Satuk Buğra Han’dan Mustafa Kemal’e Türk Müslümanlığı

 

Rıza ZELYUT 

Türk milleti; Türk dili ve bu dilin yarattığı kültür çevresinde birleşmiş bir millettir. Moğolistan’dan Çin’in ortalarına, oradan Afganistan’a ve İran’a uzanan bir hat boyunca eski kıtaya yayılmıştır. Kuzey Yolu’ndan Hazarya ve Ukrayna steplerini aşarak Macaristan’a kadar ulaşmış, buralarda devletler kurmuştur. Tarih üstündeki yerini, Macar Türkolog L. Rasonyi, Doğu Avrupa’daki Türk varlığını açıklayan makalelerinde Osvald Menghin’den aldığı “atlı nomad” terimi ile açıklamaktadır. Bu kültür; bozkırlarda hayvan dolaştıran bir kültürün çok ötesindedir. Menghin’in vurgulamasıyla insanlığın uygarlığa adım attığı dönemde Ural-Altay halkları iki bakımdan dünya tarihinde belirleyici rol oynadılar:

İktisadi bakımdan: Hayvan beslemeyi geliştirerek üretime çevirdiler.

Sosyal açıdan: Yüksek örgütçülük ile yönetme becerisini geliştirdiler. 

Ovalarda, ırmak kıyılarında bulunan ve yerleşik olarak yaşayan topluluklar, ancak bu atlı kültürün saldırısına uğrayınca toplanıp organize olmaya başladılar ve böylece insanlık yeni bir aşamaya doğru gitti.

Türklerin anayurtlarının Altay bölgesi olduğu görüşüne son zamanlarda itirazlar gelmiştir. Dilimize “Türk Halklarının Kökenleri” adıyla çevrilen (Selenge Yayınları) çalışmada K.T. Laypanov ile İ. M. Miziyev, anayurdun Volga ile Ural ırmaklarının bulunduğu bölge olduğunu ileri sürmektedirler. Başka Türkologlar tarafından daha önce dile getirilen bu görüşe, son çalışma, bulgularla kanıt sunmuştur. Türklerin kültür tarihi burada M.Ö. 4. bin yıla kadar inmektedir. (Bu konularla ilgili ayrıntıyı “Yabancı Kaynaklara Göre Türk Kimliği” isimli çalışmamızda gösterdik.)

Servet Somuncuoğlu’nun Orta Asya ve Sibirya’da kaya resimleri üstünde yaptığı çalışma (“Taştaki Türkler” albümü), Türklerin kültür tarihinin binlerce yıl eskiye gittiğini başka bir boyuttan ortaya koymuştur.

Maddî kültür ürünleri gösteriyor ki, Türkleri tanımlayan öğe kafatası veya deri rengi değil; dili ve kültürüdür. Çünkü esmer sanılan Türklerin önemli bir bölümünün de “sarı” olduğunu biliyoruz. Avrupa’da “Kumanlar” (Kıpçaklar) olarak bilinen Sarı Türkler; bu milleti oluşturan her halkın içinde önemli bir nüfus olarak yer almıştır. Uygurlar, Türgişler, Oğuzlar, hatta M.Ö. 7. yüzyıldaki Sakalar, “sarı ve kara” diye ayrılmaktaydılar. Prof. L. N. Gumilev’in Eski Türkler isimli çalışmasında tespit ettiği üzere, “Eski Türkler asla şovenist olmadılar”.

Bu gelenek Türk milletinin genlerine işleyerek 25. kromozom çifti gibi kültürel gen olarak 21. yüzyıla ulaşmıştır.

Türkler; batıya yönelik seferlerini oraları yurt edinmek amacıyla yürüttüler. Bu yüzden de savaşa giden sadece ordu değildi; kadınlar ve çocuklar da o seferin artçı kolu gibi harekâtın bir parçası olmuşlardır. Hayatın bir yerden başka bir yere taşınması olan fetihler; Türk kültürünün de taşındığı seferler olmuştur.

Batılı tarihçilerin çoğu kez göçebe diye horladıkları Türkler; gittikleri coğrafyada bulunan halkları kendi üstün üretim güçleri ve örgütleme yetenekleriyle denetim altına almışlar; onları çoğu zaman da asimile etmişlerdir.

Bunda, Türklerin diğer insanlarla ilişki kurmadaki başarısı, bu başarının altında hoşgörü ve paylaşım duygusunun bulunduğunu artık keşfetmek gerekir.

Doğa Dini

Araştırmacılar; Türklerin dini üzerine değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Türk tarihçiler, Türk dinini genellikle vahdet ile açıklamaya yönelmişler;

Gök Tanrı inancını, tek Tanrı’ya benzetmişlerdir. Jean Paul Roux da bu kanıdadır. “Genelde Gök Tanrı, onun niteliklerini almadan çok önce bile Allah’a benzetilmiştir.” (Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 44)

Gerçekten de teorik olarak durum böyle gözükmektedir. İkili bir yapıdan oluşan tek dünya algısı egemendir. Oğuz Kağan Destanı ‘ndaki Oğuz Han’ın iki ayrı eşi, iki ayrı dünyayı, birisi gökyüzünü, öbürü de yeryüzünü ve yar altını temsil eder. Dualar, eller göğe açılarak Gök Tanrı’ya yapılmaktadır. 328 yılına ait bir Hun duası anlatılırken, boş bir şehir ele geçiren Hun başbuğunun iki elini havaya kaldırıp başını eğerek; “Ey Gök! Bana onu verdiğin için teşekkür ederim!” dediği nakledilmiştir. (Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 246) Bu inanç, Hunlar’dan Gök Türkler’e onlardan da günümüze kadar ulaşmıştır. Allah’ın (Tengri) gökte olduğu inancı bugün bile Sünnî Müslümanların dua ediş biçiminde yaşamaktadır.

Biraz soyut olan Gök Tanrı’nın altındaki alana inildiğinde; karşımıza doğa ve bunun ruhu çıkar. Suyun, ağacın, kayanın, dağın ruhu olduğu inancı; bütün varlıkları (ağacı ve kayayı) canlı kabul eden bir anlayışı yansıtır. Bu yüzden, “yir-su” kavramı; sadece yerin ve suların ruhunu anlatmaz; bunların canlı (insan gibi bir varlık) sayıldığını da gösterir. Prof. M. F. Zekiyev, “Türklerin ve Tatarların Kökeni” adlı eserinde, “Mişar” Türklerini, “meşe eri” yani meşeden doğmuş insan olarak tanımlamıştır.

Türk destanlarında ağacın kutsallığı ve hatta ata olduğu izleri açıkça görülmektedir. Doğaya tapınmanın en bol yansıdığı kaynaklardan birisi de Dede Korkut öyküleridir. Orada alkışlar (dualar) dağları, ağaçları, suları temel almıştır.

Bugün Anadolu’daki Alevîler arasında da yatırların çevresindeki ağaçların canı olduğuna inanılmakta, bunları kesenin veya kendi ocağında yakanın başına mutlaka bir felaket geleceğine inanılmaktadır. Doğa ile iç içe, doğayı kendisinden bir parça gören, hatta eşi ve eşiti; kimi zaman da kendisinden daha değerli sayan bir inanışı doğa dini diye tanımlamak herhalde aşırı olmasa gerekir. Batı felsefesinin, ancak 19. yüzyılda ulaşabildiği doğa/tanrı birlikteliğini; doğanın aslında Tanrı olduğu fikrini Türkler binlerce yıl önce yaşayarak, duyarak bulmuşlardır.

Türk şamanlığındaki temel sembollerden birisi de “Hayat Ağacı”dır. Bu ağaç, kökü yerin derinliklerinde (Kara Han/Yeraltı Tanrısı) ve başı Göğün en üstünde (Gök tanrı) olarak tasarlanan bir çam ağacıdır. Ölümsüzlüğü simgeleyen bu ağacın motifleri iki bin yıl boyunca mezar taşlarına işlenmiştir. 19. yüzyıl İstanbul mezar taşlarında ölümsüzlük ağacının değişik motifleri pek bol olarak işlenmiş bulunmaktadır. Sünnî Türk İslâm’ı da bu eski Şamanist inancı sürdürmüştür. 

Bu mezar taşlarının başlarının çok dallı bir güneş dairesi gibi yontulduğu da gözleniyor. Bu da Gök Tanrı inancının hayat ağacı ile birlikte, göçen kişiye (ölene) ölümsüzlük sağlama çabasından başka şey değildir.

Türk inancında sadece canlılar değil cansızlar da kutsaldır. Dağların ve hatta kayaların kutlu olduğu inancı pek derindir. Bugün de Anadolu’dan Balkanlar’a kadar her yerde kutlu sayılan dağlar ve kayalar pek boldur. Bengütaşlar (ölümsüzlük taşları) da kutsal kaya inancının başka bir örneğini oluşturmaktadır.

Güneşe, göğe, suya, ağaca, kayaya, hayvanlara kutsallık veren ve doğayı Tanrılaştıran eski Türk dini ile ilgili olarak yapılan akademik araştırmalarda, bu büyük ve kutlu gerçeğin görülememiş olması bir eksikliktir.

Türk kozmolojisi ikili evren anlayışına dayanıyormuş gibi gözükse de aslında tekçi noktaya uzanmaktadır. Bir kez; Ötüken Yış (Ötüken dağı ve ormanı) evrenin merkezi sayılmaktadır. Bu da Türklerin kendilerini dünyanın sahibi gibi gördüklerini yansıtır.

Gökyüzüne egemen olan Gök Tanrı (Kün Tengri) ile yeryüzü ve yer altının sembolü Ay Tengri birlikteliği evreni simgeler. Böylece ikili yapıdan teke ulaşılır.

Kün-Ay piktogramının Türklerde devlet arması olması da Kök Tengri geleneğinin sürdürülmesidir. “”Yabancı Kaynaklara Göre Türk Kimliği” isimli çalışmamızda ayrıntılı biçimde gösterdiğimiz üzere; devletimizin bayrağındaki hilal, Ay Tanrı’yı, yıldız ise “kün/gün” güneş sembolü olarak Gün Tanrı’yı (Gök Tanrı) sembolize etmektedir. Güneş önceleri çok dallı bir yıldız gibi çizilirken, zamanla altı dallı, sonra da beş dallı çizilerek simgeselleştirilmiştir. Türk tarihinde 3 bin yıllık bir derinliği olan Kün-Ay birlikteliği eski dinimizin sembolü olarak Türk bayrağında yaşatılmaktadır.

Osmanlı Devleti de son yüz elli yılında Güneş ve Ay sembollerini devlet arması olarak yeniden kullanmaya başlamıştır. Topkapı Sarayı bunun işaretleri ile doludur. Alemdar Mustafa Paşa’yı deviren Yeniçeri ayaklanması sırasında yakılan Bab-ı Âli kapısının yeniden inşasında kün-ay sembolü devlet arması olarak kapının kaşına kondurulmuştur ve halen orada durmakta ve bizi 3 bin yıl öncesine kadar götürmektedir.

Anadolu’daki Aleviler; kün-ay sembolünü, “Muhammet-Ali” biçimine sokarak inançlarında İslamsı bir görüntü altında bugün de yaşatmaktadırlar. Tarafımızdan kökeni gösterilen bu inanış deyişlere de bol bol yansımıştır.

Atalar Kültü

Prof. L. N. Gumilev’in eski Türklerde bir tapınma biçimi saydığı “atalar kültü”, çok derin bir inanç olarak Türk milletinin kültürel kodlarında yer almaktadır. “Göçen”/ölen atalara saygı, doğa dini inancına uymuyor gibi dursa da, aksine doğacılığın bir sonucudur. Çünkü ruhun ölmediği, kuş biçimine girerek bedenden ayrıldığı ve yine doğaya döndüğü kabul edilir. Bu inanç, Yûnus Emre’nin şiirlerinde olduğu gibi, 16. yüzyıl metinlerinde de yer alır. Bayramîlerden Şeyh Alî İdrîs’in ölümü, Zeyl-i Şakâik\e, “Rûh-ı revânı göklere erdi hümâ gibi” diye anlatılmıştır.

Yani ata ölmemiştir; başka bir donda aramızdadır; doğanın bir parçası olmayı sürdürmektedir. Bu yüzden de eski inancımızda, “hayvan atalar” denilen kavramlar ortaya çıkmıştır. Kurt, boğa, keçi, koç, pars, ayı, geyik, at, samur, sungur (kartal) ve başka hayvanlar, atalar ruhunun şekillendiği canlılar sayılmıştır. Bu yüzden de, Oğuz Kağan, İslâmî dönemde yazılan destanda (13. yüzyıl) bile, “boğa ayaklı, kurt belli, ayı göğüslü, samur omuzlu” kıllı bir varlık gibi anlatılmıştır. Böylece insan-hayvan birleşmesi gibi bir derin doğacılık ortaya çıkmıştır.

Atalar kültü, Anadolu’daki Alevî-Bektaşî kesim arasında, önce “baba”, sonrasında “dede” kavramları içinde günümüze kadar taşınmıştır.

Şamanlar/Kamlar

Türk Müslümanlığının diğer bir olgusu da şamanlardır. Türklerin “kam” sözcüğü ile anlattıkları şamanlar, doğa ile ve onun canı sayılan ruhlarla bağlantı kuran olağandışı insanlardır. Genelde, atadan (şaman bir babanın çocuğu olarak) gelmedirler. Bu yönleri ile Anadolu’daki Alevi dedeleri ile benzerlik gösterirler. Kadın şamanların da bulunması, Türklerdeki eski inancın kadını dışlamadığını gösteren önemli bir olgudur.

Şamanların görevi, aslında toplum ile doğa arasında ortaya çıkan sorunları kendi çağına göre çözmektir. Örneğin, hastalıkları sağaltmak bunlardan birisidir. Hastalığın nedeni de kötü ruhtur. Onu bedenden atınca, insan sağlığına kavuşur.

Ruhlarla bağlantı kurdukları için kutsanmış sayılan şamanlar, Müslüman ikliminde bile eren kimliği altında eski özelliklerini sürdürür sayılmışlardır. Örneğin Türkistan erenleri turna olup uçabilmektedirler. Hacı Bektaş-ı Velî, Anadolu’ya güvercin donunda gelmiştir. Kara Donlu Can Baba’yı, kaynayan su dolu kazana, Hubyar Sultan’ı da, kızgın fırına atarlar, ama bu erenler oralardan sapasağlam çıkarlar. Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî, Hacı Bektaş’ın yanına, aslana binip elinde yılanla gitmektedir. Saru Saltuk da, menakıpnamesinde olağanüstü işler yapan yarı Tanrısal bir varlık gibi anlatılmıştır.

Eski kamlar; İslâm çizgisine giren Türklerde, “eren” haline gelmiştir. Bunların Anadolu’ya ilk gelenlerine, “Horasan Erenleri” denilmiştir. Dede Kargın, Baba İlyâs, Hacı Bektaş, Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî, Sanı Saltuk, Taptuk Emre, Barak Baba, Hacım Sultan gibi isimler bunlardandır.

Horasan Erenleri’nin Anadolu’daki ardılları, “Abdalân-ı Rûm” yani Anadolu Abdalları olarak adlandırılmıştır. Âşık Paşazâde’nin döneminde saptadığı bu zümreyi, Prof. Fuat Köprülü araştırmalarıyla belirginleştirmiş; Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, “Kalenderi” genel adı altında toplamıştır. (Bk. Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderîler)

Bu kesim, farklı isimler altında anılsa bile, kökeni “kam”lardır. Abdâl Mûsâ, Geyikli Baba, Abdâl Murâd, Seyyid Alî Sultan (Kızıl Deli), Sultan Şücâeddin Velî, Kaygusuz Abdâl, Otman Baba, Torlak Kemâl, Börklüce Mustafâ, hatta 16. yüzyıl’daki ayaklanma önderleri olan Şahkulu, Bozoklu Celâl ile Kalender Çelebi bunlardandır.

Samanlık, Sünnî İslâm içine de kendisini değişik tarikatların şeyhlerine benzeterek girmiş; günümüze kadar da yaşamıştır. Şamanın ruh sağaltması işinin benzerini, günümüzde Kur ‘ân ‘dan bir takım âyetler okuyan hocalar yapmaktadır. Buna ilişkin haberler sık sık basına düşmektedir.

Çocuğu olmayan kadının, üfürükçü denilen bu hocalara gitmelerinin sebebi, şaman geleneğinin bilinçaltında devam ettiğinin bir yansımasıdır. Yani şaman geleneğini, Alevî dedeleri, biraz törpüleyerek inanç önderi gibi sürdürürlerken, Sünnî kesimden çıkan bazı hocalar da, daha ilkel dönem şamanlarını taklide kalkışıp hastalık tedavi etmek; çocuk vermek gibi işlere soyunmaktadırlar. Bunun dinle ilgisi yoktur, denemez. Evet; bu tip hocalar, üçkâğıtçı sahte hocalardır, ama kullandıkları insan malzemesi şamanî tedaviye genetik kodları ile açık gibi durmaktadır.

21. yüzyıl’daki bu tür hocalara bakarak, İslâm öncesi Türk ve Moğol halklarında bulunan şamanları da böyle görmek son derece yanıltıcıdır. O şamanlar; toplumsal ihtiyaçtan doğmuş, kendi dönem ve düzenlerine göre zorunlu kişiliklerdi. Belli ihtiyaçları karşılıyorlardı ve bunu da halkı kandırıp mal sahibi olmak için yapmıyorlardı. Samanlık, gerçekten zor ve çileli bir meslekti. Eski Türklerdeki her meslek gibi şamanlık da, ekonomik ve sosyal zorunluluklardan doğmuştur. En önemli ihtiyacı karşılayan meslek sahibi, en kutsal olarak kabul edilmiştir. Bunun en açık göstergesi de, “demirci”nin kutsal sayılmasıdır. Savaşın ve hatta gündelik hayatın demir aletlere dayalı olması; bunları üreten demircileri, yer yer şamanlardan bile kutsal hale getirmiştir (Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Samanlığı, s. 64 vd…).

Bugün için ilkel veya mantıkdışı gibi gelen bütün dinsel kurumlar ve anlayışlar; üretim biçiminin belirlediği tarihsel zorunlulukların ürünüydü. Kendi dönemlerine göre doğru ve yasaldı. 

İnanç değiştirmekle hayat hemen değişmediğinden; şamanların İslâm’dan sonra da, varlıklarını sürdürdüklerini, hatta bugün bile yaşadıklarını araştırmalar gösteriyor. Artık çoktan Müslümanlığa geçmiş Orta Asya’daki Türklerin, yine de hasta tedavisi için şaman çağırdıklarını, kimi zaman da bunun yanına bir Kalenderî şeyhi eklediklerini görebilmekteyiz (Türk Samanlığı, s. 260).

Orta Asya’daki şamanlar da, yeni düzene ayak uydurmak gereğini hissetmişlerdir. Hasta sağaltırken, İslâm motifli dua okumalarının sebebi budur. Bunlardan birisi şöyle:

“Kuran beşi bismilla

Işnıng beşi bismilla

Işke kerdim bismilla

Iştın çıktim bismilla”

(Türk Samanlığı, s. 257)

Görüldüğü üzere, şaman zamana uymuş; baskın İslâm kültürü karşısında sağaltıcı türküsünü (deyişini/nefesini) oradan kavramlar alarak yasal ve etkili hale getirmiştir. Kur’ân’ın başının, işin başının bismillah olduğunu söyleyerek de, aslında koskoca bir kitabın özetini yapmıştır. Sadece bu örnek bile, Türk Müslümanlığının nasıl bir sentezle oluştuğunu göstermeye yetmektedir.

Anadolu’da oluşan “hastalık sağaltma ocakları” da, bu işlevdedir. Bu ocaklardaki dedeler, tıpkı kamlar gibi okuyarak veya dokunarak hastalığı sağaltmaktadırlar. Bunu en geniş olarak, Tunceli yöresinde bugün de görebilmekteyiz.

Destanlarla Büyüyen Millet

Türk Müslümanlığı’nı bin yıldan fazladır ayakta tutan geleneğin diğer bir ayağını, atalar kültüne dayalı “destan” geleneği oluşturmuştur. Bunun temel eserlerinden birincisi Hazret-i Alî CenklerVdir. Alî burada, atı Düldül ve kılıcı Zülfikâr ile birlikte olağanüstü özellikler sahibi gibi anlatılmıştır. O, neredeyse bir şimşek Tanrısına benzetilmiştir. Ondaki Tanrısallaştırma, eski çok Tanrılı/ruhlu dünyanın yansıması gibi olmuştur. Diğer destanın kahramanı Battal Gazi de seyyit sayılmış, Alî ile bağı kurulmuş ve bir alp gibi, hatta yer yer şaman gibi anlatılmıştır. Diğer destan Ebâ Müslim’e aittir. Emevîleri yıkan bu komutan da, yine olağanüstü güçlerin sahibi gibi betimlenmiştir. Son olarak şekillenen Dede Korkut Hikâyeleri de, eski kültür izlerinin yoğun olduğu bir alplık/gazilik destanı gibi durmaktadır.

Bu destan kahramanları, bugün “Kur’ân Müslümanlığı” diye anlatılan şekilci İslâm anlayışına uymayacak biçimde tasvir edilmişlerdir. Lakin Türk halkı, bin yıl boyunca onları, kendi ulu/kutlu atalarının toptan sembolü gibi görmüş, böyle yorumlamış, anlatmış ve ruhsal dünyasını buna göre yenilemiş ve ayakta tutabilmiştir. Bu tavır, alplık bilincinin gazilik adı altında İslâm ortamına aktarılmasıdır.

İslâm çemberine girildikten sonra yaratılan destanların, İslâm öncesi Türk destanlarının bir devamı olduğunu da söylemek gerekir.

Satuk Buğra Han

Satuk Buğra Han, tarih kitaplarında ilk Müslüman Türk devletini kuran kan/han/hakan/kağan olarak biliniyor. Gerçi Karahanlılar’dan biraz önce, 920 dolaylarında, İtil (Volga) Bulgarları İslâm’ı benimsemiş olsalar bile, Satuk Buğra Han; Hun-Göktürk-Uygur Türk devletlerinin devamı gibi büyük bir devletin lideri olarak ayrı bir önem taşıyor.

O, araştırmalara göre 900 yılları dolayında doğmuştur (Ekber N. Necef, Karahanlılar, s. 252). Devletin batı kısmını yönetirken Müslümanlığa geçmiş, 944 yılında amcası Oğulcak Hanı öldürmüş, Kaşgar’ı ele geçirerek tek hakan olmuştur.

Adı bile eski Türk inancının yansıtıcısı: Satuk, yani “Satık”, kötü ruhları aldatmak için konulmuştur. Bu ad, onun Gök Tanrı’ya veya ona bağlı ulu ruhlara satıldığını, ruhların malı olduğunu gösterir. Böylece o, Tanrı tarafından korumaya alınmıştır. Satuk adı da, Dursun gibi, Bektaş gibi, Satılmış gibi, Kurban gibi Şamanist inanışın yansıdığı addır. Hedef, çocuğa bela olacak kötü ruhları yanıltmak ve hatta korkutmaktır.

Satuk adını, “Sadık” isminin bozulmuş biçimi gibi gören Prof. Dr. Osman Turan ve onu Türkçe “Sırtık/sırtuk” (şiddetli, güçlü) ile bağlantılamaya çalışanlar (Karahanlılar, s. 252), eski Türklerdeki ad verme geleneğini dikkatten kaçıranlardır.

Satuk Buğra Han Menkabesi de, baştan sona Anadolu’da karşımıza çıkan erenlerin menkabesine benziyor. Prof. Dr. Osman Turan’ın “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” isimli makalesinde (Selçuklular ve İslamiyet, 3. baskı, s. 147 vd.) naklettiğine göre, genç tigin (tekin) Satuk Buğra kırk arkadaşı ile ava çıkar. Avda gördüğü bir tavşanı kovalar ve arkadaşlarından uzaklaşır; o zaman tavşan silkinir ve yaşlı bir insan haline gelir. Tigin ile (prens) konuşur. Bunun Anadolu’da izdüşümünü Abdâl Mûsâ Menkabesi”nde görmekteyiz. Alanya beyinin oğlu genç Gaybî ava çıkar, avda önüne bir geyik denk gelir. Genç bey, okla vurduğu geyiği kovalar ve sonunda Abdâl Musa’nın dergâhına varır. Geyik buraya girmiştir. Sonunda anlaşılır ki, o geyik aslında Abdâl Mûsâ’nın kendisidir. Bu mucize sonucunda, Alanya beyinin oğlu, Abdâl Mûsâ’nın müridi (öğrencisi) olur ve ondan büyük ozan Kaygusuz Abdâl ortaya çıkar.

Doğu Türkistan’daki Kaşgar Türk beyinin oğlu ile Antalya’daki bir Türk beyinin oğlunun çevresinde oluşan inanç yapısının, tıpatıp denilecek kadar benzeşmeleri, Anadolu’daki yapının bugün bile yaşayan Alevîliğin temel kurumlarından birisi olması; Türk Müslümanlığının oluşum biçimini ve yapısını da göstermektedir.

Menakıp’ta, Satuk Buğra Han’ın soyunun Hazret-i Alî ile ilişkilendirilmesi de, Türk Müslümanlığı’nın ideolojik içeriğini göstermesi açısından öğreticidir. Burada, bir yandan alp geleneğinin sürdürülmesi bir yandan da yeni bir kutsala (Muhammed soyu) bağlanma amacı vardır. Aynı bağlantıyı, Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi’nde de görmekteyiz. Türk Müslümanlığı, Sünnî devlet yapısında bile Alîci bir kimlikle oluşmaktadır. Atalar ruhunun çok canlı biçimde tasvir edildiği menakıpnamelerde, Arap İslâmının yerini Gök Tanrıcı ve ruhçu biçimde Türk İslâmının aldığını gözlemekteyiz.

Satuk Buğra Han’ın İslam kültür ve siyaset çevresine girerek attığı adımla; aslında Batı’daki güçlü İslâm duvarının delindiği anlaşılmaktadır. Batı’ya yayılmak için öbür Şamanist Oğuzların da Müslümanlığı benimseyip Satuk Buğra Han’ı taklit ettikleri gözlenecektir.

Buğra Han ve devleti; geçmişteki büyük Hyung-nu (Hun) ve Göktürk geleneğini, devlet sisteminde yaşattığı gibi, bunu daha sonra gelecek olan Selçuklular’a da aktararak bir devamlılık sağlayan zincir oluşturmuştur. Onlar, kendilerini Göktürk’lerin mirasçısı olarak görür iken, tarihsel bir gerçekliği de ortaya koyuyorlardı. Bu süreçte, Gazneli Türk devlet yönetiminin tutucu yapısı yüzünden kültür tarihi üstünde fazla bir iz bırakmadığı da söylenebilir.

Satuk Buğra Han ve ardıllarının yarattığı devlet ve kültür sisteminde, Türkler, yeryüzünün en önemli milleti olarak tanımlanmaktaydılar. Bunu; aynı devletin bir tigin’i olan soylu Kaşgarlı Mahmûd’un yazdığı Dîvânu Lügâti’t-Türk’te görmekteyiz. Önsöz’deki şu cümleler bunu göstermektedir: “Tanrı’nın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Tanrı, onlara Türk adını verdi ve yeryüzüne hakim kıldı. Cihan imparatorları, Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları, Türklerin eline verildi. Türkler, Tanrı tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Haktan ayrılmayan Türkler, Tanrı tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile bile olan kavimler bile aziz oldu.”

İnanışa göre, Türk milleti, adını Tanrı’dan aldı. Türk, dünyaya hükmeden gücünü, “hak ve adalet temelli uygulaması” ile elde etti. Bunu, aynı dönemde hakanın başdanışmanı (has hâcip) Yûsuf tarafından yazılan önemli bir siyaset kitabı olan Kutadgu Bilig’de (Kutlu Bilgi) de görüyoruz. Halkçılığın inanışa yansımasını, Türkistan pîrlerinin ulusu sayılan Yesili Ahmed dedenin uygulamalarında da bulmaktayız. Kadın-erkek birlikteliğinin, Ahmed Yesevî okulunda (dergâhında) devam ettirilmesine, dönemin softalarının nasıl kızdıklarını da Prof. M. F. Köprülü, Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar adlı eserinde aktarmıştır.

Böylece, Türk Müslümanlığı’nın en önemli yönlerinden birisi olan “kadının ibadet alanında kalması” olgusu ile karşılaşmaktayız. Aslında, bir kam gibi de tasvir edilen Ahmed Yesevî’ye karşı yöneltilen bu suçlama, Anadolu’da Alevîlere karşı da yapılacak ve bu iftira Osmanlı Devleti’nin halktan kopma sürecinde “mumsöndü” iftirası şekline getirilecektir.

Türk Kadını Yönetime Ortaktı

Türklerin sosyal tarihinde açıkça görüldüğü üzere, İslâm kültür-siyaset dairesine girdikten sonra da kadınlar hayatın içinde, erkeklerden kaçmadan yer almışlardır. Bunun gerisinde de, hatunun (hakanın eşi) hakan ile birlikte devleti yönetme geleneği bulunmaktadır. Bu gerçeği açık açık Kül Tigin Yazıtı’nda görmekteyiz. Bu anıtı yazdıran Bilge Kağan, babası İl-deriş Kağan ile anası İl-bilge Hatun’u Gök Tanrı’nın ortaklaşa tahta oturttuğundan söz etmektedir. Bu anlayışın yansıması olarak Hunlar’da ve Göktürkler’de hatunlar yönetim gücünü paylaşmışlar; bu gelenek, Büyük Selçuklular döneminde de sürmüştür. Tuğrul Bey, orduyu yönetirken, karısı (hatun), devleti yönetmiştir. Aynı durumu, Melikşâh öldükten (1092) sonra devleti karısı Türkan Hatun’un yönetmesinde de görüyoruz. Türk Kimliği isimli çalışmamızda bunun ayrıntılarını gösterdik.

Sünnî İslâm’da, kadının sosyal hayattan dışlanması ile ibadetten dışlanması da atbaşı gitmiştir. Osmanlı Devleti’nin, Yavuz Sultan Selim döneminde Türk karakterli Mâturîdî-Mu’tezilî çizgiyi atarak Cebriyyeci Arap geleneğini devlet yönetimine hâkim kılmasıyla, bu olumsuz süreç doruğa çıkmış; sonra geleneğe dönüşerek bugünlere kadar ulaşmıştır.

Halbuki İbni Batuta Seyahatnamesi; 14. yüzyıl başlarında Anadolu’daki Türk kadınının yabancı bir erkeği evinde konuk edecek kadar özgür davranabildiğini gözler önüne sermektedir.

Aynı dönemi anlatan Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnâmesi’nde de, “erenler meclisi”nde Fatma Bacı’nın da yer aldığını görmekteyiz. Öyle ki, Hacı Bektaş-ı Velî’nin güvercin donunda Anadolu’ya geldiğini erkek erenler anlayamaz, ama Fatma Bacı hisseder.

Böylece, Alevî-Bektaşî cemlerindeki kadınların yerinin, “Bâcıyân-ı Rûm”un toplumdaki yeri olduğunu çıkarabiliriz.

“Alp”tan “Alî”ye...

Satuk Buğra Han iktidarının bile, kendisini halkın gözünde kutsamak için Hazret-i Alî kavramını kullanması boşuna değildir. Alî; eski Türk alplarının İslâm geleneğinde aldığı bir biçimdir. Gök Tanrıcı döneminin “alp”ı, İslâm çemberine girilince, “Şâh-ı Merdân Alî” (Yiğitlerin şahı Alî) haline getirilmiştir. Sünnî Müslüman kesim de, ondaki yiğitliği, hak ve adalet duygusunu; samimi inancı temel almıştır. Sünnî Türkler de, bu yönden Alicidirler. Biz buna, “Alî’nin Türkleştirilmesi” demekteyiz. Alevîler arasında bu Türkleştirmenin, olağanüstü derinlik kazandığını gözlemekteyiz. (Anadolu Aleviliğinin Kültürel Kökeni TÜRK ALEVİLİĞİ; “Alinin Türkleştirilmesi”, s. 113 vd…) 

Bu gelenek, Selçuklular döneminde de yaşatılmıştır. Saray çevresinin, daha belirgin biçimde eski Türk inançlarına karşı mücadele yürüttüklerini, Vezir Nizâmülmülk’ün Siyasetnamesi göstermektedir. Ama kitleler, alplık ruhunun yeni biçimi olan Alî’den kopartılamamıştır. Buna bağlı olarak; merkezde Sünnî Hanefîlik egemen iken çevrede, özellikle de kırsalda/göçebeler arasında eski inancı harmanlayan heterodoks bir inancın geliştiğini izlemekteyiz. Merkez-taşra çatışması ekonomik kökenli olsa bile, şekilci İslâm ile geleneği de barındıran ruhçu İslâm arasında olmuştur. Şamanist Oğuzların ayaklanıp Hanefî Selçuklu Sultanı Sancar’ı yenerek 1153’te esir almalarının altında da bu gerçek vardır. Merkezin tutuculaşmasıyla, halkın başkaldırması süreci burada doruğa çıkmıştır.

Tespitimiz şudur: “Türk devletlerinde merkezin gericileşmesi, çöküşü getirmiştir.”

Tutuculaşan Büyük Selçukluları, ruhçu/doğacı Şamanist Oğuzlar yıkmıştır.

Onların Anadolu’daki kolu Anadolu Selçukluları da, halktan ve millî kültürden kopup Farslılaşınca (Tuğrul isminin yerini Gıyâseddîn Keyhüsrev’in alması örneğinde olduğu üzere) Oğuz boylarının (Babalılar) 1240 ayaklanması çöküşe sürüklemiştir.

Osmanlı Beyliği; işte bu çelişkiyi olumlu biçimde çözen bir bölük alpın yarattığı beyliktir. Bu yeni yapı, Konya Selçuklu Sultanlığı ile çatışan boyların emeğinin ürünüdür. Konya’nın ve Moğolların baskısından yılarak uçlara kaçan alplar, enerjilerini, Türk boyları arasındaki savaşa değil; gazaya yönlendirmişler; bunu da ganimetle süsleyerek büyütmüşlerdir. Osmân (aslı “od/man” yani ateş adam; ateş gibi yiğit adam olmalı.) Alp’ın bey olması da, Müneccimbaşı’nın naklettiğine göre, tıpkı İslâm öncesindeki gibi özel törenle gerçekleştirilmiş; beyler onun önünde “tolu” (dolu) içerek bağlılık andı vermişlerdir.

Dolu içme, en az 3 bin yıllık bir Türk geleneğidir. Türk uluları öldüklerinde eline bir ağaç kadeh verilerek ve içine de şarap (nebîz) konularak gömülürlerdi. Asya bozkırlarında, Türk beylerinin mezarları çevresinde dolu tutan balballar pek boldur.

Osmanlı sarayında da, içki kadehine ve içki dolu kadehe “dolu” denilmektedir. Eğlencelerde ve törenlerde içki verilmesi, “dolu sunmak” olarak anlatılmaktadır.

Dolu geleneği, Alevî cemlerinde de yaşatılmaktadır. Ona, “Alî Dolusu, Hacı Bektaş Dolusu, Şâh İbrâhîm Dolusu” gibi değişik adlar verilmektedir. Dolu içmek, aynı zamanda antlaşmanın bir yolu olarak da kullanılmaktadır.

Müslüman Türk devletlerinde, merkeze egemen olan ideoloji, devlet etme ideolojisi olan Sünnîlik’ti. Lakin bu Sünnîlik; Arap olmayan bilgin Ebû Hanîfe tarafından oluşturulan anlayışa uygundu. Bu çizgi ile Türk kökenli İmâm Mâturîdî’nin çizgisi uyuşmaktaydı.

Türk Hanefîliğinde, kimi zaman da Mu’tezilî anlayış ortaya çıkmıştır. Büyük Selçukluları, imparatorluk yapan Tuğrul Bey’in akılcılığı öne çıkartan Mu’tezilîlere önem vermesi çok anlamlıdır. Bu durumun, devletin kurulup yayılma sürecinde ortaya çıkması dikkat çekicidir.

Osmanlı Devleti; Konya merkezindeki egemenlere tepki duyan kesimlerin kendilerini yeniden örgütledikleri bir yapılanmanın ürünü oldu. İlk enerjiyi yaratanların uçlara kovulan Alevî-meşrep boylar olduğu kesin. Prof. Dr. Fuat Köprülü, uçlara savrulan kesimlerin inancını yorumlarken şöyle diyor: “Fakat bu Türkmenlerin Müslümanlığı, şehirli Türklerinki gibi tamamıyla Ortodoks bir Müslümanlık değil, eski Türklerin eski putperest ananeleriyle müfrit Şiîliğin -haricen tasavvuf rengine boyanmış- basit ve popüler bir şeklinin ve bazı mahalli bakıyyelerin imtizacından hâsıl olmuş bir Syncretizme idi.” (Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 1959, s. 97). Konya yönetimine karşı ayaklanan Türkmenleri yönetenler de, bu kesimlerin babaları idiler. “Babaîler kıyamının âmilleri olan Türkmen babaları, şüphesiz birbirine çok hulul etmiş olan bu müfrit Alevî zümrelere mensup ve eski Türk şamanlarına benzeyen Türk dervişleri idi. (age, s. 99)”

Bunların, Gâziyân-ı Rûm denilen savaşçı kesim (alplar) üstündeki etkisi, o kadar yüksektir ki, daha sonra kurulan Yeniçeri Ocağı bile bu çizgiye uygun biçimde teşkilatlandırılmıştır.

Devletin milletle buluştuğu bu süreçte, Türk Müslümanlığı bütün haşmetiyle ortaya çıkmış; Balkanlar’a atlayarak orada ocaklar oluşturup halkı Müslümanlaştırmaya devam etmiştir.

Zamanla Osmanlı devşirme sistemi gelişmiş; devlet Rum, Ermeni, Hırvat, Arnavut, Bulgar vb… Balkan milletlerinden esir alınan çocuklar, Topkapı Sarayı’ndaki  Enderun mektebinde yetiştirilerek devletin başına getirilmişler; bu kadronun yukarıdan aşağı dayatması sonucunda, Türk Müslümanlığının yapısı da değiştirilmiştir. Hıristiyan iken Müslüman yapılan bu devlet yöneticileri; devletle halkı birleştiren doğacı/atacı İslâm anlayışını atmışlar; sarayı yavaş yavaş Arapçı İslâm’ın merkezi yapmışlardır. Bu durum Yavuz Sultan Selîm’in padişah olmasıyla doruğa çıkmış; eski Mu’tezilî-Eş’arî-Mâturîdî özellikler taşıyan İslâm kovulmuş, Cebriyyeci gericilik, “kaza ve kadere iman” adı altında, dini; sultanların saltanatını koruyan bir kalkana çevirmişlerdir.

İşte 16. yüzyıl başlarında patlayan Türkmen ayaklanmalarının temel sebebi buradadır. Çünkü, akılcı İslâm’dan kaza-kaderci/nakilci İslâm’a geçişin ana sebebi; devletin eskiden bir vergi alır iken, bunu üç vergiye çıkartarak, reayayı acımasızca sömürmesi idi. Bu sömürü, kaza ve kader gerekçesi ile gizlenmeli; direnen olur ise de, kâfir ilan edilip (zındık/mülhid/Râfızî/Kızılbaş vb.) hakkından gelinmeliydi.

Türk Müslümanlığından Arap Müslümanlığına dönülmesinin sebebi, ekonomik olarak tam budur. Büyük tarihçi Mustafa Akdağ, bu derin sömürüye direnen halkın mücadelesini de resmî tarihin dediği gibi Celâlî İsyanı olarak değil, “Türk halkının dirlik ve düzenlik kavgası” olarak adlandırmıştır.

Müslüman Türk devletlerinin çöküş sebebi araştırıldığında; bunun merkezinde, “Gerçek İslâm dinine dönüş” adı altında yürütülen Arapçı İslâm anlayışını yaymak olduğu görülecektir. Bu anlayış; merkezin sömürüsünü yasallaştırmaya dayalıdır.

Bu geriye gidişin bir sebebi de, 1538 yılında medreselerdeki müfredattan akılcı ilimlerin çıkartılarak yerine nakilci ilimlerin konulmasıdır. Doğu’yu bilime yönelen Batı karşısında geriye çeviren bu uygulama ile Osmanlı sistemi çöküşe yönelmiş; Türk Müslümanlığı da derin bir darbe yemiştir.

Ebû Hanîfe Alevî İdi

Türk Sünnîlerin büyük bölümü, amelde Hanefî mezhebindendir. Bu hukuk sisteminin kurucusu olarak da İmâm Ebû Hanîfe kabul edilir. Asıl ismi Sâbit oğlu Nu’mân olan İmâm Ebû Hanîfe, saltanatçılığa karşıdır. Kendisi; Emevî saltanatına karşı çıkmış; Müslümanları yönetme hakkının Alî evladına ait olduğunu söylemiş; bu yönde 739 yılında Emevî halifesi Hişâm’a karşı ayaklanan İmâm Zeynelâbidîn’in oğlu İmâm Zeyd’i açıkça desteklemiştir.

Abbâsî Devleti kurulduktan sonra da, İslâm toplumunu yönetme hakkının Abbâsoğullarının değil, Alî oğullarının olduğunu iddia etmiş; bu aileden Abdullâh’ın 763’te başlattığı isyanı desteklemişti. Abdullah’tan sonra ayaklanan İbrâhîm’i de destekleyen Ebû Hanîfe, Abbâsî yönetiminin teklif ettiği Bağdat Kadılığı görevini de reddetmiştir. Görüşlerinde, zalim sultana karşı çıkmayı temel aldığı için, Ebû Hanîfe saltanat için tehlikeli bulunmuş; Abbâsî halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr’un emriyle zindana atılmış, burada kırbaçlanmış ve şehit edilmiştir.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, bu tavrı ile tam bir Alevî (Alî yanlısı) olduğunu göstermiştir. Onun, özgürlükçü yorumları yüzünden daha çok Arap olmayan Müslümanlar arasında yandaş bulması da doğaldır.

Türklerin, İslam içindeki itikad kodlarını belirleyen imam ise Mâturîdî sayılır. İmâm Mâturîdî, Cebriyyeci/Eş’arîci çizgide değil, daha çok Mu’tezilî çizgide bir İslâm anlayışı tasarlamıştır. Bu görüş; Arapların diğer milletleri mevâlî (köle) gören kaderci çizgisini reddetmektedir. Mâturîdi’nin Türk olması, yine İmâm Ebû Hanîfe’nin de Arap olmayışı (Fars veya Türk olabilir) Hanefîliğin daha özgürlükçü biçimde şekillenmesini sağlamıştır.

Ne yazık ki, günümüzdeki Hanefîlik, Ebû Hanîfe çizgisinin değil, onun saltanatla bütünleşen öğrencileri (Örneğin Ebû Yûsuf) tarafından geliştirilen bir mezhebe dönmüştür. Akılcı inanç kuramı Mâturîdîlik ise, yerini Cebriyyeci gericiliğe bıraktı.

Yine de Ebû Hanîfe’nin etkisiyle, Hanefî Türkler, Alîci bir kültüre yönelmişlerdir. Ehl-i Beyt’e saygı ve sevgi buradan kaynaklanmaktadır.

Elbette ki Türk Alevîliğinin temel öğelerinden olan Ehl-i Beyt sevgisinin tarihsel bir temeli daha vardır. O da, Türklerin Müslümanlarla karşılaşma biçimidir. Türk illerine İslâm adına giren ordular, Emevî orduları idiler. Özellikle Zâlim Haccâc’ın komutanlarından Kuteybe bin Müslim’in yaptığı katliam ve zulüm; Türkleri bu hanedanın karşısına dikmiştir. Çünkü Emevîler, Türk illerine İslâm’ı yaymak için değil, açık açık ganimet ve haraç için saldırmışlardır. Bu yakıcı gerçeği, İbn Kesîr TarihVnde yer alan Ka’b el-Eş’arî’nin bir şiiri pek açık olarak gösterir: 

“Kuteybe her gün bir talan yapıyor

Servetlere yeni servetler katıyor”

(Türk Aleviliği, s. 186 vd.)

Öyle ki alınacak vergiler azalıyor diyerek Emevîler İslâm’a geçişi bile engellemeye başlamışlardır. Her saldırıda on binlercesi katledilen; tapınakları ve malları yağmalanan, çocukları ve kadınları köle olarak götürülen Türklerin, bu İslâm anlayışına karşı çıkmaları kaçınılmazdı. O yüzden de, yüzyıllarca Arapların yağmacı saldırılarına direndiler. Bazı Türk topluluklarının Müslümanlığa geçişi, İslâm’ın ortaya çıkışından 300 sene sonradır. Bu bile Türk halklarının Müslümanlığa karşı ne kadar direndiğini göstermeye yeter. Bu yüzden, Türk tarihçilerinin ve ilahiyatçılarının, “Türkler Müslümanlığı gönüllü olarak kabul ettiler!” iddiası tamamen Arapçı propagandadan ibarettir.

İlk Müslüman olan Türkler; Emevîler ve Abbâsîler döneminde Arap ordularında paralı asker olarak görev alan Türklerdi. Bunlar öyle etkili oldular ki; 9. yüzyıl’ın ortalarında Abbâsî Devleti’ni kontrol edebilecek bir güce ulaştılar.

Türk halk kitleleri, yüzyıllar sonra İslam’a geçerken kendileri gibi Emevîlerin zulmüne uğramış bulunan Ali evladının yolunu benimsediler. Çünkü, kendi kaderleri ile Ehl-i Beyt’in kaderini birleştirmişler ve girdikleri yeni din içinde önderliği Ehl-i Beyt’te bulmuşlardı. O yüzden de onları sevdiler; çocuklarına onların adlarını verdiler; Emevîleri ise, lanetlediler. Bin seneden fazla süren bu lanetleme, ancak ve ancak Arap İslâmının Türk İslâmını bastırmasından ve Hanefîlik’in Cebriyye tarafından kuşatılmasından sonra yer yer kaldırılabildi. Bugün de Sünnî halk, Yezîd ile babası Muâviye’ye lanet etmektedir, amma Arabistan’dan beslenen yeni din adamları bu laneti kaldırmak için var güçleri ile çabalamaktadırlar.

Kültür Yolu

Din, insanlık kültürünün en güçlü yollarından birisidir. Bu yol, geçmişi geleceğe bağlar. Türklerin en eski inançları da, bu yolla azala azala da olsa geleceğe aktarılır. Bu aktarma işinde, Türk fetihleri kadar Moğol fetihlerinin de etkisi olduğu ortadadır. Türklerin komşuları olan Moğollar ile aynı inanç içinde oldukları bilinmektedir. Moğollar, devlet yönetim modelini de Türklerden almışlardır.

13. yüzyıl’da başlayan Moğol fetihleri; eski Türk inançlarını, özellikle de Şamanizm’i Batı’ya taşıyan çok önemli bir yol olmuştur. Bir yandan Ukrayna’ya, bir yandan İran ve Anadolu’ya kadar Şamanizm güçlü bir din olarak getirilmiştir. Anadolu’daki Moğollar arasında, Türk erenlerin (abdallar) pek rahat biçimde çalıştıklarını görmekteyiz ki, bu durum Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnamesi’ne de güçlü biçimde yansımıştır. Moğol ordularının içinde, Anadolu ve Irak’a gelen Türk şamanların inançlarını buralara yaydığı artık bilinmektedir. (Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 100) Moğollar, bu gelenek üstünden İslam ile buluşturulmuştur. Bu yüzden, bir ara Türk şamanlığı ile özelleştirilen Şiîlik (Dönemin Türk Aleviliği), Moğol İlhanlı Hanı Olcaytu tarafından devletin resmî dini bile ilan edilmiştir.

Anadolu Selçukluları’nın Moğollar ile işbirliği yaptıkları dönemde; egemen kesim ile halk kesimi arasında doğan şiddetli çatışmalar, inanç kurumlarına da yansımış; tarikatlar arasında da derin çatışma yaratmıştır. Önce Konya sultanları ile, sonra işgalci Moğollar ile işbirliği yapan Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, şehirleri Sünnîleştirmeye uğraşırken, Hacı Bektaş-ı Velî gibi babalar, halkın özgürlükçü ve millî duygularını temsil etmişlerdir. Bu iki düşünür arasındaki sert çatışmanın izleri, Menâkıbü’l-Ârifin’deki öykülere açıkça ve yansımıştır. Başta Prof. Dr. Köprülü olmak üzere, Türk tarihçiler Mevlânâ’nın, daha en başından itibaren yüksek sınıfların temsilcisi olduğunu ortaya koymuşlardır. Öyle ki, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, işgalci Moğollar’a dayanarak ahilerin elindeki tekkeleri alıp yandaşlarına aktarmıştır. Bu yüzden de, Ahilerin pîri sayılan Ahî Evren ile çatışmış; onun öldürtülmesinde rolü olmuştur. (Ayrıntılar için “Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli/Ali’nin Sırrı” isimli çalışmamıza bakılabilir.

Selçuklu-Moğol baskısından uçlara (Bizans sınırı) kaçan Türkmenleri örgütleyen Hacı Bektaş-ı Velî; Hıristiyanları da yanına çekebilecek özgürlükçü bir İslâm anlayışı yaratmıştır. Onun eserlerinde yer alan “4 Kapı 40 Makam” ilkesi, Alevîliğin temeline yerleşerek bugünlere kadar gelmiştir. Yetiştirdiği dervişler; ordu içinde Rumeli tarafına geçerek Balkanların Türkleştirilmesinde en önemli görevi yürütmüşlerdir. Sulucakaraöyük’te (Hacıbektaş) kurulan bu okul, halkçı, eşitlikçi, kardeşlik hukukuna dayalı, kadın erkek eşitliğini yaşatan ve ibadetini Türkçe yapan bir okul olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Burada yaratılan İslâm, tam anlamıyla Türk İslâmı’dır.

Aynı dönemde, diğer bir okul da Azerbaycan’daki Erdebîl kentinde ortaya çıkmıştır. Gazi (alp) nitelikli Türkmenlere dayanan Erdebîl tekkesi (okulu) de, Anadolu’yu çok kuvvetli biçimde etkilemiştir. Büyük Türk hakanlarından Timur bile, Anadolu’ya girmeden önce bu tekke ile bağlantı kurmuştur.

Bunun sebebi, halk katmanlarının içindeki savaşçı öğelerin (alplar) Alî yanlısı olmaları ve Erdebîl Dergâhı’nın da onlara yaslanmış bulunmasıdır. O kesimi kullanan Timur; Şam’ı ele geçirdikten sonra da, Muâviye’nin ve Yezîd’in mezarlarını süvarilerine çiğneterek toz etmiş; Yezîd yanlılarını da, Emevî Camii’ne doldurarak cami ile birlikte yakmıştır. Oruç Beğ ve Neşrî tarihlerinde bu konuda ilginç bilgiler bulunmaktadır.

Erdebîl tekkesinin zamanla devlet kuracak hale gelmesinin sebebi de, alt katmanlara dayanan bir inanç politikası gütmesi ile mümkün olmuştur. Erdebîl Dergâhı ve Hacıbektaş Dergâhı; Türk Müslümanlığını yüceltirken, Osmanlı Devleti, Arap Müslümanlığı’na dönmekteydi. Yönetim katlarının inancı hızla tutuculaşırken halk, kendi geleneğini koruyordu.

Sonradan Alevîlik denilen bu halk İslamında geleneksel Türk inancı kuvvetle yaşatılıyordu. Bu inançta Türklerin kopuzu, “bağlama” adı altında ve kutsallığı korunarak yaşatılıyordu. Şaman kopuzunun kutsallığı ile dedenin bağlamasının kutsallığı aynı idi. Dedeler de, sosyal görevleri olan din önderleri olarak çalışmaktaydılar.

İbadetleri olan cem töreni, eski Türklerin kurban törenlerinin bir devamı gibiydi. Kurban kesimi de öyle idi. Törene katılan erkekler, iki bin yıllık bir gelenek olan “alp oturuşu” ile, yani iki dizleri üstünde oturmaktaydılar. Cemde 12 hizmeti yürütenlere, bir dolu sunulmaktaydı. Bu bağlılık ve andın simgesiydi, ama 40’lar Meclisi denilen ve içinde Alî ile Muhammed’in bulunduğu meclise bir gönderme için alınmaktaydı. Cemde, kadınlar da bulunmakta; erkeklerin gerisinde oturmaktaydılar. İbadetteki semah, eskiden yapılan ve göğe yönelmeyi anlatan şaman törenine benzemekteydi.

Cemde dualar Türkçe okunmaktaydı. Deyişler de söylenmekteydi. Alevî ozanlar; türküler, deyişler, nefesler, güzellemeler, destanlarla Türk dilini işliyor; zenginleştiriyorlardı. Her şey Türkçe götürülüyordu.

Göçen (ölen) can için yapılan törenler, yuğ törenlerini hatırlatmaktaydı. Peşinden kesilen kurbanlar, İslam öncesinden gelen inanış gereğiydi. Kurban kutsaldı ve insanın canı gibi kabul ediliyor; Türkçe dualar (alkış) okunarak ondan helallik alınıyordu. Kanı bu yüzden rastgele akıtılmıyordu. Canlanacağına inanılan kemiklerle temiz bir yere gömülüyordu. Geyik ve güvercin gibi, o da canlardandı.

Toplum, eski kan kardeşliğinin devamı olan müsahiplik sistemi ile kardeş hale getiriliyordu.

Yemini bile, Göktürk yemini gibiydi. En eski Türk inanışının bütün canlılığı ile yaşadığı Tunceli’de, 1937 yılında, “Yukarıda mavi gök, aşağıda kutsal yer şahidimiz olsun:” diye ant içiliyordu ( Rıza Zelyut, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği, s.69).

En kutsal yeminler, Munzur ırmağından özellikle de bunun gözelerinden içilen su üstüne yapılıyordu. Bu yıllarda bile, eski Türk inanışındaki “evren” kültü, bu bölgede bütün canlılığı ile yaşıyordu (age, s. 81 vd.). Mezar taşları koç biçimli yapılıyor ve 3 bin yıllık kün-ay sembolü ile süsleniyordu. Sabah ve akşam, Hun yabgularının (kağan) yaptıkları gibi güneşe yönelerek dua ediliyordu. Ve bunu yapanlar, kendilerini anlatırken “Hakiki Müslüman biziz; çünkü yolumuz Muhammed-Alî yolu.” diyorlardı.

Atalarla Yeniden Buluşma

Osmanlı Devleti’nin 600 senelik iktidarının en az 400 senesi, milletten uzaklaşma yılları oldu. Saltanatı koruma adına yürütülen dinin siyasallaştırılması ve Arapçılaştırılması, sonunda saltanatı yürüyemez hale getirdi. 

Devletin tutuculaşması ve buna bağlı olarak gücünü yitirmesi, devşirme sisteminden kaynaklanmıştır. Hıristiyan devletlerin topraklarından zorla alınan çocuklar, İstanbul’a getirilip Enderun denilen okulda gerici ve Türk düşmanı olarak yetiştirilmiş; devletin yönetimi de bunlara verilmiştir. Osmanlı padişahları da, bunların oyuncağı haline gelmişlerdir. İşte bu devşirmeler; en gerici mezhebi; gerçek İslâm diye yukarıdan aşağı topluma dayatmış, kılıç zoruyla kabul ettirmiştir. Alevîler için, “Dinsizdirler; topluca katledilmeleri gerekir!” diye fetva veren Ebussuûd gibi din adamları, dönme-devşirme değillerse bile, bu kadronun çizgisine girmiş tiplerdir.

Bu tür din adamlarının verdiği kararlarla, sadece Alevîler ve bunların bir kolu sayılabilecek olan Hamzavîler değil; Sünnî âlimler de katledilmişlerdir. Bunların ayrıntılı bir çalışmasını “Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler” adlı eserimizde ortaya koyduk. Sadece 1601’de idam edilen Nadajlı Sarı Abdurrahmân’ın yargılanması bile, birbirine tamamen ters iki Kur ‘ân anlayışının ortaya çıktığını kanıtlayacaktır.

Devleti ele geçiren ve milletin kara talihine dönen devşirmeci gerici sistemi yıkan isim Mustafa Kemal oldu.

Atatürk, Türk tarihini iyi bilen bir önderdi. Osmanlı Devleti’ni de, bu milletin tarihinin bir parçası olarak görüyordu. O, Osmanlı’ya değil devşirmecilikle yaratılan siyasal Osmanlıcılık’a karşı idi. Bu Osmanlıcılık, milleti değil Osmanlı ailesini korumaya dayanıyordu. Bir ailenin mutluluğu uğruna bütün millet feda ediliyordu.

Bu derin kopuşu onarmak üzere devleti yeniden yapılandıran Mustafa Kemal Paşa, çözümü Türk milletine dönüşte buldu. Hemen hemen bin yıldır adı anılmayan Türk milletini, yeniden merkeze oturttu. Bu milleti Asya steplerine sürmek için Haçlı saldırısı düzenleyen Batılı sömürgecileri yendiği için düşmanı çoktu. Ayakta kalabilmek için, güçlü bir devlet ve bilinçli bir millet yaratmayı temel ilke edindi. Bunun için de, dinin sağlıklı bir kanala oturtulması gerekiyordu. Mustafa Kemal bu amaçla, İslâm felsefesi içindeki Mu’tezilî çizgiyi temel aldı. Bu çizgi, Osmanlı zihniyetine yön veren kaza ve kadere dayalı Cebriyyeci İslâm’a karşı idi. Yüzyıllardır toplumun kan damarlarına sızmış olan yönetici kesimin ideolojisi Cebriyyeci Sünnîlik yerine Mu’tezilî bir Sünnîlik yeni devletin temeline konuldu. Atatürk’ün din anlayışını araştıran Lord Kinross, onun İslâm dinini akıl ve mantık dini diye yorumladığını aktarmaktadır.

Aklı devre dışı bırakarak toplumu gütmeyi bir politika haline getirmiş olan geleneksel Cebriyeciler, akıl ve bilim yanlısı Mustafa Kemal’e düşman oldular. Onu, tekfir edenler oldu. Kürtçü-İslamcı Şeyh Said’in 1925’te ayaklandığında yayımladığı fetva, bunlardan birisidir. Cebriyyeci Sünnî tarikatlar da, benzer biçimde kurucu öndere saldırdılar. Onun akla dönmesini; İslam kültürünün en parlak yıllarından ilham almasını “dinsizlik” gibi göstermeye çalıştılar. Gerici kümelerin/örgütlerin İslam dinini çıkarları için kullanmalarını engelleyecek laik sistemi de dinsizlik ilan ettiler. Arap toplumlarında ortaya çıkan Müslüman Kardeşler gibi tekfirci örgütlerle işbirliği yapıp cumhuriyet sistemini yıkacak teoriler ürettiler. Bu yolda, siyasal çalışmalar yaptılar, partiler kurdular. Bu Arapçı gericilik son yıllarda devletin merkezine yerleşmeyi dahi becerdi.

Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten kadroların tutuculaşması demek; devletin büyük bir tehlikeyle/varoluş sorunu ile karşı karşıya bulunması demektir. Çünkü; bu çalışmamızda gösterdik ki, Türk devletinin yönetim merkezi tutuculaşırsa, devletin çöküşü kaçınılmaz hale gelir…

Bir kez daha hatırlatalım ki, kimse daha büzüşerek, daha çok Cebriyyeci olarak Hazret-i Muhammed’e ulaşamaz; varacağı yer Şam Sarayı ve Muâviye’dir.

Kurtuluşumuzun nasıl olabileceğini Kemal Atatürk göstermiştir. İçine iteklendiğimiz din bunalımından bizi çıkartacak tek yol ise, atalarımızın yaşadığı Türk Müslümanlığındadır.

Bu yüzden Türk Müslümanlığının bir ayağı olan Alevîliğe artık olumlu olarak bakmanın zamanı gelmiştir. Belki böylece bugün yerlerde sürünen İslâm imajını da ayağa kaldırmak mümkün olabilecektir.

Türk milleti, 1980’den sonra içine iteklendiği Arabizmi bırakıp Türkçülüğe yönelirse, tıpkı 11. yüzyıl’da olduğu üzere İslâm bayrağını düştüğü yerden kaldırabilecektir.

 

Kaynak:

Devirleri Aydınlatan Meş’ale İmâm-I A’zam Ulusal Sempozyum Tebliğler Kitabı, Sayfa 421.  28-30 Nisan 2015 / Eskişehir

 

Yazar
Rıza ZELYUT

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen