BULUT VE BIÇAK
rüya halvetidir dervişlerin. büyüyünce ben de bulut olacaktım.
hatta ikinci kez bile çalacaktım kapıyı, bu çiğ eti korumakta olmasaydım kaburgamda
iç sızısıyla uyanmayı unuttuğum sabahların göreceli kaybedenidir
göğsüme kar konar erimez, seyreltilmiş seslerin müdavimiyim
her hâl’de sabiti mutlağı vardı, zamanla bilançosunu da duymadım
oysa “hüzün insanın kıyamıdır” derdi şeyhim
rıza oluşlar kemiğimde. damarımda hep res cogitans, çok makinadaki hayalet
sahi kaç kez düştüm ayağı kırık atlardan farkım yok
bari yürüdükçe kan dolsaydı ağzıma yumruklarımı sıkmadığım her yanlış yolda
şeyhim der ki “insanın kendine rahmeti başkasına olandan büyük olur”
insan bu. muayyen bir vakte kadar ayaklarını toprağa basar
rüzgar akıyordu ve kördüm iliklerime kadar
bilenmeliydim, kınımdan ince nakışlı Türkçe doğmuştum
velveleydi yitik bozkırlarımın narası. duyulurum. fakat anlamım nerede?
ham bile kılamıyordum varlığımı bulut değilim bıçak değil
çukur gibi durup duruyorum kendi içimde
zaman fillini çekiyor gölge, kimyasında illeti var mı varoluşunun?
dağılmış akrepler gibi ruhumun her biri
hala taşıyorum ama. eğer zübde-i alem bensem, ha gölge ha ben
karanlık çökmeden eve dönmeliyiz