Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi
İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi
İrfan’cığım türünde belki tek örnek, eski tâbirle “nev’i şahsına münhasır” bir karaktere sahipti.
Çok gençti tanıdığımda ve o henüz ergenlik ertesi denilebilecek yaşlardayken bile cidden özeldi.
1980lerin ortalarıydı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultesi’nde bir öğrenci derneği mârifetiyle düzenlenmiş bir toplantıya çağrılmıştım. O yıllarda “kaliteli kafa” peşinde bir heyecanlı vakıfçıyım… (Sanki şimdi o heyecan geçmiş gibi yapalım.)
Memlekete yarayacak öğrenciler bulma heyecanı bu.
Toplantıyı kısacık boylu, tonton bir delikanlı yönetiyor. Adı İrfan Çiftçi. Mezkur derneğin başkanı imiş. İki yanında o yılların en meşhur edebiyat profesörleri var.
Delikanlı, daha kullandığı ilk cümlelerinden belli ki bir Marksist! Ama özgüveni, sevgi – saygı dengesi, diliyle zihni arasındaki ilişki muhteşem. Bir orkestra şefi ustalığıyla idare ediyor hocaları…
İçimden “Ah keşke şu çocuğa yakın olsak, onun donanımına katkı yapabilsek keşke”, diye geçiriyorum. Ama biz “öteki kutup”tanız. Nâfile umutlanmamak adına iç geçirerek ayrıldım o toplantıdan.
Aradan birkaç sene geçti.
Adını unut/a/madım!
İrfan!
Hem de bu “irfan” sıkı bir Marksist!
Canım nasıl yanmasın?
Merhum ve sevgili Prof. Dr. Hüsamettin Arslan (ki, o sıralarda henüz doktorasını yazıyordu) vesilesiyle tekrar karşılaştığımızda, bendeniz Kubbealtı Vakfı’nın Seyran Kitabevi’ni kurmuştum.
O da geçen süre zarfında, Hüsameddin’in de katkısıyla bizim hakkımızda hayli müsbet düşüncelere ulaşmış.
Bendeki sevince değmeyin…
Akşamları saat sekizde filan gelir:
“-Abi şu kapıları kapat artık. Bu kadar iş yeter. Sorularım var.”
der, biz menzili gece yarılarını aşan derin konulara girerdik… Bizim tâze “Hatun Bey” fakirhânede bekleye dursun.
…
Sonra 1994te ben o vakıftan ayrılıp “2. Seyran Dönemi” diyebileceğim yeni bir merhaleye atladım. Artık kitap, yayıncılık vs. işleri kendi adıma yapıyorum. İrfan da İstanbul Belediyesi Kültür AŞ.’nin başına getirildi. Yıllarca Balmumcu’daki iş yerinden çıkışını takiben Barbaros Heykeli arkasındaki Beşiktaş Çarşısı’nda bulunan bizim mekana uğramadan geçmedi, desem abartmış olmam. Aramızdaki dostluk asla bir “çıkar ilişkisi” olmadı. Belediye ile o kitabevi katiyen akçeli bir işe girmedi!
Bizim bir tek derdimiz vardı: Vatan! Bu vatanın bekası için millî değerlerin keşfi ve tanıtılması… Son güne kadar da öyle kalmıştır. Biz irfan ile ömür boyu akçe temalı hiçbir iş yapmadık.
O görevinde bir “hizmet destânı” yazmıştır İrfan.
İstanbul Belediyesi’nin genç ve enerjik Başkanı Tayyip Erdoğan’ın da yol vermesiyle, bu kutlu şehir tarihinin en kaliteli kültürel faaliyetlerini yaşamış, ürünler vermiştir. Hem fikir ve sanat bahsinde hem kadro yetiştirilmesi bâbında.
Keşke İrfan’dan sonraki dönemlerde farklı sâiklerle o hizmet dejenere olmasa, İrfan’ın yöntemleriyle, emek verdikleriyle yürütülebilseydi.
…
Sonra ben Sakarya Üniversitesi’ne geçtim, o İstanbul Üniversitesi’nde Toktamış Ateş ile çalıştı. Dostluğumuz tek bir gün gölgelenmedi, küsmedik, birbirimizi incitmedik… Âilece görüştük, evlatlarını evladımız bildik. O da bizimkileri…
…
Son yıllarda Bakü Türkiye Büyükelçiliği Kültür Ataşeliği’nde bulunduydu.
Ne kadar dar imkanlarla, bürokrasinin çelmelemelerine rağmen ne unutulmaz işler çıkardığı da yazılır inşaallah.
*
Kelimelerin ortalama anlam taşıyıcı gücü, bâzı hallerde olağanüstü artar. Kullanandaki hâlet-i rûhiye ne derece yüksek voltajlıysa istenen yükün altına konan kelime âdetâ mâhiyet değiştirir, zaman zaman tam aksi bir değere dönüşür… Dilin sırlarına âşinâlar bunu bilirler.
Neden böyle diyorum?
İrfan çok “hafif” bir adamdı diyeceğim de ondan!
Bir nefes gibi, tüy gibi…
Onca ve belki ölümüne de sebep olan kilosuna, en derin dînî, edebî, tasavvufî, felsefî, siyâsî… konulara saatlerle değil; günlerce en yoğun mertebede devam edebilen bu arkadaş, muhatapları üzerinde zerre kadar ağırlık hissi uyandırmazdı! Gerçekten kırk yıllık dostluğumuz esnasında neredeyse hiçbirinde sabahlamadan sohbeti bırakma iradesi göster/e/medik ve asla bir baş ağrısıyla da sedirden kalkmadık…
Son derece “cömert” idi.
Cebindeki paranın hesabına girmeden ikram eder, ikramına muhatap olanlara ise zerrece bir “ağırlık” hissettirmezdi. O sofralardan konukları karınları iyice doymuş olduğu halde ama tüy hafifliğiyle kalkarlardı.
İrfan dâimâ “tâze” kalma sırrına vâkıftı. Çocuk büyük ayrımı yapmazdı. Yerli yabancı demezdi. Yetenek âşığıydı. Bir yetenekli delikanlı bulunca benden bin beter sarhoş olur, onu destekleyebilme adına akla hayâle gelmez “hîleler” bulurdu.
Bu kadar kısa zamana bu derece hayırlı ve özden hizmeti sığdırmak, böyle bir ömür bereketi her kişiye nasib olmaz.
…
Değerli hayat arkadaşı Dr. Aylin hanımefendi ise bir nefes onu ihmal etmedi. İrfan’ın tâlihiydi bu melek kadın.
Arslanlar gibi yetiştirdiği oğulları Atahan ve Metehan ise babalarının emanetini yere düşürecek evlatlar değil elhamdülillah.
…
…
Bu sabah…
Aziz kardeşim Selman Gemuhluoğlu verdi haberini…
Bu gece, saatler cumaya yürürken kalbi artık pes demiş…
“Çok erken değil miydi?” diyeceğim ammâ, ya Sevgililer Sevgilisi onu bizden çok özlemişse…
“İrcî!” emrine boynumuz kıldan ince.
Mağfiret-i İlâhî’ye emânet olsun.
O şimdi canından aziz bildiği Ehl-i Beyt Sancağı altındadır mutlaka.
Nasıl olsa sıra bize de gelecek. Onu nerede bulacağımızı biliyoruz…
Elverir ki, İzn-i İlâhî çıksın, yüz akıyla döndürülenlerden olalım…