Küçük bir kız çocuğuyken bir başka tatlıydı sanki Ramazan. “Neeerde o eski Ramazanlar” yazısı yazacak kadar yaş almışım demek. Eskiye dönüp baktığımda şimdi unutulmaya yüz tutmuş pek çok güzel âdet geldi aklıma.
İmsak vakti bir ses yükselirdi Kütahya semâlarında. Başka memleketlerde duyulmayan cinsten. Müezzin “sâllooo, sâllooo, sâllooo” şeklinde üç defa yüksek sesle nidâ eder ve yeme içmenin kesilmesini telkin ederdi. Başka şehirlerden Kütahya’ya gelenler, bu sese anlam veremeyip korkmuyor değildi hani. Sallooo’dan önce bir telaş sarardı bizi, sanki çok su içersek susamayacak gibi. Son bir bardak suyun ardından tatlı bir uykuya dalar ve gülümseyen yüzlerle kalkardık yataktan.
Annelerimiz bir komşunun evinde toplanarak mukâbele okur, biz de soluğu camide alırdık. Uzun maksi eteklerimizi giyer, beyaz oyalı namaz örtülerimizi örter, elimizde “Elif, Be” kitabı güle oynaya koyulurduk yola. Yol boyu orucumuzu satın almaya birçok tâlip çıkardı. Mahallemizin ak sakallı dedeleri karşıdan bizi görünce ceplerini karıştırmaya başladı mı açık artırma zamanı gelmiş demekti. Bazen iftarlık şekerler bazen de üç-beş kuruş harçlık orucumuzun alın teriydi. Cami dersimiz bittikten sonra akşama kadar türlü türlü oyunlar oynardık. Yakar top, ip atlama, sek sek, dokuz kiremit, renkli istop, aç kapıyı bezirgân başı, saklambaç, yakalambaç, don-ateş, kör ebe, al satarım bal satarım oyunundan, çamurdan çanak çömlek yapmaya varıncaya kadar envâi çeşit oyunlarımız vardı. Oyunlar âlemine dalınca açlık susuzluk nedir bilmezdik.
Akşam ezanına yakın, ağaç gölgelerinin düştüğü, çeşit çeşit sarmaşıkların, güllerin, çiçeklerin sardığı bahçe duvarına dizilirdik. Sokakta dolaşmaya başlayan yemek kokularından hangi evde ne yemeği pişiyor tahmin eder, kulaktan kulağa oyunlara oturduğumuz yerden devam ederdik. Enden benden tribom, sessiz sinema yorgun bacaklarımızın dayanabildiği son oyunlardı. Büyük şehirlerdeki Ramazan eğlencelerini televizyonda görsek de özenmezdik çünkü kendi eğlencemizi kendimiz düzenlerdik. Bazen de sokağımızı yabancı misâfirler neşelendirirdi. Elinde bir def ve zincire bağladığı koca bir ayıyla çala oynaya gelen misafir, büyük küçük herkesi etrafına toplardı. Camlar, balkonlar tribünlere döner ayı oynatıcının Kocaoğlan’la birlikte sahnelediği oyunu merakla seyrederdi. Çalınan defin ritmiyle iki ayağının üstünde oynayan ayının mutlu görüntüsüyle, Kocaoğlanın mutlu olduğunu zanneder biz de mutlu olurduk. Gösteri “Kadınlar hamamda nasıl bayılır?” numarasıyla son bulurdu. Bazen seyyar sokak salıncağı gelirdi ayağımıza. Zincirlerin ucuna bağlı küçük oturaklarına oturup, salıncakçının eliyle bir çarkı çevirerek dönmesini sağladığı salıncaklarda “hııızlı, hııızlı, hııızlı” diyerek tempo tutar, gaza gelen salıncakçının bizi hızla döndürmesinden zevk duyardık. Pamuk şekerci, mâcuncu, elma şekerci de arada sırada sokağı ziyaret ederlerdi. Ellerinde bol susamlı sıcak pidelerle önümüzden geçip giden babalarımızın bu resmi geçit törenini andıran görüntüsüyle gün akşama evrilir, Ramazan topuyla birlikte evlere girilirdi.
Kalabalık sofralardaki kaşık çatal sesleri balkon ve bahçelerden yankılanırdı. İftar sonrası çaylar bardaklara dökülürken, karnını doyuran çocuklar da sokağa dökülürdü. “Akşam ezanından sonra sokakta durulmaz!” kuralının Ramazan esnekliğinden yararlanarak, bu serbestliği sonuna kadar kullanırdık. Kızlar ayrı bir grup, erkekler ayrı bir grup “Küpecik’e” çıkardık. Kapı kapı dolaşır o meşhur küpecik şarkısını sokak korosu olarak söylerdik:
Küpecik küpecik
Aldan baldan küpecik
Al olmazsa bal olsun
Ev sahibi sağ olsun
Evde değil damda mısın?
Damda yılanlar kışlaaasın, kışlaaasın
Dişi dişi yılan dişi
Vermezseniz alırız taşı
Kırarız camı
Al yanaklı teyze
Bal yanaklı teyze
Merdivenden in de gel, in de gel,
Bizim sarı yirmi beşliği al da gel, al da gel.
Merdivenden inen teyze değil amca da olsa “al yanaklı teyze” iltifatına mazhar olur, yanakları doğal olarak kızarır ve sarı liraları vererek bizim sevincimize ortak olurdu. Topladığımız paralarla sahura kadar açık olan bakkaldan kimi zaman çekirdek alır çitler, kimi zaman “şans, tâlih, kader, kısmet” alır, terâvih sonrası camiden çıkıp evlerine dağılan sokak sakinlerine bu karton şans kutusundan çekiliş hakkı sunardık. Haylaz erkek çocuklarının; kız kaçıran, füze, çıtır pıtır, torpil ve mantar patlatmalarıyla çığlık çığlığa evlerimize kaçışırdık.
Başımızı yastığa koyar koymaz daldığımız derin uykudan, mutfaktan gelen sesler ve kızarmış hamur kokusuyla uyanır, yere kurulan sofraya diz çöküp kurulurduk. Yeni bir gün, yeni bir “sâllooo”, yeni bir oruç, yeni bir sevinç ve heyecanla güneşin doğuşunu selamlardık. Asıl “şans, tâlih, kader ve kısmet” birlikte ibâdet edip, birlikte sevindiğimiz, birlikte üzüldüğümüz kocaman bir aileye sahip olmamızmış meğer… Büyüyünce anladık…
Çabucak gider en çok beklenen, ardından bir atlı kovalar gibi.
Vedâya bile vakit yetmeden, uyanınca bitiveren rüyâlar gibi.
Nerde kaldı o eski günler, eski Ramazanlar, eski oyunlar…
Hâtıra sokağında dolaşıyorken, küçük bir kız çocuğu beni yakalar.
Sevil DAĞCI