı fethedip cihangir olunca, büyük bir kurultay düzenlemiş ve çok çalıştığını, dünyayı fethettiğini böylece Tanrıya karşı borcunu ödediğini belirtmiştir[ç]. İlahi bağış (kut) yoluyla Türk hükümdarlarına geçen siyasi iktidar, yukarıdan aşağıya doğru inmekte, yeryüzünde ikiye ayrılarak sağa ve sola doğru, yani doğu ve batı ekseni istikametinde yayılmaktaydı. Türklüğün sembollerinden “altın yay” hâkimiyeti ve hükümdarlığı, “gümüş oklar” da tabi olmayı temsil ediyordu[lo].
Türk milleti, Müslüman olduktan sonra devlet de İslami bir kimlik kazanmış, Kur’an ve Hadis onun iki temel kaynağı haline gelmiştir. 11. Yüzyılda şekillenen Selçuklu yönetimi, İslam geleneklerini ve Türk örfünü bağdaştırarak ortaya koyduğu iktidar pratiği ile kendisinden sonra gelecek yönetimleri etkileyecek bir yönetim şekli oluşturmuştur. Ancak, bu coğrafyada, 7. Yüzyıldan 9. Yüzyıla kadar Arap hâkimiyetinde kalan Fars aristokrasisi, Selçuklu devlet bürokrasisini kontrol altına aldı, Türkmenler, devletle ilgili bütün yönetim organlarından uzaklaştırıldılar. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu sırasında başlıca rol oynayan Oğuz Türkleri (Türkmenler), zamanla yavaş yavaş ordudan tasfiye edilerek, yerleri “Gulam[ll]” sistemine göre yetişmiş Türkler dolduruldu. Melikşah zamanında Türkmenler ordudan tamamen çıkarılmışlardır. Büyük Selçuklular devrinde Şii-Sünni çatışması yanı sıra Sünni mezhepler arasında da sürtüşmeler olmuştur. Tuğrul Bey, devletin bekası ve güvenliği için çoğunluğun mensup olduğu Sünniliği desteklemeyi zorunlu görüyordu[l2]. Bununla beraber, Müslüman Türk hükümdarı olarak Tuğrul bey, dünyayı idare etme yetkisini kendisinde tutarak halifeye devretmemiştir.
Osmanlı ve Türklük
Osmanlı Devleti, Balkanlara ve İstanbul’a yerleşip çokuluslu bir imparatorluk olduktan sonra Türklük duygularına hemen hiç önem vermemiştir. Devletin bağı Osmanlı hanedanı ve İslam dini idi. İslami ideoloji Ortaçağ boyunca Türklerin sosyal, politik, hukuk ve eğitim kavramlarını etkilemiş ve Osmanlı devletinin İslami yapısı Türklük bilincini ikinci plana itmiştir. Osmanlı padişahı, 15. Yüzyıldan sonra Oğuz boylarının başkanlığından çok, bir Roma kayzeri olmayı benimsemiştir[l3]. Çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Türk’ olmak pek itibar gören bir kelime değildi. Daha çok ‘geri kalmış’ ya da ‘göçebe’ anlamında kullanılıyordu. Osmanlı’da başlangıç dönemi hariç son zamanlara kadar Türklük küçümsenmiş ve hor görülmüştür[l4]. İmparatorluğun Müslüman tebaası içindeki Türk unsur ancak bozgunun hızlandırdığı idari değişimler dolayısıyla devlet hayatında daha fazla söz sahibi olmuştur. Osmanlı devlet ve toplum düzeni resmen din esasına dayanan millet denen gruplara bölünmüştü. Vergilerin bu gruplanmaya göre toplanması, yargı düzeni ve eğitimin bu anlayış içinde cemaat liderleri tarafından örgütlendirilip yürütülmesi nedeni ile adli ve yönetsel örgütlenmede dine dayalı bir tür adem-i merkeziyetçilik ve çeşitlilik vardı.
Kanuni 1566’da öldüğünde imparatorluk sınırları içerisinde 20 ayrı ırktan 15 milyon insan yaşıyordu. Viyana bozgunundan sonra Osmanlının yenilebilir olduğunu görmek Balkan halklarının ulusçu örgütlenmesini teşvik etmiş ve 17. Yüzyılın sonunda Osmanlı Rumelisi çok farklı bir dinamizme girmiştir. Bu yüzyıldan itibaren devşirmenin terk edilmiş olması ile Osmanlı yönetimi ve egemen Osmanlı kültüründe Anadolu Türklüğünün öne geçtiği görülmektedir. Ancak, Türklük objektif olarak hâkim ama bilinçli olarak arka planda idi. Osmanlı idaresinde Şii Türkmenlere karşı Sünni Kürtler desteklenmiştir[l5]. Osmanlı, Doğu Anadolu’ya yerleştikten sonra buradaki Türkmen aşiretlerinin büyük bir bölümü, şahların egemen olduğu Azerbaycan’a göç etmeye başlamıştır. Gerileme döneminde Osmanlı topraklarının yavaş yavaş elden çıkması ile batıdan Anadolu’ya göçler başladı. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile birlikte
Osmanlı Devleti, Müslüman-Gayri Müslüman ayırımına son vererek, Osmanlı sınırlarında yaşayan herkesi “Osmanlı” yani ümmeti kabul etti. Tanzimat Fermanı; Müslüman ve gayrimüslim tebaanın kanun önünde eşitliğinin sağlanmasını hedefliyordu. Azınlık kiliseleri arasında bir yandan rekabet sürerken, Amerikan misyonerleri de 1820’lerden başlayarak Protestanlığı yaymaya başladılar.
Ticarette ve özellikle dış ticarette yoğunlaşmış bulunan burjuvazi ağırlıklı olarak gayrimüslim (Rum, Ermeni, Musevi, Levanten) unsurlardan oluşuyordu. Genellikle iç ticarette yer alan, çoğunlukla esnaf niteliği taşıyan Müslüman-Türk burjuvazi ise hayli etkisizdi ve esasen birinci gruba bağımlıydı[l6]. Tanzimat ile Türkiye’nin sanayileşmesi gecikmiş, fiili olarak yarı-sömürge bir ülke haline gelmiş, azınlıklara verilen haklar ile çöküş hızlandırılmış ve dış politika tamamen yabancıların kontrolüne girmiştir[l7]. Osmanlı toplumunun Avrupa kapitalizmi ile kurduğu çeşitli ekonomik ilişkiler, öncelikle azınlık unsurların aracılığına dayanmaktaydı. 1909 yılında Batı Anadolu’da imalat sanayinde çalışan 22 bin işçinin yaklaşık %85’i gayrimüslim unsurlardan oluşmaktaydı. Ekonomik faaliyetlerde geri kalmışlık kadar eğitim alanında Müslüman ve Müslüman olmayanlar arasında büyük farklar vardı. Okumuşluk oranı Müslümanlar da %3, Gayrimüslimlerde %90 idi. Osmanlı’da gazete ve dergi sayısı çok az iken Gayrimüslimler için çıkan yayınlar milliyetçiliği de besledi.
1856’da ilan edilen Islahat Fermanı ise Müslüman olmayanları haklarını genişletiyordu. Azınlıkların haklarının, reform ve özerklik taleplerinin temsilciliğini ise Avrupa almıştı. Islahat Fermanı’nı Avrupa Osmanlı’nın iç işlerine müdahale hakkı olarak görüyordu. 1860’da Cebel-i Lübnan’da Dürzîler ve Maruniler arasında kanlı çatışmalar başladığında, Avrupa devletleri güvenliği sağlamak için asker çıkardılar. Gerçekte Fransa Marunîleri, İngilizler Dürzîleri kışkırtıyor ve destekliyordu. İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Osmanlı temsilcilerinden oluşan bir komisyon 9 Haziran 1861 tarihli Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’ni hazırladı. Cebel-i Lübnan, cemaatlerin temsili esasına dayalı, yarı müstakil bir sancak haline dönüşmüştü. 1871 yılında tüm imparatorlukta uygulanmaya başlayan nizamnameye göre Osmanlılık düşüncesi esası ile idare meclislerinde dini grupların eşit temsili getirildi. İngiliz Meclis sistemi (Avam ve Lordlar Kamarası) örnek alınarak Meclis-i Mebusan (halk tarafından seçilen) ve Ayan Meclisi (hükümdarın seçtikleri) kurulmuştu. Meclis-i Mebusan’dakilerin %40’ı Türk, %6o’ı (%40 Arap ve Kürt gibi Müslüman, %20 Müslüman olmayan Rum ve Ermeni) meydana geliyordu. Türk olmayan gruplar kısa zamanda arkalarındaki hami ülkelerden aldıkları destekle ırkçılığa varan aşırı milliyetçi isteklere başlayınca, tehlikeyi gören Abdülhamit gayrimüslimlerin yoğun olduğu ilk Meclisi kısa zamanda kapatmak zorunda kaldı. Abdülhamit, aynı zamanda bu grupların Mithat Paşa’nın hazırladığı Anayasa vasıtası ile kendi dillerini de Anayasa’ya sokmasını karşı çıktı ve İmparatorluğun tek dili “Türkçe” olmaya devam etti.
1778-1779’da Mısır’ı işgal eden Fransa’yı İngilizlerin yardımı ile Akka’da mağlup etmiştik ama İngilizler o dönemde Vahabiliğe el atmış, Araplar içinde arkeoloji çalışmaları görüntüsü altında kabileleri yanına çekme ve tarikat kurma çalışmalarına başlamışlardı. Bu tarikatlar, Araplar ihanetine yol açtı. Aynı dönemde, Kürt Hâlid-i Bağdâdî tarafından kurulan Nakşiliğin Hâlidîlik kolu o dönemde Irak’ın Kuzeyi ve Anadolu’nun güneydoğusunda yayıldı. Osmanlı zamanından itibaren devletle çatışmaya giren dinî grupların neredeyse tamamı, özellikle de 31 Mart ayaklanmasının önde gelen isimleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Şeyh Sait ve Dersim ayaklanmaları gibi hareketlerin liderleri, Nakşî yahut Nakşîlikten kaynaklanan diğer kolların mensubuydular. 19. Yüzyılın sonundaki Kürt Teali Cemiyetleri de bunların arasında çıktı.
1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı, Girit’in Yunanistan’a verilmesi, 1912-1913 Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sonrasında göçler yoğunluk kazandı. Cumhuriyet döneminde de aşiretlerin iskânı; Anadolu’ya sığınan Osmanlı bakiyesi yurttaşların ve Çin’den iltica eden Doğu Türkistanlıların yerleştirilmesi ile Lozan Antlaşması’nın sonucunda gerçekleştirilen mübadele ile bir arada yürütülmeye çalışıldı.
Türkçülüğün Doğuşu
Türkçülüğün tarihinde Fransız Devrimi sonrası gelişmeler önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı devlet adamları (Babıâli), başlangıçta Fransız Devrimi’ni Avrupa’nın birbirine düşmesini ve hanedanların yıkılmasını sağlayacak olan devrimi kendi varlığı için hayırlı bir iş olarak görmüşlerdi. Ancak, Fransa Adriyatik’te 7 adayı işgal ederek 1797’de Osmanlı Devleti ile komşu olmuş ve iki ülke ilişkileri için yeni bir dönem başlamıştır. İngiliz-Fransız rekabetinin sonucu olarak Napolyon’un Mısır’a saldırısı Akka yenilgisi ile başarısız olunca, Osmanlı eyaleti sayılan Cezayir işgal edilmiş ve Yunan bağımsızlığı desteklenmeye başlanmıştır. Fransızlar, Adriyatik’te işgal ettikleri adaları; Yunan, Karadağ ve Sırp milliyetçiliğini provoke etmek için üs olarak kullanmaya başladılar. Yunanlıları bağımsızlığa götüren Megali Etniki Eterya’nın isyanları buradan yönetildi. 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasının arkasında İngilizler ve Ruslar kadar Fransızlar vardı.
1830’larda İngilizler, Osmanlı ekonomisinde bir yandan ıslahat girişimlerinde bulunurken diğer yandan Türkoloji alanındaki çalışmalarda önde geliyorlardı. Orta Asya’da Rusya’nın Türkistan’a karşı saldırgan siyaseti ve yayılmasını sömürgesi Hindistan için de tehlike olarak gören İngiltere, 1870’lerde Osmanlı padişahını bu bölgede aktif siyaset gitmeye teşvik etti. Rus çarlığının yalnız Osmanlı ülkesini değil, Orta Asya Türk ülkelerini de istila girişimleri, İngiliz diplomasisinin uyarısıyla, oradaki Türk halklarıyla bir kader birliği duygusunu uyandırdı[l8].
Türkoloji ve Türk filolojisinin asıl kurucuları oryantalistlerdir. 8. Yüzyıl Gök Türk abidelerini keşfeden, bu yazıtlarda eski Türk runik alfabe ile yazılmış en eski Türkçe metni ilk defa çözen V. Thomsen[l9], Türk lehçeleri lügatini yazan W. Radloff ve Orta Asya Türk kavimleri üzerinde en yetkili eserleri yayımlayan V. Barthold, oryantalist okulundan yetişmiş Batılı ilim adamlarıdır. Batılılar tarafından Oryantalizm (Şarkiyat) çalışmalarının üç amacı vardı; (1) Hedef toplumların dini üzerinde çalışmalar yaparak, din odaklı projeler geliştirmek (Batı kaynaklı tarikat çalışmaları), (2) Folklor yani halklar üzerinde saha çalışmaları ile yanlarına çekebilecekleri kesimleri ve çatışma kaynaklarını belirlemek ve nihayet (3) Misyonerlik çalışmaları (Hıristiyanlaştırma) için uygun zeminleri tespit etmek. Orhun Anıtları’nın keşfi 1900’lerde Türkler arasında heyecan uyandırmış, Türkçülüğün gelişmesinde ve nihayet Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşu (1924) ile Türkoloji’nin bir bilim dalı olarak ülkemize yerleşmesinde rol oynamıştır. Orhun Yazıtları dilinin çözülmesi Türkoloji’nin ve Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı tarihi dışında ondan çok daha gerilere giden bir tarih olduğunun farkın varılması ve dil alanında Türk dilinin çok eski zamanlarda kullanıldığını gösteren Orhun Anıtları’nın ortaya çıkması; Türk benliğini güçlendirmek isteyenlere umut ve güç verdi.
Bununla beraber, bu benliği ilk fark edenler siyasi, dini ve kültürel baskıyı daha çok hisseden Çarlık Rusya’sı içinde yaşayan Türkler oldu. Çarlık Rusya’sı içinde yapılan Türkçülük çalışmaları Osmanlı Devleti’ndeki aydınlar üzerinde de çok yönlü bir etki yaptı. Bu çalışmalar Osmanlı aydınlarına sınırları dışında soy, dil, din, kültür açısından kendilerine benzeyen, tarihin uzak devirlerinde de ortak bir maziye sahip olunan toplumların yaşadığını ve bu toplumların da kendilerine yönelik ilgi ve beklentilerinin bulunduğunu gösterdi. Osmanlı Türkçüleri ile Çarlık Rusyası’nda faaliyet gösteren Türkçüler arasındaki yakınlık zamanla işbirliğine dönüştü. Rusya’da görülen baskılar aydınları Osmanlı başkentine yöneltti. Osmanlı Türkleri, Türkçülüğü ancak son zamanlarda imparatorluk içindeki diğer ulusların çok kere dışarıdan kışkırtılarak bağımsızlık isteğini açığa vurmaları üzerine bazı Türk aydınlarının bu yola girmeleri ile veya daha çok yabancı bilginleri okuyarak öğrenmiştir. Osmanlı içinde ‘Türk’ kavramı 19. yüzyıl ortalarından itibaren önce Şinasi ve Ziya Paşa ile edebiyat alanında Türk dilinin kullanılması ile başladı ve daha sonra edebiyat ve sanat dışında diğer alanlara taşındı.
Osmanlı Devleti’nde dış Türkler meselesinin ortaya çıkışı ve Türk tarihi ile ilgili çalışmaları gündeme getiren faktörlerin başında batılı devletlerin özellikle de önce İngiltere’nin, sonra da Almanya’nın faaliyetleri ve Osmanlı Devleti sınırları dışındaki Müslüman toplumlar ile ilgilenmeleri oldu. Almanya’nın teşviki ile Osmanlı içinde Türkçülük akımı güçlenirken, dış Türkler meselesi de daha çok gündemde yer almaya başladı. Alman-Osmanlı yakınlaşması karşısında İngiltere ilgisini bu sefer Osmanlı içine yöneltti ve Osmanlının dış Türklerle ilgilenmesinin önünü kesmeye çalıştı. İngiltere ve Almanya’nın siyasi faaliyetleri dışında batıda yapılan Türkoloji çalışmaları Osmanlı Devleti aydınları ve devlet adamları üzerinde etkili oldu. Osmanlı Devleti’ne sığınmış ve yüksek devlet basamaklarına çıkmış Lehli ve Macar asıldan milliyetçi ve liberal devrimciler (Celaleddin ve Ömer Paşalar), Osmanlı’da Türklük bilincini uyandırmaya çalışmışlardır. Öbür yandan, Rusya çarlık rejiminin Hıristiyanlaştırma-Ruslaştırma politikasına karşı Türk Müslüman halklarında milli hareketin uyanması ve bu hareketin temsilcilerinin Osmanlı Türkiyesi’ne ilticaları ve destek aramaları (Yusuf Akçura), burada Türkçülük hareketinin doğmasını hazırladı. Öte yandan, Türkçülük bilincinin başka önemli bir kaynağı askeri mekteplerdir. Rus tehlikesinin en derinden hisseden bu çevrede ders kitaplarında, hanedana bağlılık yanında Türklük bilinci verilmeye özen gösterilmiştir (Süleyman Paşa).
II. Abdülhamit devri, yasaklara rağmen ‘milliyetçilik’ akımının Türkiye’de şekillenmeye başladığı devirdir. Bu dönemde, Osmanlı Devleti Panislamist politika uygulama gereği duymakta, Müslümanlık dışında bir unsurun öne çıkmasına engel olmaya çalışmaktaydı. Batı milliyetçiliği kuramcıları ‘millet’in kendi ‘devlet’ine sahip olması gerektiğini savunuyorlardı. Muhtelif etnik, dil ve din gruplarından oluşan Osmanlının bu ideale yaklaşması söz konusu olamazdı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Türk olmayan grupların aşırı milliyetçi istekleri karşısında, bunlarla bir arada yaşamanın mümkün olmadığı anlaşılmaya başlandı ve “Türkçü” hareket böylece başladı. Jön Türkler arasında liberal, Osmanlıcı, Türkçü ve muhafazakâr çok farklı görüşler vardı. Devletin amblemi Bozkurt olsun diyen gruplar ile muhafazakârlar çekişiyordu. Türkçülük, Osmanlının sön döneminde, içeride Osmanlılık ve İslâmcılık akımları karşısında bütün Türklerin tek vatanda ve tek bayrak altında birleştirilmesini amaçlayan, esasında Panislavizm başta olmak üzere yabancıların kışkırttığı azınlıkların ırkçı faaliyetlerine karşı dağılmakta olan bir ülkeyi kendi içinde milli bir kimlikle bir arada tutmaya çalışan milliyetçi bir akım olarak doğdu.
Osmanlının Son Döneminde Türkçülük
Türklerin en eski tarihlerden beri medeniyete katkıları olduğunu söyleyen, Abdülaziz’in askeri okullar nazırı Süleyman Paşa idi. 1894’de kurulan İkdam gazetesinde Türk kültürü ile ilgili yazılar çıkmaya başladı. Kültür Türkçülüğünü dışarıdan gelen bazı etkenler pekiştirdi. 1870’lerde Volga Tatarları arasındaki bir hareket, İslam dini reformu ve Tatar kültürlerinin korunması ve anlaşılması şeklini almıştı. 1883’den itibaren Kırım’da Gaspıralı İsmail Bey çıkardığı Tercüman Gazetesi ile Rusya Türklerinin birleşmesi fikrini geliştiriyordu. 1906’dan itibaren İttihat ve Terakki içinde şekillenen Şakir Nazım Grubu Türkçülüğe, parti örgütlenmesine ve askeri örgütlere daha çok önem vermeye başladı. 1908 Meşrutiyetine kadar Türkçülük akımı az etkide bulunmuş, her yeniliğin karşısına dikilen muhafazakâr ruh bu akımın da karşısına dikilmiştir. II. Meşrutiyet’e gidilirken muhafazakâr ruh, kendi menfaatine göre düzenlediği ‘şeriat’a ve köylerde buna ek olarak ‘görenek’e bağlılık biçiminde devrimcilerin karşısına dikilecektir. Kur’an’ı Arapça okudukları için düşünme imkânı olmayan aydınlar muhafazakârlık ruhu içinde boğulmuştu[20]. Orta Çağ’da çöken İslam ve Türk devletlerinin çöküş nedeni genellikle hanedanın değişmesi idi. Kör bir taassuba dalmış olan Osmanlı İmparatorluğu ise büyük ölçüde muhafazakâr kafalar yüzünden geri kalmış ve çökmüştür.
Henüz ‘Türk’ ve ‘Türkçülük’ kavramları emeklemekteydi ve fikir alanında olgunlaşması için siyasi şartlar oluşmamıştı. Yusuf Akçura 1904 yılında “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi ile Osmanlı Devleti sınırları içinde dış Türkler ve Türkçülük meselesinin temellerini attı. Akçura, Panislamizm’in başarılı olamayacağının görüldüğünü söyleyerek Türk Birliği sağlanmasının Osmanlı sınırları içinde Türkleşmeye yol açacağı için faydalı olacağını söylüyordu[2l]. II. Abdülhamit devrinde siyasal ve bilimsel Türkçülüğün başlıca temsilcileri arasında Necip Asım (Yazıksız), Veled Çelebi (İzbudak) ve şair Mehmed Emin (Yurdakul) sayılabilir.Türklük bilincinin milli fikir kaynakları ise şaşılacak bir biçimde Fransız, İngiliz ve Macar Türkolojisi içinden çıkmıştır. Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş (Paris 1896) kitabı 1900 tarihinde Necib Asım tarafından ilavelerle Türkçe’ye çevrilmiş (Türk Tarihi, İstanbul, 1900) ve Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır[22].
19. Yüzyıl Osmanlı aydınları arasında belirli bir yer tutan dilde sadeleşme (dilde Türkçülük), 20. Yüzyıl başlarında kültürde Türkçülüğe, ‘bütün Türkçülüğe’ ve nihayet siyasi Türkçülüğe varmıştı. Böylece Dış Türkler meselesinin (dış Türklerin bağımsızlığı veya bir bayrak altında toplanmaları) temelleri de atılıyordu. İstanbul’da toplanan Türkçülük akımı taraftarları hem yayınlarının sayısını artırmış hem de teşkilatlanmaya başlamışlardı. Türkçülük, II. Meşrutiyet döneminde özellikle Balkan Savaşları sonucunda İttihat ve Terakki yönetiminin bu düşünceye sıcak bakması ile yükselişe geçti. Balkan Savaşları ve Kuzey Afrika’daki gelişmeler sonunda, imparatorluğun Türk unsurunun çoğunlukta olduğu bir devlet haline gelmesi, Türkçülüğe yönelişi hızlandırdı. Türk Ocakları, Balkan Savaşları sonrasında Türk aydınlarının bazı ortak noktalarda buluşabildikleri yer olmuştu. Bu dönemden itibaren sadece Türkleri değil, Türk kavimleri de içine alan ‘Büyük Turan’ kurulmasını savunanlardan, ileride gündeme gelecek olan Misak-ı Milli paralelinde Anadolu ve Rumeli’de bir vatana savunanlara kadar uzanan yelpazede tartışmalar şekilleniyordu.
1911-1912 arasındaki Balkan ve Trablusgarp (Libya) Savaşları’nın olduğu dönemde “Türk Derneği” ve “Türk Ocakları” gibi dernekler kuruldu. “Türk Yurdu” gibi dergiler yayına başladı. 1911-1922 arasındaki acı savaşlar aslında Türklüğün, içimizdeki hainler ve emperyalistler ile mücadelesi idi. Bu savaşların galibi Türkler oldu ve “Türklük Şuuru” ortaya çıktı. Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçü aydınlar yetişti. Rusya’dan kaçan Yusuf Akçura gibi aydınları 1930’lardan sonra Zeki Velidi Togan, Abdulkadir İnan gibi yeni gelen Türkçüler izledi. Yeni dönemin ideologu konumunda bulunan Ziya Gökalp, Türkçülüğü sistemleştirirken, Osmanlı İmparatorluğu’nun vermiş olduğu imkânlardan yararlanmaya çalışmıştır. Ziya Gökalp; Türkçülük ve Turancılık’ın ayırımını şu şekilde yapmaktadır. Türkçülük; Türk ulusunu yükseltmek demektir. Türk, bir ulusun adıdır. Ulus kendine özgü kültürü olan bir topluluk demektir Öyleyse Türk’ün yalnız bir dili, bir tek kültürü olabilir. Türkçülüğün uzak ülkesi, Turan adı altında birleşen
Oğuzlar, Tatarlar, Kırgızlar, Özbekler ve Yakutlar’ı dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir[23]. Gökalp, Türkçülük ülküsünü büyüklüğü bakımından üç aşamaya ayırmaktadır; (1) Türkiyecilik, (2) Oğuzculuk ya da Türkmencilik, (3) Turancılık.
Türkçülük bir yandan Almanların desteği ile Rusya’ya karşı kullanılabilecek bir siyasi kart diğer yandan imparatorluk küçülürken onu tekrar büyütecek ‘koca bir Türk âlemi’ tezi olarak görülmekteydi[24]. Pantürkizm idealiyle başlanan Kafkasya harekâtının Sarıkamış felaketi ile sonuçlanması Türkçülerin ve Enver Paşa’nın umutlarını suya düşürdü. Böylece yeni arayışlar zorunlu hale geldi ve Türkçülük düşüncesi birleştirici yanını bir kenara bırakarak Anadolu coğrafyası ile sınırlı hale gelmiştir. Bu değişim, Türkçülüğün Türk milliyetçiliğine dönüşümünün başlangıcı idi. Türk Ocakları, Balkan Savaşları sonrasında Türk aydınlarının bazı ortak noktalarda buluşabildikleri yer olmuştu. Mondros Mütarekesi’nden sonra siyasi Türk birliğinin hayal olduğunun ortaya çıkması ile artık dış Türkler ön planda değildi. Hedef, Milli Mücadeleyi desteklemekti. 9 Aralık 1919’da kurulan Milli Türk Fıkrası, Türkçüleri bir siyasi çatı altında toplayarak, Türk Ocağı ile işbirliği halinde Anadolu’daki mücadeleyi desteklemeye çalıştı.
Atatürk ve İnönü Döneminde Türkçülük
Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan kısa bir sonra daha Ocak 1924’de Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nü kurdu ve başına Ord.Prof.Dr.Fuat Köprülü’yü atadı. Bizzat Atatürk tarafından enstitünün amblemi “Bozkurt” olarak seçildi. Hintli Müslümanlar için toplanmış olan yardım parasından 200 bin altın bu enstitüsünün bütçesi için tahsis edildi. Aynı yıl Türk Folklor Araştırmaları Dergisi çıkarılmaya başlandı. Atatürk’ün bu enstitüye verdiği görevlerden birisi de Yakutistan’a kadar ulaşıp, uluslararası bir Türkoloji Kongresi toplamaktı. Bu ancak, 1974’de yapılabildi. Türk milliyetçiliğinin en kutsal eseri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. 1928-1940 yılları arasında tasarlanan saf Türk milliyetçiliği, gerekli olan yapıların kurulmasına eşlik eden bir inşa süreci yaşamıştır. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi devletin ideolojisi olarak belirlenen Türk milliyetçiliğinin düşünsel-teorik temellerini oluşturacak kurumlar olarak tasarlanmıştır. Atatürkçülük ile özdeşleşip Türk milliyetçiliğine dönüş ile birlikte Türkçülük ve İslamcılık karşı karşıya gelmeye başladı. Atatürk döneminde izlenen Türk dış politikasının ilk hedefi, kendi kaderine hâkim milli bir devlet kurmaktı. Türk unsurunu kapsayan milli sınırlar içinde bir Türk devleti kurmak, Milli Mücadele’nin öncülüğünü yapan Mustafa Kemal’in başlıca amacıydı. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı müteakip izlediği politikaların temelinde homojen bir Türk devleti kurarken, milli gücün geliştirilmesi vardı. Atatürk yeni devleti Batı tipi toplum ve ulus-devlet ilkeleriyle oluştururken, dini siyasetten ayrı tutmak ve laik bir sistem için radikal önlemler almıştı. Artık imparatorluğun değil, Türklerin kendi varlığını korumaya ve Anadolu Türklüğünün devlet kurabilmesine yönelik siyaset önem kazanmıştır.
Türkçüler arasında ilk doktrin çalışması Nihal Atsız ile şekillenmeye başladı. Ancak, dönemin şartları içinde önce “Atsız”, 1931 yılında “Orkun” dergisi kapatıldı. Söz konusu dönemde Bulgaristan’dan gelen göçler ve o dönemde Türkçü olan Milli Türk Talebe Birliği’nin gösterileri kapatılmalara neden oldu. Orkun dergisi, 1941-1942-1943 yıllarında tekrar çıkmaya devam etse de, 1944 yılında Nihal Atsız’ın Başbakan Saraçoğlu’na (20 Şubat 1944 ve 1 Nisan 1944) yazdığı iki açık mektup üzerine dergi tekrar kapatıldı. Şüphesiz bunda İkinci Dünya Savaşı döneminin şartları ve yaklaşan Rus tehdidi ve iddiaları etkili oldu. 1944 yılında İnönü’nün 18 Mayıs tarihli “ırkçılığa karşıyız” söylemi sonrası Türkçüler hapse atıldı. İki buçuk sene sonra beraat ettiler ama hükümetin Ruslara yaranma hevesi, 1945 yılındaki Rus istekleri ile boşa çıkmıştı. 1940lı yıllardan sonra ortaya çıkan Türk-İslam sentezi gibi yaklaşımlar 1960lı yıllarda MHP gibi anti-komünist, Türkçülük ile Müslümanlık arasında bağlar kuran yeni milliyetçi versiyonların ortaya çıkmasına neden oldu. Daha sonra Türk unsurunu merkeze alanlar MHP’de kalırken, Türklüğü İslam’ı güçlendiren bir öğe olarak görenler BBP etrafında toplandı.
Burada İkinci Dünya Savaşı esnasında olanlara bir parantez açmak gerekir. 1940-1944 yılları arasında Almanlar, Sovyetlerin iç bölgelerinde harekât yaparken Türkleri de kullanmak istedi. Bu konuda Rus iddialarının aksine Türkiye’nin bir müdahale ve katkısı olmamıştı. Savaş sonuna doğru Alman ordusu yanında savaşan Kazak, Özbek, Türkmen kökenli Türkler, Almanya’ya kaçtılar. Almanya’yı işgal eden Amerikan ordusu, bu Türklerin bize ait olup-olmadığını sorar, biz sahiplenmeyince Ruslara teslim edilir ve hepsi katledilir[25]. Öte yandan, 1944 yılında Azerbaycan’dan Türkiye’ye aileleri ile birlikte kaçan 417 aydın da Rusların isteği üzerine sınırdan kendilerine teslim edilir. Bu kişiler Kızılçakçak (Boraltan) Köprüsü’nde daha sınırın ötesine geçer geçmez, Türk yetkililerin gözleri önünde kurşuna dizilir[26].
Rusların acımasızlığına bir örnek de Doğu Türkistan ile ilgilidir. Batı Türkistan’ı Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Özbekistan toprakları oluşturuyor. 1928 yılında Türk adını silmek için Ruslar, Türkistan yerine “Orta Asya” kavramını uydurdular. Tarihsel olarak Türklere ait bu topraklarda modern Doğu Türkistan devleti 1933’de kuruldu ancak 1937’de tamamen ortadan kaldırıldı. İkinci Dünya Savaşı döneminde, Rusya’dan silah yardımı alan Uygur Türkleri, 1944 yılında Çin’e savaş ilan edip, Cumhuriyet rejimi kurdular. Ancak, Çin komünist olunca Rusya Federasyonu’nun Çin politikası değişti. 1949’da Çin-Rus Anlaşması üzerine Doğu Türkistan Devlet Başkanı ve 37 kişilik heyet görüşmeler yapmak üzere Moskova’ya çağrıldı. Heyetin tamamında yer alan kişilerin boyun ve belleri kırılarak öldürüldükten sonra bindirildikleri uçak havada patlatılıp, uçak kazası süsü verildi. Aynı yıl Doğu Türkistan’ı işgal eden Çin, o zamandan beri 15 milyon bebek-çocuk ile 2.5 milyon yetişkin Türkü yok etti.
1950’lerden Sonra Türkçülük
Çok partili hayata geçiş ile birlikte 1947 yılından itibaren bazı milliyetçi dernekler kurulmaya başlandı. Milliyetçi ve muhafazakâr kesimi yanına çekerek iktidar olan Demokrat Parti, 1952’de milliyetçi dernekleri kapattı. Ancak, 1963 yılında devlet desteği ile ‘Türkçüler Derneği’ kuruldu ve birçok il ve ilçede şubeler açtı. Aynı yıl, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü kuruldu ve “Türk Kültürü” dergisi çıkmaya başladı. 1960lı yılların önemli Türkçü gazeteleri arasında Yeni İstanbul, Ortadoğu ve Hergün sayılabilir. Milli bağımsızlık fikrinin tekrar gelişmeye başladığı bu yıllarda Türkiye, ABD’nin dayattığı tarım ülkesi olma yerine sanayileşmeye yöneldi. 1968 yılında Eskişehir’de ilk Türk lokomotifi (Karakurt) üretildi. Çok partili hayata geçiş ile birlikte kurulan partilerden biri olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CMKP) 1965 yılında katılan Alparslan Türkeş ve arkadaşları, 4 ay sonra parti yönetimine gelmişlerdi. Partiyi baştan aşağıya yeniden örgütleyen Türkeş, ülkücü ideolojiyi getirdi. 1969 yılında yapılan CMKP Adana Kongresi’nin en önemli yanı 1965 yılında başlayan Nihal Atsız’ın Turancı çizgisinden İslami motiflere geçiş idi. Atsız, bunu ümmetçilik olarak görüyor, ‘yeni milliyetçilik’ diye getirilen anlayışı ise Türk milliyetçiliğinin sulandırılması diye yorumluyordu. Bu kongre, Türkçü kanat ile muhafazakâr kanatın çekişmesine sahne olur. Nitekim parti adının Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştiği CMKP kongresi, Türkçülerin tasfiyesinde dönüm noktası olur.
Kongre esnasında, Nihal Atsız’ın başını çektiği Türkçülerin en önemli itirazı getirilmek istenen “Lider-Teşkilat-Doktrin” dayatması idi. Lider ve teşkilat değişebilir, doktrin de revize edilebilirdi. Parti sembolü olarak Türkçüler “Ay ve Bozkurt” önermiş ve yapılan oylamada kabul edilmişken, sonradan itirazlar üzerine Osmanlı bayrak sembolü olan “üç hilal” ile değiştirilir. Gençlik kollarına da bozkurt işareti verilerek bir dengeleme sağlanmaya çalışılır. Ancak, artık parti fiili olarak artık ikiye bölünür. Bölünmeler ve kırgınlıklar, 70’li yılların ilk beş yıllık dönemi içinde daha belirgin hale gelir. Din referansını istemeyen Atsız ekibi, 1969 yılından itibaren yavaş yavaş partiden tasfiye edilmiştir. Turancı kesim kapalı bir aydın çevresinde bir fikir hareketi olarak kalır. 1970’lerin sonlarında başlayan ve 1980’lerin ikinci yarısından itibaren belirginleşen İslamcılaşma süreci devam ederken Türkçü/milliyetçi çizgi gene de belirleyici idi.Öğretmenlikten uzaklaştırılan Nihal Atsız ve Necdet Sancar gibi isimler 1975 yılına kadar dernek faaliyetlerini sürdürdüler, Ötüken dergisini yayınlamaya başladılar. Diğer dergiler arasında 1973’de yayına başlayan Adsız ve 1978’de basılmaya başlanan Türk Yolu gibi dergiler de vardı. 1975 yılında Nihal Atsız’ın vefatı Türkçülük taraftarları için büyük bir kayıp oldu.
1978-1979 yıllarında MHP içinde sol ile mücadele kapsamında bir toparlanma oldu ve Türkçü bir kanat oluştu. 12 Eylül’de kapatılan MHP yerine kurulan Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) 1993 yılında feshedilerek MHP ismine geri dönüldü. Ülkü ocakları yeniden kuruldu ve yeni imaj arayışına girildi.Alparslan Türkeş, Türkçü grubu toparlamaya çalıştı. 12 Eylül 1982 müdahalesi ile Sağ-Sol olayları bitince Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü faaliyetleri tekrar hızlandı. Atatürk Dil Tarih Yüksek Kurumu içinde yer alan Bahattin Ögel, Bayram Kodaman, Mehmet Eröz, Mehmet Abdülhaluk Çay gibi bilim adamları Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği ile koordineli olarak Alevilik, Ermeni Meselesi, Kürtçülük, Yunan Sorunları gibi konularda saha çalışmaları yapmaya ve milli politikalarımıza temel olacak yayınlara başladılar. 12 Eylül yönetimi Komünizmle mücadele için Türk-İslam Sentezi projesi altında Amerikalıların 1970’lerden beri hazırladığı Fettullah Gülen grubunun önünü açtı. Turan Yazgan ise 1980 yılında kurmuş olduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ile Türk dünyası kültür ve sanatının tanıtılmasına büyük katkılar sağladı. Bunları yaparken Gülen okulları ile de mücadele etti, onlara karşı bir alternatif oluşturmaya çalışsa da pek başarılı olamadı. 1990lı yılların önemli Türkçü düşünürleri arasında Turan Yazgan, Mehmet Eröz, Mehmet Abdülhaluk Çay, Enis Öksüz, Mustafa Erkal, Mahir Kaynak gibi isimler başta gelmektedir. Bu yıllarda Türk Devletleri Dostluk ve İşbirliği Kurultayları düzenlenmeye başladı. Türkçü dernekler ise 2000’li yılların başına kadar çok iyi performans gösterdiler. Ancak, 2002 yılında devlet desteğinin bitmesi ile etkinliklerini yitirdiler.
Türk Kimliği ve Türkçülüğün Bugünü
Türk kültürü; savaş, göç ve kendi töresine dayanan bir yapı içinde tarih boyunca kendi özünü korurken diğer kültürlerden sürekli tasarruflarda bulunmuştur. İlk yüzyıllarında Orta Asya coğrafyasına ve koşullarına göre şekillenen “Atlı Bozkır Türk Kültürü” geçen yüzyıllar içinde Çin, Hint, İslam, Fars, Arap, İslam, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Bizans, Balkan, Kafkas ve Avrupa kültürlerinden edindikleri ile bugüne geldi. Türk kültürü; Rönesans, Reform, ABD, Fransız, İngiliz, Sanayi, Anayasa (1848) gibi evrensel Batı evrimlerinin ortak paydasını edinen Türk devrimini üretmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine, Türklük dünyasına liderlik görevi; devlet gelenek ve tecrübesi, ekonomisi ve nihayet oturmuş inanç sistemi (laiklik) Türkiye Cumhuriyeti’ne aittir. Temel düşünce sistemimiz olan Atatürkçü düşünce sistemine, ilkelerine ve kurduğu bağımsız, egemen ulus-devlete, çağdaşlaşma amacına bağlı; Türkçe’ye egemen; Türk tarih bilinci ile donanımlı; laik ve özelde İslam ahlakı ile güçlü; Türk örf-adet-geleneklerine saygılı; Türk sanatı ile ilgili; Türk devlet anlayışına bağlı olunduğu ölçüde ulusal kimlik temsil edilmiş olur[27]. Türk, hem bir etnik grubun adıdır hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne adını veren farklı etnik kökenlere sahip büyük toplulukların adıdır. Türk ulusal kimliğinin belirleyicisi; “Türk Cumhuriyeti vatandaşı’ olmak, “Ne mutlu Türküm diyebilmek”tir. Türk etnik kimliğinin esasını ise ırk değil anadilin Türkçe olması oluşturur. Yani etnik olarak Türk dediklerimiz ana dili Türkçe olanlardır.
Harita 2: Türk Dünyası
1990’lı yılların başlarında farklı dini, etnik ve kültür gruplarının bir siyasal yapı altında var olmasını ifade eden Osmanlı Çoğulculuğu, ‘Yeni Osmanlıcılık’ olarak yeniden inşa edilmeye çalışıldı. Turgut Özal ve etrafındaki bir grup tarafından formüle edilen Yeni Osmanlıcılık, geleneksel Osmanlı çoğulculuğu ile modern liberal çok kültürlülüğün birleştirilmesini ifade etmekteydi[28]. Amaç, bu modeli kullanarak bütün Türk vatandaşlarını etnik-dinsel aidiyet temelinde kapsayacak bir üst kimlik oluşturmaktı. Özal, Osmanlıcığı dini-etnik (Müslüman-Türk) kavramlarla yeniden kuruyordu. 2000’li yıllarda ise Osmanlıcılık İslamcı kesimlerin milliyetçileri yanına çekmekte kullandığı ideolojik bir kılıf oldu. Osmanlı Devleti bir imparatorluk, Türkiye ise bir ulus-devlettir. Ulus-devlette egemenliğin kaynağı, milletin hür ve serbest iradesidir. Bu irade, milletin serbestçe seçtiği milletvekillerinin oluşturduğu TBMM’nde kendini gösterir: egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Osmanlı Devleti’nde ise egemenlik, Osmanlı hanedanının tekelindedir, babadan oğula bir mülk gibi algılanır. Osmanlı Devleti’nde bireyler tebaadır, kuldur, Türkiye Cumhuriyeti’nde ise bireyler eşit hakka sahip vatandaştır. Özetle, Osmanlı Devleti ve onun dayandığı prensipler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte tarihe mal olmuştur[29]. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin devamı değildir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan devraldığı, 10 milyonluk, fakir ve yorgun düşmüş ulusu, 80 milyonluk genç, sağlıklı, dinamik bir nüfusa ve tüm Türk ve İslam dünyasına örnek olacak modern bir topluma ulaştırmayı başarmıştır.
Soğuk Savaş’ın bitişi ile birlikte Dünya Türklüğü’nün büyük bir bölümü bağımsızlığa kavuşmuştur. Sorumluluğumuz sadece Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı değil 280 milyonluk tüm Türk dünyasına karşıdır. Yüzyıllardır üstü örtülen Türk Dünyası, kültürünün bütün özellikleriyle gün ışığına çıkarken, bu kültürü külleri arasında, baskılar altında uzun süre koruyanlara, yaratıcılarına bugünkü ve bütün dünyadaki Türk kuşaklarının borçları, sorumlulukları vardır. Türkiye, Türk dünyası ile bağlarını güçlendirecek iletişim ve ulaşım ağlarını geliştirmeli, Türk dünyasının birlikte nefes almasını sağlamalıdır. Türkiye jeopolitiğinin coğrafi tabanı Türkiye, Türk jeopolitiğinin ise Türk dünyası coğrafyasıdır. Türk dünyası jeopolitiği için sağlanması gereken hususların başında ekonomik, siyasi ve kültürel açılardan Türk birliğinin kurulması, gerçekçi siyasi ve ekonomik politikaların cesaretle uygulanması, büyük güçlerin değil Türk dünyasının çıkarlarına göre hareket eden bağımsız politikalar üretilmeli, eğitimden enerjiye her alanda Türk birliğini güçlendirecek yeni bir vizyon sağlanmalıdır. Türkçü hareket bugün başsız ve sahipsizdir. Türkçü hareketlerin önündeki en büyük engel hala “biz” değil, “ben” diyen geleneksel egolar ve kurumsallaşamama sorunudur. Bugünkü MHP’ye dönecek olursak, partinin Türkçülüğü, tıpkı CHP’nin Atatürkçülüğü gibi seçim dönemi yatırımı ve içi boş bir kavram olmaktan öteye geçemiyor. Avrupa Birliği’nden, İslam Birliği’nden medet umanlar, Türk Birliği’ne sarılmıyor.
Sonuç; Sahipsiz Türkçülük ve Türk Dünyası
Avrupa’da bir düzen kurulmaya çalışıldığı Orta Çağ’dan beri kimlik arayışı devam etmiştir. Önceleri bu kimliğin temeline Hıristiyanlık konulmaya çalışılmış ve Haçlı Seferleri yaşanmıştır. Daha sonra Rönesans ve Aydınlanma düşünürlerinin etkisi ile kral ve prenslerin etrafındakileri bir araya toplayan “ulus (millet)” olma fikrine ulaşılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ise bu dönemde ümmetçiliğe sıkı sıkı sarılmış, padişahlar İslam dünyasına halife olabilmek için Sünni İslam’ı Anadolu’ya dayatmış, Arapçılığın önünü açmıştır. Ancak, Fransız Devrimi ile birlikte, saldırgan milliyetçilik akımı tüm Avrupa’yı sarmaya başlamış ve başta Yunanlılar olmak üzere en çok Osmanlıyı hedef almış, sonunda Türklüğün hatırlanmasında ve Türkçülüğün de ortaya çıkmasında başlıca faktör olmuştur. Bizim Türkçülüğümüz yabancılarda olduğu gibi saldırgan bir milliyetçilik üzerine kurulu değil, Türk dünyasındaki tüm Türkleri koruma ve kollamaya yönelik savunmacı bir düşünce akımıdır. Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Sultan Selim, imparatorluğun doğu sınırlarına Kürtleri yerleştirerek, Anadolu’daki Halk İslamı’nın İran’daki Türklerle temasını keserken, Türk dünyası ile Osmanlı’nın bağlarını koparan, en çok Türk öldüren padişahlar olarak tarihe geçmiştir. 1912 yılına gelindiğinde Türkiye’de oluşan fikir akımları içinde en entelektüel kadro Türkçülere aittir. Mustafa Kemal Atatürk de Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunda etrafındaki kadrosu Türkçü aydınlardır. Atatürk, Türkçülüğe en çok hizmet eden önderlerin başında gelir. Alpaslan Türkeş döneminde MHP, hiçbir zaman Türkçülüğü entelektüel ve siyasi olarak destekleyecek bir kapasiteye sahip olamamış, partinin milliyetçilik ve Türkçülük anlayışı geri plandaki Amerikalıların güdümünde kalmıştır. Bugünkü MHP’nin ise Türkçülükle hiçbir alakası yoktur. Türk ve Türkçülük sevgisini ırkçılık olarak görenler, aslını inkâr edenlerdir. İslamcılığın önündeki son engel artık ‘Türk Milliyetçiliği’dir. Nitekim Türk Milliyetçiliği demekten bile çekindiğimiz için Atatürk Milliyetçiliği demek zorunda kalıyoruz. Bugün, Suriye ve Irak’ta Misak-ı Milli içinde bıraktığımız halde yok saydığımız Türkmenler kadar, Doğu Türkistan ve Kuzey Kafkasya’daki soydaşlarımızı da kaderlerine terk ettik. Yüzyıllardır olduğu gibi bugün de, 142 milyonluk Rusya, 280 milyonluk Türk Dünyasını pençesi içine almış durumdadır. Kısacası, Türklüğün ve Türkçülüğün kaderinde bin yıldır değişen bir şey yok.
Bu vesileyle, 25 Mart 1912’de kurulan Türk Ocakları’nın kuruluşunun 106. yılını kutlarım.
——————————————–
* Bu makalenin son taslağını gözden geçirerek, düşünce ve katkılarını esirgemeyen değerli hocalarım Prof.Dr. Mehmet Abdulhaluk Çay ve Prof.Dr.Haydar Çakmak’a teşekkür ederim.
[1]Suat İlhan, Türk Olmak Zordur, Kimliğimizin Kaynakları, Alfa Yayınları, (İstanbul, 2009), 49.
[2]Umay Türkeş Günay, Türklerin Tarihi, 2. Baskı, Akçağ Yayınları, (Ankara, 2007), 25.
[3]Erol Göka, Türklerin Psikolojisi, Timaş Yayınları, 3. Baskı, (İstanbul, 2008), 79.
[4]B. Zakir Avşar, Kafkasya-Rusya Federasyonu ve Türkiye, Yeni Türkiye, Yıl:3, Sayı:16, Türk Dünyası Özel Sayısı II, Temmuz Ağustos 1997, (Ankara).
[5] Göka, a.g.e., (2008), 7.
[6]Zeki Velidi Togan, Oğuz Kağan Destanı, Enderun Kitabevi, (İstanbul, 1972).
[7]Bahaeddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı, Ötüken Neşriyat, (Ankara, 1982), 18.
[8]Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, (Ankara, 1971), 32.
[9] Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Neşriyat, (İstanbul, 1988), 235.
[10]Ögel, a.g.e., (1971), 34.
[11] Gulam sistemi, esir veya köle olarak hizmete alınan kimselerin eğitim neticesinde orduya
alınmasıdır . Erkan Göksu, Türkiye Selçuklu Devletinde Gulam Eğitimi ve Gulamhaneler, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl: 7, 24, (Güz 2007).
[12]Hüseyin Tekinoğlu, Selçuklu Tarihi, Kamer Yayınları, (İstanbul, 2015), 423.
[13]İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, 27. Baskı, (İstanbul, 2008), 203.
[14]Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, TTK Basımevi, Cilt :I – Kısım: II, (Ankara, 1991), 20-21.
[15]Halil İnalcık, Kültür Etkileşimi ve Küreselleşme, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 311.
[16]Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2002, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003, 23-24.
[17]Selim Somçağ, Osmanlı ve Batı, 2. Baskı, Bengi Yayınları, (İstanbul, 2008), 218.
[18]Halil İnalcık, Hermenötik, Oryantalizm, Türkoloji, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 54.
[19]Orhon ve Yenisey Yazıtları’nın dilini ilk çözen Danimarkalı dil bilgini V.L.P. Thomsen (1842-1927), bu keşfini Danimarka Bilimler Akademisi’nin 15 Aralık 1893’teki toplantısında açıklamış ve tam metni yayımlamıştır. Bu konudaki çalışmalarını 1925’e kadar sürdürmüştür.
[20]Bayur, a.g.e., (1991), 30.
[21]Süleyman Tüzün, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de Dış Türkler Tartışmaları (1939-1945), Fakülte Kitabevi, (Isparta, 2005), 16.
[22]İnalcık, a.g.e., (2005), 54.
[23]Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İnkılab Kitabevi, 8.Baskı, (İstanbul, 2007), 13-23.
[24]Mehmet Karakaş, Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 9, Sayı 38, Ağustos-Eylül-Ekim, (2006), 63-65.
[25]Abdülhaluk Mehmet Çay, 1960’lardan 2000’lere Türkçü Düşünce, Kızılçakçak Faciası, İleri Yayınları, (İstanbul, 2016), 81-90.
[26] Çay, a.g.e., (2016), 156.
[27]İlhan, a.g.e., (2009), 38.
[28]Yılmaz Çolak, 1990’lı Yıllar Türkiyesinde Yeni Osmanlıcılık ve Kültürel Çoğulculuk Tartışmaları, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 9, Sayı 38, Ağustos-Eylül-Ekim, (2006), 125-126.
[29]Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi Üzerinde Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorunlar, Doğu Batı
Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 208-209.
—————————————————–
Kaynak:
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2018/03/25/8840/sahipsiz-turkculuk-ve-turk-dunyasi