“Seller gibi vâdîyi enînim Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler “Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz!”
Mehmet Akif
Abdulkadir İLGEN[1]
Her uzvu girdâb-ı teessürle sarsılan ‘sahnesiz’,sessiz, minnetsiz bir adamdan bahsediyoruz. Bir hazan mevsiminde, gün batımında neşet etmiş; neredeyse bir milletin vicdanı olmuş. Ama her nedense gizli inen yaş gibi, sessizce yaşamış. Grup vaktinin bütün hüzünlü ışıkları onundur oysa. Hepsini bir kor hâlinde avuçlarının içine alarak resmeden, duyumsayan bu adamın nasıl olur da sahnesi olmaz? Bütün sahne, daha doğrusu sahnenin kendisi değil midir yüreğinde kaynayan?
Bütün çelişki de burada, bu ikilemdedir. Gerçekten de bütün sahneyi sırtında taşıyan bu adamın kendisi yoktur ortada. Yalın, düz bir görüntü, hatta karaltı (“gölgeler”) vardır sadece. Kendisi de öyle inanmıştır. “Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir!” diye mırıldanır. Toprakta gezen bir gölgedir,o kadar! Gerçek de öyle midir? Bir gölge midir toprakta gezen, yoksa bütün bir insanlık vicdanını tek bir sorunun cevabına, Roma’dan kaçan havari Piyer’in Apienne yolunda karşılaştığı İsa Peygambere sorduğu “Quo Vadis Domine?”[2] sorusunun cevabına yüklemek isteyen bir mustarip midir?
Bana sorarsanız Akif her ikisi, belki de daha fazlasıdır. Çünkü sadece bir sanatkâr değildir O, hem mevzunun kendisi, hem tanığı, hem de bütün dekoru yeni baştan hazırlayan adamdır. Çinuçen bey, Türk müziğinin o büyük bestekârı “Türk Müziğinin Ses Sistemine” dair yazdığı bir yazıda,
“‘Tekses’ adıyla biraz da küçümseyerek geçiştiriverdiğimiz o muazzam ses cümbüşünün bütün imkânlarından faydalanmak, âdeta güneşin bütün imkânlarından faydalanmak kadar zordur. Atomaltı parçacıklarını hakkıyla inceleyebilmek için, nasıl, Yevgeni Pazdnyakoff’un ifadesiyle ‘gözlemciyle gözlemlenen şeyin özdeşleşmesi gerekiyor’ ise, tek porte üzerine yazdığımız bu yalın ihtişam incelenirken de, o bir türlü yazamadığımız koma kırıntıları kadar ufalmamız şarttır”
derken, biraz da buna, sanatla sanatkâr arasındaki bu kesintisiz ilişkiye, bu büyük işlemin sanki hayatımızın maverasına yükselmek istermiş gibi olan büyük çelişkisine işaret etmek istemiştir. Sanat dediğimiz şey biraz da böyle bir şey, âhengi tam olarak bir türlü bulunamayan, sürekli aranan bir şeydir. Zaten insan da sanatla iştigalin sonunda, tabiata, oradaki uyuma, formla içerik arasındaki o muazzam ahenge bakarak, Allah’a doğru giden bir yol, yollar bulur kendine.
Ne ki, böyle de olsa, sanatkârın içindeki o özlem, bütün varlığın nabzını kalbinde duyma özlemi hiçbir zaman tükenmez. O, sûfilerin içsel yolculuğu (seyr-ü sülûk) gibi, dur durak bilmeden kendi içindeki yolculuğa devam eder. Yolcu bu yolculukta yalnız değildir. “Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin/Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!” diye sahra ortasında Nebî-yi Ekrem’i terennüm eden Sudanlı, kâh sanatkârın nabzında atar gözyaşı olur, kâh gönül tezgâhına girer, şiir olur kendisine refakat eder. Tek bir manzumede bütün bir ümmet huzur-u Nebi’de, Ravza’da, gözlerimizin önünde yakarış hâlindedir. Öyle hissederiz.
Bülbül şiirinde “Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâ sûr-ı mahşerdi!” mısrasıyla bütün varlık koroya dâhil edilir.O hüzünlü Ankara akşamlarında, Taceddin Dergâhı’nda bütün o ıstırabın mihrakı kendisidir. Sanki bütün bir cemiyet, hatta ürperen bütün bir varlık, sanatkârın her bir zerresinde nefs-i nâtıka olmuş, konuşmaya başlamıştır. Aslında sadece bu da değil, bütün bir hayat Akif’in eserindedir. Sezai Karakoç bir yerde O’nun için “edebiyatımızda onun kadar hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş şair yoktur” derken bunu ifade eder. Fakat buradaki “hayat” her ne kadar şimdiki zamanın hayatı olsa da, tarih de bütün birikintileriyle gelip şimdiki zamanda toplanmış, orada kendine yer bulabilmiştir.
Bu yüzden olacak ki, “Benim de kalb-i harâbımda duyduğum hicran/ henüz duyulmadı mızrâbımın lisanından” der, sözü sanatının da ötesine, ıstırabının çağrısına bırakır. Şahsiyeti de öyledir. İzhar edilerek gösterilecek cinsten değil, gizlenerek, daha doğrusu tevhit sırrıyla âşikâr olacak cinsten bir içeriğe sahiptir. Kendisi, tam da bu yüzden hem sahnede, her yerde; hem de sahnenin dışında, hiçbir yerdedir. O yüzden enfüsten âfâka, oradan da öteler ötesine yönelerek bunalan ruhuna bir çıkış arar.
“Nasıl dursun, benim bîçare gölgem, senden ayrılmış?
Güneşlerden değil, yâ Râb, senin sinenden ayrılmış!
Henüz yâdımdadır bezminde medhûş olduğum demler;
O demlerdir ki yâdından kopar beynimde bin mahşer!”
Akif’in bîçare gölgesi, O’ndan ayrıldığının farkında olduğu içindir ki hem sıfırdır, hem de Bir. Zaten varlık da sıfırla Bir arasındaki bir ilişkiden ibaret değil midir? Hû zamirinin tahtında kâh görünen, kâh sırra kadem basan anlık bir pırıltı, bir Tanrı parçacığıdır insan! O’ndan emanet, O’ndan bir nefhadır kimliğimizin sırrı. Akif de öyledir, tıpkı bütün büyük mustaripler gibi o da mihraptan mihraba koşarak kibriyâdan bir nikâba sarılan asıl varlıkla temasa geçmek ister. Kimi zaman nazlanır, şikâyetlenir, kimi zaman da neşideler düzer; sonra tekrar döner sanatın o narin, kırılgan kanatlarıyla o biricik mabuduna iltica eder.
“Ne âfâk isterim sensiz, ne enfüs, tamtakır hepsi
Senin Mecnûnum, bir sensin ancak taptığım Leylâ”
Bu mısralardaki ifade, o naif ruhun içsel ürperişlerini teskine yönelik bir elest göndermesi, aslına duyulan bir özlemdir. Ah! Ne ıstıraptır, çekilen. Kelimenin hakiki anlamında bütün âfâk kararmıştır ve mustarip kendisini nihaî çıkış noktasına vermiştir. Yolda, kim bilir kaç defa “fe eyne tezhebûn”[3] (şu halde nereye gidiyorsunuz!) sorusu kendisini kuşatmış, kaç defa vicdanıyla yaka paça olmuş, kaç “Quo Vadis” yaşamıştır içinde. Nihayet bütün bu gel-gitler sonucu içinde kristalize olan değerler onu bambaşka bir ufka, saf değerler dünyasına götürür, bir ahlâk âbidesi yapar. Oradan da Tanrıyla ilişkiye girer ve devşirdiği buket buket çiçekleri tekrar topluma, içinden çıktığı cemiyete sunar.
Zaten sanat da gıdasını, saf erdemle onun yeryüzündeki sonsuz şekilleri arasındaki o büyük gerilimden, haddelerden alır. Sanatçı bu şekilde saf cevherle cüruf arasındaki bütün mesafeleri aşar, maksuda ulaşır. Bu bîtevi bir yolculuktur. Eserine bakılırsa, bütün bir varlık ve mesafe denizine isyan ettiği görülür. Prizmanın her köşesini aydınlatmak ve oradan yeni şekillere ulaşmak ister gibidir. Bunu yapmakla sadece kültürü yeniden şekillendirmez, aynı zamandazaman ve mekânla birlikteen özel, gizli demlerde devşirdiği göksel armağanlarla ulusunu yeni bir forma kavuşturur, ona turfanda muştular üfler.
Fakat bütün bu büyük yürüyüşte, yolun hiçbir yerinde göremezsiniz onu. Saf, rafine olana ulaşmak için toprak yanını silmiş, âdeta hayatımızın maverasına karışmış, oradan bize seslenir gibidir. Tıpkı bir bayrak gibi semamızda dalgalanan o sesi, o erkek sesi hâlâ kulaklarımızda yankılanmakta, yedi düvele meydan okumaktadır:
Korkma!
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen Alsancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
KAYNAKLAR
[1] Prof. Dr. abdulkadirilgen@gmail. com
[2]Aziz Petrus, Neron’un alevler içinde bıraktığı Roma’dan kaçmaya çalışırken, yoldaİsa Peygamberle karşılaşır. Aslında karşılaştığı İsa Peygamberin şahsında vicdanıdır. Hayretten ne diyeceğini bilemez. İsa Peygambere (Quo Vadis Domine?) “Nereye Hazret?”diye sorar. Bu soruya Peygamber’in verdiği cevap, bütün asırları dolduracak kadar müthiştir. “Sen aydınlatılmayı bekleyen kuzucuklarımı (insanları) bırakıp uzaklaştığın için bek tekrar çarmıha gerilmek ve acı çekmek üzere Roma’ya gidiyorum”.
[3]Tekvir, 81/26.