Şark Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!   

Efendi BARUTCU

Bu yazı ileride kitap olarak yayınlamayı düşündüğümüz “Mahbesten Mektuplar”dan kısa bir bölümdür. Söz konusu mektubu Bartın Özel Tip Cezaevinde yeğenime hitaben yazmıştım. Mektubun yazıldığı tarihten bu yana 34 sene geçmiş olmasına rağmen görünen o ki “Şark cephesinde değişen bir şey yok.”

Sevgili Mehmet Emin

İster misin seninle 1983’ün son gecesinde şöyle bir Dünya turuna çıkalım: Evet 1983’ten 1984’e yine miras olarak zulüm, kan, göz yaşı, bir yanda açlık ölenler, öbür yanda çok yemekten mide fesadına yakalananların, bir yanda sefaletin bir yanda sefahatin günah dolu mirası ile giriyoruz.

Şimdi Dünyamızın nimetlerini paylaşan süper güçleri demokrasi, eşitlik, hürriyet, insan hakları nutukları atan Vaşington’un Beyaz Saray’ın, Londra’nın Bakinum’un, Versay’ın, Paris’in Elize’nin patronları, patroniçeleri yüzlerinde sahte tebessüm ve insanlığın çığlıklarına inat attıkları şuh kahkahalarla, kadehlerdeki yıllanmış içkileri yudumlayarak…

Ağızlarında alabildiğine çirkinleşen masum kelimelere inat 1984’te hangi mazlumlar üzerine soygun ve sömürü emellerinin dünyayı aralarında paylaşmanın kurnaz planları ile giriyorlar.         

1 milyara yaklaşan nüfusu, bakir toprakları, zengin tabii kaynakları, önemli jeopolitiği, genç-dinamik nüfusu ile insanlığın saadetini hazırlayıp gerçekleştirebilecek bir potansiyele sahip İslam Alemi’nin 1984lerin başındaki yürekler acısı hali de ortada Sevgili Mehmet Emin…

Son asrın başına kadar Osmanlı Türk’ünün adil kanatları altında dört yüz yıl mesut ve müreffeh bir hayat yaşayan ve her türlü dış tecavüzden korunan Müslüman Arap Alemi…

Birinci Cihan Harbinde şerif Hüseyin ve oğulları ile birkaç açgözlü Arap şeyhinin ihaneti sonucu Osmanlının o topraklardan çekildiği günden bu yana bir türlü rahat ve huzur göremeyen Arap Âlemi…

Aynı dili konuşup, aynı dine inandıkları, aynı millete mensup oldukları halde adeta cetvelle çizilen suni sınırlarla ayrılıp ihtirasları kabartılarak birbirine düşman edilmiş, Müslüman Arap âlemi…

Belki de ilahi bir tecelli ile Osmanlı’ya ihanetin bedelini üç buçuk Yahudi önünde mağlubiyete, zillete duçar olarak ödeyen Arap alemi…

Mukaddes topraklara, Hz. Muhammed’in (S.A.V) Mescidi’ne, Kudüs’te Mescid-i Aksa’ya, küffar ayağı değdirmemek için bir Mehmetçik imanı ile can siperane vuruştuğumuz İngiliz gavurunu kendine dost bilen, onun yardımıyla da Yahudi’nin işgallerine kanlı tecavüzlerine maruz kalan Arap âlemi…

Şimdi ise elindeki en büyük kozu olan petrol zenginliğini ve kazandığı petro dolarlarını hovardaca Londra’da şatolara, Yunan sahillerindeki köşklere, lüks Amerikan otomobillerine yatıran, Türk’ün zor günlerinde Türk’e dirsek çeviren Kerkük’te, Halep’te, Musul’da Türk’e kan kusturan Arap âlemi…

Müslümanların Halifesi ve Türklerin Hakanı’nın milyonlarca altın tekliflerine rağmen temsilcilerini huzurundan kovduğu Yahudiye Kudüs’ü, üç dinin kutsal şehrini, peygamberlerin serdarının Miraca çıktığı, Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Kudüs’ü Yahudi işgallerine terk eden Arap Âlemi…

Türk Milleti olarak onların da felaketine, acıklı hallerine ağlamak bize düşüyor.

Süper güçlerin menfaat oyunlarının ve tembelliğin, yoksulluğun, cehaletin girdabına sürüklediği Pakistan, Bangladeş…

Sovyet yayılma siyasetinin son 4-5 yıldır kana buladığı, asrın son model silahlarına Türkmen ruh ve imanı ile göğüs geren “teknolojinin imana galip gelemediği” veya “İmanın teknolojiyi yendiği” Afganistan…

Rus tanklarına karşı el bombaları ile uçaklara karşı mavzerlerle dövüşerek 1980’lerin destansı mücadelesinin veren ama bir türlü hizipçilikten kurtulamayarak “Moskof”tan daha tehlikeli olan tefrikaya mağlup olan Afganistan…

Ve Aziz şairimiz Abdurrahim Karakoç’un duygularımıza tercüman olan

“Bilir misin gardaş Türk illerinde

            Havada yıldızlar gökte kar üşür

            Tutsak kardaşların türkülerinde

            Dört mevsim ötede bir bahar üşür

                        Ezanlar buz tutmuş minarelerde

                        Yaylalar dermiş ki töremiz nerde

                        Yolların hasretle bittiği yerde

                        Her dağ yamacında bir mezar üşür….”

şiirinde tarif ettiği esir Türk illeri, doğusu Çin’in, batısı Sovyetlerin işgali altındaki Türkistan, Kırım, Azerbaycan… esir Türk Dünyası…

   

Geçen ay Hakkın rahmetine kavuşan Osman Yüksel Serdengeçti’nin gözyaşlarıyla tarif ettiği:

            “Manastırlar,Plevneler bizsizdir

            Yosun tutmuş camilerin ıssızdır

            Boynu bükük minareler öksüzdür

                                                                      Açmaz olmuş kızanlığın gülleri

                                                                      Biz neyledik o koskoca elleri….”

Dediği Balkan Türklüğü… Sahipsiz… Müdafaasız…Çaresiz…

Ve sevgili biz Mehmet Emin, 1984’ün 1 Ocak Pazar gününe gireli tam 1 saat 10 dakika olmuş… Cezaevi idaremiz noel baba’nın şerefine(!) bu gece TV programının bitimine kadar çay ocağını açık tutuyor, dolayısıyla az önce içtiğimiz çayla uykumuz biraz daha açıldı…

Aslında işin hakikati şu ki gecenin bu saatinde uykularımızı kaçıran ne çay ne şu ne bu… Birkaç saat önce seninle başladığımız Dünya turunda hiç de iç açıcı olmayan ahval, beşerî sistemlerin acımasız pençesinde kıvranan insanlığın yürek parçalayan hali ve şairin dediği gibi:

“Sen zanneder misin ki benimle hep elemlerim

Heyhat! Ben neva-i bi eyyamı inlerim…”

 

Diye tarif ettiği bir ruh hali içindeyiz.

Son 4 aydır mecburi bir inziva hayatı yaşadığımız için şu an bulunduğum yerde TV de yok. TV’de solistler geçidi veya komedyenlerin bayatlamış esprilerine katlanma azabı da yok… Yalnız ve sessiz bir ortamda seninle gezintiye ve sohbete devam ediyoruz…

Mesele bize gelince kalemi biraz dikkatli kullanmak gerek yoksa mektubumuz kontrolde takılıverir.

Bazen okuduğum gazetelerde rastladığım, beni derin düşüncelere sürükleyip götüren resimleri keser saklarım… Bazen güldürür insanı… Bazense acı acı düşündürür… Sevinç, gurur içinde olursun bir an… Bazen de tarifsiz acılar duyarsın o resimlere baktıkça. Tabii her birinin taşıdığı mesaj başkadır. Şimdi yatağımın üstünde 2 Aralık 1983 Cuma günü tarihli Tercüman gazetesinden kestiğim bir resim duruyor… Filistinli 7 yaşındaki Ali Ebu Salima siyah kıvırcık saçları ela gözleriyle masum şaşkın bir bakışı var… Resmin altında şöyle yazıyor:’’ Peynir, ekmek ve nöbet… Filistinli 7 yaşındaki Ali Ebu Salima, FKÖ lideri Yaser Arafat’ın Trablus Şam’daki bürosunun önünde nöbet beklerken… Bir elinde Sovyet yapımı otomatik tüfeği, diğeri öğle yemeği olarak tuttuğu peynir ekmekle, Ebu Salima Filistin halkının kaderini sergiliyor.’’

Evet, böyle diyor gazete…

Bu henüz okul çağındaki, uykuya bile doyamadığı gözlerinin mahmurluğundan belli Ebu Salima elindeki Sovyet silahı ile kime karşı nöbet tutuyor… Yine Filistinlilere karşı, yıllar yılı vatansızlığın acısı yetmezmiş gibi şimdi birbirine düşmenin utancını da yaşayan Filistinlilere karşı…

Acaba bugün Ebu Salima sağ mı? Yoksa Lübnan kasabı Ariel Şaron’un Beyrut’ta yaptırdığı katliamın, Yahudi zulmünün aynısını birbirlerine uygulayan Filistinli gerillaların acımasız bir kurşunu veya şarapnel parçası ile çocukluğuna dahi doyamadan hayata veda mı etti?

Ebu Salima’nın dramı aynı zamanda Sovyetlerin yıllar yılı vatansız Filistinlilerin genç, enerjik insanlarını istiklal, vatan vaatleriyle kandırıp orta doğuda kendi menfur emellerine alet ettikten, dünyayı kana bulayan milletler arası terörizmin zavallı birer maşaları haline getirdikten sonra -artık bir kısmının kendi kontrollerinden çıkmaya başladığını gördüğü anda- Sovyet maşası Hafız Esad vasıtasıyla birbirine kırdırılmasının acı sonunu da resmetmiyor mu?

Bizde ki Sovyet maşaları dünya proletaryasının büyük savunucusu(!) diye selamladıkları Sovyet Rusya’nın kalleş çehresini bu Ebu Salima’nın durumunda da görmediler mi? Anlamadılar mı acaba?

Ben bu çocuğun masum çehresinde kara ve kızıl devlerin yersiz yurtsuz, vatansız bıraktığı yüzbinler, milyonlarca Müslüman çocuğunun, Türk çocuğunun ıstırabını okudum…

Ve Allah’a şükrettim… Mehmet Emin’ler Fakı Burak’lar, Kürşadlar da aynı durumu yaşayabilirdi, benim vatanımda istilaya uğrayabilir, kan ve acı deryasına dönebilirdi… Bunları düşündüm… Ve şimdi Afgan dağlarında dondurucu ayazın altında, modern silahlarla teçhiz edilmiş Rus işgalcilerine karşı imanı ve demode silahlarıyla namus ve iffetini müdafaa edip, vatanının bekçiliğini yapan Müslüman çocuklarının Pençir vadisini Ruslara mezar eden Türkmen çocuklarının yiğit, imanlı mücadelesini düşündüm.

Geçen ay İslam dergisinde okumuştum. Yazar Erdem Beyazıt Afganistan seyahatin intibalarını anlatıyordu… Bir akarsuyu geçerken başı dönüp akıntıya kapılmak üzere iken yanındaki tarlalardan yetişen çocukların, koşup kendisine yardım ettiklerinde onlardan birine diyordu ki: “Siz dünyanın en iyi çocuklarısınız” ve o çocuğun yazarı hüngür hüngür ağlatan cevabı: ‘bizim en iyilerimiz şehit oldu’

Bu çocuğun cevabındaki alçak gönüllülük vatan müdafaasında şehit olanları rahmetle ve gıpta ile hatırlama, onların iyilerin en iyisi olmalarıyla öğünmesindeki ruh asaleti ancak bir Müslüman Türk çocuğunun katıksız imanıyla nakış nakış işlenmiş gönüllerinden kopup gelebilir.

Bu, duygulu her insanı ağlatacak cevap bizim de yüreğimize kor gibi düştü. Biz de şehit olan “en iyilerimizi” hatırladık. Onlar, şüphesiz uğrunda hayatlarını feda ettikleri mukaddes ülkülerin temsil ettiği yüksek imanlarına eş bir masumiyetle Allah katında cennet bahçelerindeler…

Yazar
Efendi BARUTÇU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen