Türk Milliyetçilerinin, “millet”, “halk”, “soy”, “etnisite” nin ne olduğu konusunda açık, net, yaygın kabul edilir tanımlara ihtiyaç duyduğu çok açık. Bu söyleşi de Sayın Doç.Dr. İkbal Vurucu ile işte tam da bu önemli konuları konuştuk.
Millet, ırk, kavim, soy, ümmet kavramları tanım ve işlev olarak ne anlama geliyor?
Bu kavramların zaman ve mekâna göre değişen içerikleri söz konusudur. Üzerinde konuştuğumuz kavramların hepsi elbette var olan, somut, gözlemlenen bir grubu temsil etmiyor. Mesela “Ümmet” bir kavram olarak var ama sosyolojik bir olgu olarak yok. Tasavvur ettiğimiz bu kavramların herbirinin temsil ettiği varsayılan grubu da zaman ve mekâna göre biçim ve içeriği değişmiştir. Değişim sosyolojik bir kanundur. Toplumlar ve kültürler değişir. Değişimi sağlayan iç ve dış etkenler farklılaşabilir. Sorunuzda bahsettiğiniz kavramların içerikleri ve işlevleri de bizim dışarıdan belirli bir gruba yüklediğimiz anlamlar çerçevesinde içeriklendirilir. Kavim, ümmet dediğimiz sosyolojik grup tarihsel süreç içerisinde ekonomik etkenler, kültürel örüntü ve sosyo-politik formasyonlara göre biçimlenir ve anlam kazanır.
Bu kavramların her biri bireyin farklı mensubiyet gruplarına karşılık gelir. Kimliği tanımlayan “Ben kimim?” sorusunun cevabı sorunuzdaki kolektif kimliklerden biri veya bir kaçı belki hepsi ifade edilir. Bu toplumsal ve kültürel kategorilerin her biri bireyin yaşamındaki kapsayıcılığı ve işlevleri bakımından önem taşır. Ümmet kavramı dışındaki kavramların sosyolojik karşılıkları bugün de kendilerine özgü varoluş biçimleri ve değişkenleri sebebiyle tanımlanmaları belirli bir kalıba sokulmaları açısından zordur. Bugün literatürün onca zenginliğine rağmen milliyetçilik tanımının ortaya konulmasında ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Bunun sebebi de “millet” kavramının sosyolojik karşılığının bileşenlerinin ve bu bileşenler arasındaki ilişkinin bir türlü belirlenememesidir. Açıklayıcı bir model geliştirilemiyor.
En kolay tanımdan başlayalım kavramlara. Ümmet. Ümmet bir dine mensubiyet hisseden inançlılardır. Bu Hristiyanlık olur, Yahudilik olur fark etmez. 20. Yüzyılın ikinci yarısında “bizim İslamcılar” demek isterdim ama maalesef diyemeyeceğim kozmopolit İslamcılar “Ümmet” kavramına siyasi bir anlam yüklemişler ve İslam Birliği anlamında bir içerik kazandırmaya çalışmışlardır. Bu aynı dine inanlar olarak kodladığımız Ümmet kavramı, Ümmetçilerde, tarihsel ve toplumsal gerçekliklerden tamamen kopuktur. Sosyolojik yaşam farklı diller, kültürler, gelenekler olarak gerçekleşirken bu Ümmetçi seçkinlerde tek bir insan ve toplum kalıbı tahayyül edilir. İslam doktrinin de bir Devlet modeli olmamasına rağmen bunlar İslamî bir devlet sistemi yazmış durmuşlardır. Ne tarihte ne de bugün tahayyül ettikleri gibi İslamî Devlet olmamasına rağmen kendi siyasi kimliklerini ve ideolojik gelişimlerini sürekli bu devlet ve “İslam Milleti” üzerine inşa etmeye çalışmışlardır. Bu kesimin vazgeçilmez ve kimliklerinin ana unsuru Türkiye’de Türk kimliği genelde de Yahudi düşmanlığıdır. Çeşitli çalışmalarımda bu Türk kimliği karşıtlığını işledim. Bir noktayı da vurgulamak isterim. Türk tarihinde bir Yahudi düşmanlığı geleneği yoktur. Bize Avrupa’dan ithal edilmiştir. Kendilerini Batı-karşıtlığında konumlandıran ve bu zeminde özgün bir ideolojik formasyondan bahseden İslamcıların “ötekisi” bile Batıdan etkilenmedir. Bu düşmanlık İslamcılar açısından çok verimli bir alandır. Çünkü kitleleri düşmanlık üzerinden motive etmek kolaydır. Bu verimli öteki maalesef bize olan etkisi sadece İslamcılarla sınırlı olmadı. Geniş muhafazakar ve milliyetçi kesimde de karşılığını buldu. Fakat milliyetçi camiada yer bulan Yahudi düşmanlığı aydınlar nezdinde pek itibar bulamadı. Zihinsel bir sorun alanı olarak bu durum gerçek sorunlarla yüzleşmemizi uzun süre etkiledi.
Irk ve soy de önemli ölçüde birbirinin sınırlarını ihlal eden bir içeriğe sahip. Irk verili bir fiziki farklılığa göndermede bulunurken “soy” aynı biyolojik kökenden gelenlerden müteşekkil bir toplumsal kategori olarak görülür. Türk milliyetçilerinin de “ırk” sorunu olmamıştır. Gökalp’in “ırk atlarda aranır” önermesi ile ırkın bizim için önemi kalmamıştır. Irk Türkiye’de İslamcı ve kısmen sosyalistlerin sorunu olmuştur. Sanılanın aksine İslamcılar söylemde karşı olsalar da pratikte ırka karşı değillerdir; ırk merkezli düşünce yapısını sık sık ortaya çıkarırlar. Özellikle Türk milliyetçiliği söz konusu olduğunda bir küçümseme aracı olarak ırkı gündeme getirirler. Dikkat edin bugün dahi İslamcılar Türk milliyetçilerine popüler veya akademik alanda bir eleştiri getireceklerinde, bizi yabancı ideoloji olarak yaftalamak istedikleri için “ırk”ı ve “soy”u temel değişken olarak alırlar. Derler ki, Türkçülüğün ilk temsilcileri, yaratıcıları “Türk değildir”! Türk olmayanlar Türkçülüğü ortaya çıkarmış ve geliştirmişlerdir, derler. Burada açık ve net olarak kültür, tarih, gelenek, dil devre dışıdır. Hem Türklüğü algılayışları ırkçadır hem de Türkçülüğü.. Burada farkında olmadan Türkçülüğün bir Irkçı düşünce olmadığını da tescillemiş olurlar aslında. Ama Türkçüleri ırkçı olarak itham eden bir söyleme sahipler. Kendi çelişkilerinin dahi farkında olmayan bir geleneğe mensuplar.
Medeniyet kavramında beni hep rahatsız eden bir yön var. Bu da önemli ölçüde bu kavramın siyasal hamasetin merkezine oturan banal, itici, geçmişle yaşamanın şehvetine kapılanların vazgeçilmez ve en ucuz kullandığı bir kavrama dönüşmesi nedeniyledir. Bu kavramın sosyolojik bir olguya karşılık geldiğini düşünmüyorum. Bizim dışımızda sanki dünyada bir gerçekliği varmış gibi düşünülür. Oysa yoktur. Gökalp’in kullandığı pratik anlamın çok çok gerisinde bir kullanıma sahip oldu. Bugünkü siyasi alandaki zayıflığın, pek çok alandaki geri kalmışlığımızın öfkesi geçmişte “üstün bir medeniyet” kurmakla övünülerek aşılmaya çalışıyor. Gökalp’in başladığı noktadan bu toplumsal düşünce biçimi olarak ele alınarak işlenseydi çok farklı bir konumda olurduk. Güngör, Özakpınar’ın bu yöndeki gayretleri de geçmişin yarattığı şehvetin verdiği spekülasyonların karşısında boğuldu. Artık bu kavramlar terk edilmeli ve Türk toplumsal ve kültürel yapısına uygun yeni kavram çalışmaları yapmalıyız. Türk kimliğinin potansiyelini ancak yeni kavramlar geliştirerek yapabiliriz.
Sorunuzdaki kavramlar içerisinde en karmaşık olan ve hala üzerinde büyük tartışmalar yürütüleni “millet”dir. Modern anlamda Siyasi bir organizasyon olarak devletin “millet” ile olan ilişkisi doğal olarak hukuki ve siyasi karakterlidir. Bu ilişkiyi kuran ise bireyin vatandaşlık kimliğidir. Bireyin vatandaşlık kimliği yanında bireyler arası ve bireyin toplumla ve grupla olan ilişkisi açısından psikolojik, sosyolojik ve kültürel bir ilişkiler ağı yani içinde bulunduğu bir evren de vardır. Bu iki ilişki evrenini kanımca iyi sağlıklı bir şekilde belirlemek gerekmektedir. Bugün dünyadaki devletlerin büyük bölümü nasıl milli devletse, bu milli devletin kimliği de siyasi karakterlidir ve vatandaşlık olgusu ile tecessüm eder. Bu bağlamda her devletin siyasal bir kimliği vardır. Bireyin bütün yaşamını kuşatan devletin imkan ve kaynaklarından faydalanmasını diğer vatandaşlarla birlikte eşit olarak kullanmasını sağlayan mekanizma vatandaşlık kurumudur. Elbette birey sadece bu vatandaşlık kimliği ile varlığını sürdürmez. Ama devletle olan ilişkisini bu kurumlar aracılığıyla yürütür. Diğer yandan her devletin dayandığı sosyolojik ve kültürel bir yaşam evreni de vardır. Bu alanda farklı etnik, dini, mezhepsel, kültürel farklılıklar söz konusudur. Bu kimlikler ana statü kimlik olarak siyasal alanda varlık gösteremez. Gösterirse bir egemenlik alanı olan siyasi iktidar bir farklılıklar arası mücadele alanına dönüşür ki, 19. Yüzyıl Osmanlı dönemi ve bugün Ortadoğu ve Balkanlardaki kanlı görüntüler baş gösterir. Bu bağlamda Jean Leca’nın millet tanımı bana uygun görünür. Ona göre, “aynı ekolojik alan (bir kültür, bir pazar, bir egemenlik) üzerinde ki kültürel, ekonomik ve siyasal sistemlerin çakışma süreçleriyle birlikte aşağı kültürlerin standartlaştırılmış, homojen ve merkezi iktidar tarafından desteklenen bir yüksek kültürle bütünleşmesi”dir.[1]
Daha çok 19. ve 20.yy’da ortaya çıktığı ileri sürülen bir “milletler ve halklar meselesi”nden bahsedebilir miyiz, bugünkü hayatta bu kavramların önemi nedir?
“Milliyet ve halklar meselesi” ifadesi Marksizmdeki “millet” karşıtı görüşe çağrışım yapıyor. Halk veya milliyet kavramlarının ve bunların sosyolojik, kültürel ve psikolojik temsillerinin tanımlanması ve ilişkiler ağındaki konumlarının belirlenmesi pek çok değişkene bağlı olarak ortaya çıkar. Zamandan ve mekandan kaynaklanan bir “sorun” alanının varlığını ortaya çıkarmaz. Toplumsal, ekonomik, siyasi, düşünsel vb. alanlardaki dönüşümler baz alınabilir. Dinlerin kökenleri ve çıkış noktaları da “zaman” açısından binlerce yıla dayanıyor diye nasıl sorun menbaı kabul edilemezse milletlerde öyledir. Bugün modern milliyetçilik literatürü tamamen milletlerin modern bir olgu olup olmadığı üzerine yoğunlaşıyor ve yaklaşım farklılıkları da bu zeminde tebellür ediyor. Bu sebeple soru sorarken sık sık tırnak içinde bu kavramlara göndermede bulunmanız sıkıntılı. Anlatacağımız konuların tahrip edilme potansiyeli taşıyor. O yüzden cevap verirken bağlı kalmayacağım soru formatınıza. Ama içerik noktasına yanıtlamaya çalışacağım.
Millet kavramı tarihsel zeminde “toplumsal ve kültürel bir olguya” karşılık gelirken “halk” kelimesi “an”a vurgu yapar. Tarihsizdir. Hukuki bir kullanıma sahiptir. Bugün var olan mevcut toplumsal grup bir gerçeklik olarak “halk”ı gösterirken bu gerçekliğin tarihsel bir boyut kazanması o toplumsal grubun “millet” olmasını sağlar.
Millet, sosyo-kültürel-psikolojik olarak bireyin varoluşunu mümkün kılan bir evrendir. Farklı grup büyüklüklülerine sahip olsa da birey her zaman için bir grup içinde yaşar. Bireyin milletle ilişkisi de bu bağlamda önemlidir. İlişkiler ağının yaratılması bu ilişkiler ağıyla bir anlam dünyasının yaratılması hep grup içindeki var oluşla bağlantılıdır. Ama bu anlam yaratan grup alelade bir grup değildir. Her grupta anlam yaratılmaz. Her grup içinde bir ilişki bulunmayabilir. İşte bu ilişkiler ağını ve buna bağlı olarak da anlam dünyasını yaratan grubun bir ortak geçmiş tasarımı olması gerekir. Yani tarih bilinci. Tarih bilinci öznenin kendisini, grubunu, eşyayı, evreni nasıl anlamlandıracağının kaynağıdır, haritasıdır. Bu anlam dünyası “dil” ile de somut bir varlık haline gelir. Dil ve tarih yaratılacak anlam evreninin iki temel zorunlu unsurudur. Türk kültürünün gelişmesi ve başka milletlerce de alınması kültürün bu iki ana kaynağı bütün insanlığı kapsayacak evrensel nitelikli değerler konumuna getirmesi ile mümkün olabilecektir. İnsan varlığı ve inşa ettiği bütün yapılar için vazgeçilmez önemde olduğu için büyük grup kimliği yani millet son kertede bugün diğer kimlik formları ile kıyaslanamayacak bir dinamiğe ve işleve sahiptir.
Türk milleti sizce nedir; bir soy birliği mi yoksa kültürel bir birlik mi? Mehmet Akif Ersoy’u, Şemsettin Sami’yi, Tatyos Efendiyi, Sarkisyan’ı, Ahmet Haşim’i, Zenci Musa’yı nasıl değerlendirmeliyiz?
“Millet”i bir soya indirgeyen ve bunun üzerinden tanımlayan Avrupalı Türk Milleti’ni tanımlarken de soya indirgemeye çalışır. Onların taklitçisi kimi liberal, sosyalist ve ilginçtir İslamcılar da Onların zihniyet kalıplarıyla Türklüğü algılamaya meyillidirler. O yüzden saydığınız isimlerin Türk olabileceğini tasavvur edemezler. Türklük Türkiye’de kimlik “ırkçılık”, “resmi ideoloji”, “asimilasyon”, “etnikçilik”, “inkar” gibi peşinen olumsuzlanan kavramlar seti üzerinden tartışılır. Türk kimliği bu noktada bütün varoluş temsilleriyle “öteki” görülmesinin ötesinde “lanetlenir”. “Türklük” karşısında “Kürtlük”, “Ermenilik”, “Rumluk” öncelenir, bir bakıma kutsanır. Bu arada “Türkiyelilik”, “Çokkültürlülük” bütün olumlu anlamlar ve algılarla içeriklendirilmektedir. İlk bakışta sergilenen tavrın bir aidiyetlik tespiti değil de Batıcı renkteki liberal, sosyalist, İslamcı Kürtçülerin tezlerinin farklı biçimlerde bir ifadesi olduğu gözlenmekle birlikte dikkat çeken husus Türk kimliğinin statüsünün tasfiyesi olduğu görülmektedir. Bunun içinde kullanılan argümanlar: Türklüğün etnik kökene göndermede bulunurken, Türkiyeliliğin etnik kökeni aşarak coğrafya merkezli bir aidiyetliğe işaret ettiği iddiasıdır. Türkiyelilik tezinin özünü Türkiye’nin çok etnili, dinli, kültürlü halklardan müteşekkil bulunduğu, Türklüğünde bu etnik gruplardan sadece biri olmasına rağmen Cumhuriyetle birlikte haksız yere devlet kimliği kabul edilerek diğer farklıklara karşı baskı ve asimilasyonun kaynağı haline geldiği aksiyomu yer alır. Buna karşılık Türkiyelilik ülkedeki bütün etnik grupları, dinleri ve mezhepleri kabul ettiği, daha doğrusu anayasal düzlemde tanıdığı için, Türklükten daha kapsayıcı ve kucaklayıcı olduğu iddiasıdır.
Türk kimliğinin anlam alanı dar bir etnisite kavramı ile kategorileştirmek bu kimliğe haksızlık olur. Özellikle Balkan savaşları ve sonucunda kaybedilen vatan parçasından büyük bedeller ödeyen Türkler ve Müslümanlar kitlesel göçler neticesinde çok farklı etnik grup bu ülkeye gelmiştir. Bunların her biri Türk kimliğini sadece bir dil ve kültür değil, acı hatıraları, kaderi, edebiyatıyla benimsemiş ve önemli katkılarda bulunmuştur. Bir vatan kaybı ve katliamlar bu toplulukları birleştiren ve birer güçlü kimlik unsuru haline gelesine yardımcı olmuştur. Katkı zaten özdeşleşmenin bir göstergesidir. Milli mücadelede farklı etnik kimliğe mensup kişilerin yaptığı paha biçilmez katkı da bize Türk kimliğinin nasıl kapsayıcı bir hal aldığını gösterir. Bugün Kürtçülerin görmezden geldiği kimi Kürt kökenli aydınların geçen yüzyılın başında yaptıkları kimlik tartışmasında Türklüğün kapsayıcılığına yaptıkları vurgu önemlidir. Ziya Gökalp’in yetişmesinde katkısı olanlara baktığımızda ne demek istediğimi anlarsınız.
Millet ve milli devlet gibi hâlâ geçerliliğini koruyan varlık formları sanayileşme, kentleşme, okullaşma, kitleselleşme gibi sosyolojik ve iktisadi yapılardaki dönüşümün bir sonucudur. Bu süreç tek yönlü değil karşılıklı olarak çeşitli ilişki formlarında görünürlük kazanmıştır. Yani entegrasyon ve çatışma bu süreçte görünebilmiştir. Milli devleti ve millet oluşumunu sürekli asimilasyonla, farklılıkları yok etme, soykırım, savaşlar tarihi gibi “yok edici tarihi süreç” olarak değerlendirirler. Marksistler, liberaller, bunların kuyruğuna takılan muhafazakâr-İslamcılar bu söylemi dillendirirler. Bu söylemi hakim kılmaya çalışırlarken de sanki Batı düşüncesi de bu söyleme bütünüyle sahipmiş gibi bir üslup benimserler. Oysa hakikat böyle değildir. Batıyı çevirdikleri Marksist literatürden ibaret sanan bizim nominalist aydınlar/entelektüeller kendi niyetlerine uygun örnekler bulmakta mahirdirler. O yüzden de özgün bir görüş ortaya koyamazlar. O yüzden “millet yoktur” diye yazıp çizen anlı şanlı liberallerimiz 15 Temmuz İslamcı darbe girişiminden sonra “Şanlı Millet” diye kitaplar yazmaya başladı. İslamcı kalemler “biz gerçekten bir milletmişiz” diye makaleler döşemeye başladılar. Kısacası bu aydınlar hiçbir zaman toplumu kendi gerçekliğinde doğru bir şekilde okuyamamıştır. Toplumda ne görmek istiyorsa öyle görmek istemiştir. Aslında bunun farkındadırlar.
Yukarıda ismini saydığınız ve her biri rol model olan şahsiyetler Türk kültür ikliminde yetişmiş insanlardır. Farklı ideoloji mensubu olsalar dahi vatan söz konusu olduğunda milliyetçi bir duruş sergilemişlerdir. “Biz farklıyız” diyen yine dönemin pek çok Osmanlı paşası ve aydını da kendi etnik kimliklerinin davasını gütmüşler ve içinde yetiştikleri topluma ve devlete karşı savaşmışlardır. Burada önemli olan saydığınız isimlerin ne ölçüde Türk eğitim sistemi içinde anlatıldığı ve kültürümüzün bir değeri haline geldiğidir. Sorgulamamız gereken budur. Kendine İslamcı diyen bugünün aydınları Akif’e nasıl saldırıyor görüyorsunuz. Bu saldırının anlamı ne?
Türkiye için, kimileri kurucu unsur Türklerdir, millet önemlidir derken, kimileri mozaikten bahsediyor. Ne dersiniz?
İbn Haldun’un asabiye kuramından beri devletlerin bir kurucu unsuru olduğunu biliyoruz. Haldun böyle dediği için kurucu bir asabiye yok. O sadece mevcut bir realiteyi gözlemledi ve kuramlaştırdı. Bu devletlerin vazgeçilmezidir. Kurucu bir unsurun varlığı çok-kültürlü bir toplumsal yapının alternatifi değildir. Birbirlerinin alternatifi değildir bunlar. Sonuçta çok-kültürlü bir devlette de kurucu unsur vardır. Mesela Amerika’da kurucu unsur WASP diye formüle edilen beyaz, Anglo-Sakson-Protestan gruptur. Bunlar Ülke genelinde nüfusun %10’unu oluştursa da önemli değil. Amerikan devletini kuranlar bunlardır. Almanya’da Almanlar, Rusya Federasyonunda Ruslar. Bu grupların dili resmi dil statüsündedir. Kültürleri de merkezi kültürdür. Saydıklarımız modernleşmesini tamamlamış devletlerden örnekler sadece. Varsayalım ki Türkiye çok-kültürlü bir toplum. Bu durum Türklerin devletin kurucu unsuru olamayacağı anlamına gelmiyor.
Şimdi pek mozaikten bahsedilmiyor. Bu kavram 1990’ların siyasi atmosferine ait. Çok-kültürcülük şimdilik kullanılan ideolojik-araçsal terimdir. Bilinen bir ayırımı burada tekrarlamak lazım. Çok kültürlülük bir sosyolojik olguya karşılık gelir. Bu anlamda çok kültürlü olmayan bir toplum dünya üzerinde çok azdır. Genel de bütün toplumlar çok kültürlüdür. Fakat çok-kültürcülük bu çok kültürlü sosyolojik yapının üzerine siyasi bir projenin hayata geçirilmesini ifade eder. Siyasi örgütlenmenin etnisite merkezli olarak yeniden düzenlenmesidir. Bu modelde ulus-devletin milli kimliğinin yerini çok etnikli kimlikler alır. Bu alış siyasal işlevi haizdir. Siyasi örgütlenme toplumdaki farklılıklar ekseninde gerçekleşmesi anlamına gelir. Bu anlamda dünyada bir devlet yok. Yok ama sanki bütün devletler bu modele geçmişte bir tek biz kalmışız gibi bir söylem geliştirilmiştir. Bu söylem hem liberal ve sol çevrelerde hem de İslamcı çevrede hakimdir. Ortak düşman daha doğrusu bütün toplumsal ve siyasi sorunların kaynağı Türk Kimliği olarak belirlenince doğal olarak bu kimliğin karşısındaki bütün modeller kutsanır duruma geliyor.
Zaman zaman çok-kültürcülükle eşanlamlı olarak Türkiyelilik kavramı da kullanılır. Buradaki kullanım mantığı da aynıdır. Türk kimliğinin yerine ikame edilecek farklı etnik kimliklerin siyasal anlamda tanınması ve bu zeminde yeni bir örgütlenme modelini ifade eder.
Sözcüklerin taşıdığı anlamlar tarihi süreç içerisinde oluşur. “Türklük etnik bir kimliktir, diğer etnik kimlikleri kapsamaz. Bu sebeple bütün farklılıkları kapsıyor ‘Türk’ yerine ‘Türkiyeli’ diyelim” gibi bir düşünce bir olgunun ifadesi olmaktan ziyade ideolojik arzuları ve olması istenilen duyguları ifade etmesi bakımından önem taşır yoksa bilimsel bir temeli yoktur. Bu tanımlama gayri ciddi bir yaklaşımdır. Kimlik, temelde birey ve grup arasındaki manevi bir ilişki biçimidir. Bu ilişki biçimi özneler arasında ortak duygu, değerler, düşünceler, davranış örüntüleri yaratır. Böylece anlam evreni inşa edilir. Anlam kültürün ve milletin varoluş koşuludur. Buradan da anlaşılıyor ki anlam özne kaynaklıdır ve özneler arası ilişki sonucunda varlık kazanır. Oysa özne nesne ilişkisi ise anlam yaratmaz. Çünkü nesne cansızdır. Nesneye anlam veren de öznedir. Bu sebeple mekân yani nesne bir kimlik öznesi olamaz. Bu bağlamda Türklük de aynı anlam ve simge yapılarına mündemiç bireylerin yarattığı bir kimliktir. Türkiyelilik ise sadece bir coğrafi varlıktır. Fakat özne ona bir anlam verir ve “coğrafyadan vatana” evrilir.
Referandumdan sonra sonuçlar üzerine yapılan bir tartışmada hükümet kontrolündeki SETA Başkanı “referandum sonucundan Türkiyelilik çıktı” gibi çıkarımda bulundu. Elbette referandumun hangi verisine bağlı olarak Türk kimliğinin yerine Türkiyeliliğin geçmesi yönünde bir sonuca varıldığı bilinmiyor. Sadece hükümetin Kürt açılımı ile başlayan kimlik dönüşümü daha doğrusu siyasal kimliğin yani Türk kimliğinin tasfiyesine yönelik programın yeniden gündem getirilmesi olarak yorumladım. Zaten sonraki günlerde yeniden hükümetin sözcülüğünü üstlenen kimi yazarlar üzerinden Açılımın yeniden gündeme getirilmesi de PKK terörünün biraz azalması akabinde hemen yeni Açılım sürecinin başlayacağından emin olabiliriz. Bu bağlamda benim üzerinde durduğum Türkiyeliliğin bütün tarihsel tecrübedeki ve bilimsel nitelikteki zafiyetine rağmen ısrarla gündeme getirilmeye çalışılması. Çok kültürcülük ve Türkiyelilik gibi kimlik merkezli tartışmalar son kertede Türk kimliğinin etki ve işlev alanının daraltılması ve/ya yok edilmesine yönelik bir zihinsel arka plan dayanır. İdeolojik saplantıların güçlü yönlendirmesi de gündemde sürekli yer bulmasına veya buldurulmasına sebep olmaktadır. “Türk muhafazakarları” diyeceğim ama Türk kimliğiyle sorunlu oldukları için diyemeyeceğim Türkiye muhafazakar aydınlarının Türk kimliğine karşı duydukları hoşnutsuzluk ve kimi zaman kin ve nefrete varan boyutu yüzünden “tarih” hep ıskalanıyor. Osmanlının son yüzyılının incelenmesi aslında bu Osmanlılık, çokkültürlülük gibi politikaların nasıl başarısız olunduğunu acı tecrübelerle bize göstermektedir. Coğrafi temelli bir aidiyet olarak savunulan Türkiyeliliğin tarihsel, kültürel ve psikolojik temelli bir aidiyetlik olan millet yerine ikame edilemeyeceğini çeşitli çalışmalarında bu fakir ortaya koydu. Özellikle Araf’taki Kimlik Türklük çalışmasını düşüncelerimi genişçe öğrenmek isteyenler için öneririm.
Bu sorunu anlamak için millet, etnisite, çok kültürlülük, Türkiyelilik gibi kavramların anlam dünyalarını ve işlevlerini bilmek gerekir. O zaman bu kavramların ne ölçüde toplumsal gerçekliğimizi temsil edebileceğini görürüz. Millet tanım itibariyle her toplum için tekil bir anlam taşır. Bu özgün karakteri genel bir millet tanımı yapımını engeller. Milliyetçilik literatürü de, yukarıda belirttiğim gibi, zaten bu tanım sorununu çözmek üzerine kurulmuş gibidir.
Öncelikle etniklik “ırk”a göndermede bulunmaz. Ana kültürden gözlemlenebilen farklılıktır. Başka bir açıdan farklılıklar arasındaki ortak değerlerin somut göstergesi olan milli kimliklerin bir boyutudur. Alternatifi değildir. Bireyin merkezi kimliği modernizmde milli kimlik iken post-modernizmde kimlik çoğulculaşmış, sabit bir tanımdan uzaklaşmış ve muğlâk bir belirsizliğe hapsedilmiştir. Çünkü modernizmin belirgin vasfı, bütünleştirici, süreklilik sağlayıcı, sabitleyici, ortak iyi iken post-modernizmin ki, çoğulcu, kesiklik, parçalayıcı ve “bencil” bir göreceliktir. Milli devlet ve dolayısıyla modern siyasal özne anlayışında “uzlaşı”, “mutabakat”, “ortak iyi” önemli ilkeler olarak yer bulup ve “vatandaşlık” gibi bir kurum üzerinden işlevselleştirilirken post-modern tasavvurun öznesi uzlaşıyı olumsuzlar. “Birliğe” ve “bütünlüğe” reddiye yazan yaklaşıma göre, “uzlaşı” farklılıkların türdeşleştirilmesi sonucunu doğurur. Bu sebeple her öznenin kendi kimliğini kendisinin belirlemesi gerektiği üzerine vurgu yaparak farklıkları kutsar.
Bazen vatanseverlik kutsanırken milliyetçiliğin olumsuzlandığı bir duruma göndermede bulunur bu kutsama. Sanki millet ayırıcı, farklılaştırıcı iken vatan birleştirici, bütünleştiricidir. Oysa vatanseverlik de milliyetçiliğin bir cüzüdür. Vatan da milliyetçilik gibi modern bir olgudur. Mesela Osmanlı’da vatan kutsal değildi. Dünyanın başka ülkelerinde de aynı şekilde. Farklı tarihsel zaman diliminde aynı sosyolojik koşullarda ortaya çıkmıştır. vatan/mekan/coğrafya merkezli yaklaşımlar öznenin milliyetçilikteki aidiyet biçimlerine has olan bilinçliliği gözardı ederler. Milliyetçilikte özne milleti oluşturan unsurlara bilinçli bir bağlılık duyar. Bu bir değerdir. Kendini bu değerlere feda edebilir. Canın feda edildiği bu değerler manevidir. İnsanın kişiliğini yoğurur.
Türkiye’nin bir etnik meselesi var mı, başka bir ifadeyle “Kürt Sorunu” söz konusu mu?
Türkiye’de Kürt sorunu var mı yok mu, gibi bir soruya kısaca “evet” veya “hayır” diyemem. Türkiye’nin siyasal ve sosyolojik değişimine/dönüşümüne bağlı olarak iki zaman dilimine ayırabilirim. Özellikle AKP’nin Kürt Açılımı politikası bu iki zaman diliminin dönüm noktasıdır. Bu bir çelişki gibi görünür ama değildir. Ben bir durum tespiti yapıyorum. Kürt Açılımından önce olumu bir yanıt vermedim. Yazdığım kitap ve makaleler de bu yaklaşım hakimdir. Fakat Kürt Açılımında katedilen mesafeye bağlı olarak artık bir Kürt sorunundan bahsetmek zorunda kalıyoruz. Çünkü toplumun aidiyet, kimlik gibi temel kategorilerinde ciddi bir parçalanma yaşandı. Bu parçalanma da bizatihi iktidar eliyle yapıldı. Muhafazakar ve İslamcı bir partinin Kürtçü bir söylemi benimseyerek yürüttüğü bu politika yıllarca PKK’nın yürütüp de çok az başarı sağladığı etnik kimliğin ortaya çıkışı, keskinleşmesi büyük bir aşama kaydetti. Bu durum da doğal olarak ortak kimliğin parçalanmasını beraberinde getirdi. Dün komşumuz Ayşe Teyze, Ahmet Amca iken bugün artık “Kürt komşumuz”, “Arap komşumuz”, “Çerkez komşumuz” oldu. En yakınımızdaki insanlarla ilişkimizdeki formun bu radikal değişimi önemlidir. İşte artık bir Kürt sorunundan bahsedebilmekteyiz dediğim durum bu. SONA DOĞRU kitabımızda bu durumu “Ontolojik ırkçılık” olarak tanımladım. Sert katı cemaat yapıları oluşturarak politik süreçte iddia sahibi olmayı amaçlayan kimlik politikaları özellikle çok-kültürcüler birbirinden bağımsız, soyut, ilişki kurmayan, etkileşmeyen bir kimlik tasavvur ederler. Bir birinden bağımsız bu kimlikler kutsanır. Kendi başlarına değerdirler. Bu ontolojik ırkçılıktır.
Kimlikler son aşamada bir inşa ürünüdür. Kimlik farklılıktır. Her kimlik kategorisi bir diğerinden gerek biçim ve gerekse anlam dünyası açısından farklılığı temsil eder. Toplum tek tek bireylerin toplamından oluşmaz liberallerin iddia ettiği gibi. Birey kendi özgün varoluşuyla grup içinde anlam taşır. Birey sürekli ilişki ve etkileşim halinde bulunduğu için kendi özgünlüğünü de aşarak grup olarak da bir kimlik inşa eder. Soyut, donuk, anlamsız bir birey yoktur toplum içinde. Diyalojik yapısıyla hem kendini hem de toplumu inşa eder. Bu durum da bize göstermektedir ki, kimlikler diğer kimliklerle sürekli ilişki kurar.
Millet kimliği de farklı etnik ve kültürel kimliğin ötesinde ortak yaşama iradesine göndermede bulunur. Çünkü milli devletlerle belirli mekânlarda uygulanan ve örgütlenen iktidar eğitim, sanayileşme, kitle iletişim araçları, kentleşme gibi dinamikler üzerinden güçlenen ilişki ağıyla yeni bir kimlik inşa etmiştir ki bu milli kimliktir. Tikel kimliklerin korunması yanında bu tikellerin üzerine hepsinin katkısıyla yeni bir kimliktir bu. Bazı ulus-devletlerin zayıf kültürel yapıları ve entegrasyon mekanizması zayıf olduğu için asimilasyonu devlet gücüyle bir süre yürütmüşlerdir. Katliamlar, soykırımlar, zor ve eğitim yoluyla gerçekleşmiştir. ABD bunlardan biridir. Fakat farklılıklar bütünleşmeyi tehdit eden bir konumdan çıkınca ve devlet de güçlü bir ekonomi ve kültürle dünya siyasetinde etkin rol oynamaya başlayınca asimilasyona gerek kalmamıştır. Bu bağlamda modernite ve ulus-devlet karşıtlarının ulus-devlet eşittir asimilasyon, tek tipleştiricilik gibi bir indirgemeciliğe varan söylemleri gerçekliği yansıtmaz sadece bir boyutunu ifade eder. Diğer devlet modellerinden bu konuda bariz bir farklılığı temsil etmez. Farklı toplumlar tarihsel birikimlerine bağlı olarak milletleşme dediğimiz süreci yaşarken çeşitli özgün ve genel sorunlarla karşılaşmışlardır. Okullaşma, sanayileşme, kentleşme, kitle iletişim araçları gibi toplumsal ve ekonomik süreçler de kendiliğinden güçlü bir entegrasyon işlevi görür. Bu noktayı gözardı etmemek lazım. Modernlik eleştirmenleri sadece siyasi müdahaleyi tek belirleyici olarak öne sürmeli ideolojik bir indirgemeciliktir. Her toplum ortak bir kimliğe ihtiyaç duyar. Batı’da çokkültürcülüğün kuramcıları da farklı kültürleri siyasal alanda tanımış olsalar da sonuçta ortak bir yaşam kültürünün oluşturulmasını zorunlu görürler.
Bu anlattıklarımız bağlamında Türkiye’nin çok uzun bir dönemin sonucunda elde ettiği kazanımlar Kürt Açılımı ile zirve yapan etnikçi ve Türk kimliği karşıtı politikalarla yok olma sürecine girmiştir. Kürtler başta olmak üzere etnik gruplar siyasallaşmaya başlamış ve milli kimlikten kopuş hızlanmıştır. Kentlerdeki entegrasyon tersine dönmüştür. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, bir ülkede etnik bir sorundan, veya Kürt sorunundan, bahsedebilmek için bazı koşullar gerekmektedir. Mesela bir kişi etnik kimliğinden dolayı ülkenin herhangi bir yerinde ekonomik etkinlikte bulunamazsa, belirli eğitim kurumları kendilerine kapalıysa, toplumsal ilişkiler içerisinde dışlanıyorsa o ülkede etnik bir sorun yani Kürt sorunu var demektir.
Bugünkü Türkiye için, “milliyet ve halklar meselesi” nasıl yorumlanmalıdır? Milliyetçilerin ya da milli düşünenlerin “milliyetler ve halklar” konusundaki görüşü-ideolojik değerlendirmesi nasıl olmalıdır?
Avrupa’daki tarihsel bir takım gelişmeler ve tecrübeler sonucunda oluşan açıklama modelleri vardır. Avrupa merkezci yaklaşımlar bu iki modelin olumlu yönlerini kendilerinin de yer aldıklarını düşündükleri “olumlu millet/milliyetçilik” kategorisine sokarken olumsuzlukların yer aldığı niteliklere sahip model de Avrupa-dışı toplumları açıklamak için kullanılır. Bunlar Alman ve Fransız modelleridir. Bu açıklama biçimleri Avrupa zihniyet evreninde ciddi bir indirgemeciliktir ve sorundur. İlk dönem milliyetçilik kuramcıları milliyetçiliği tasniflerken Batı merkezli bu yaklaşımları benimsemişledir. Bunlardan biri vatandaşlığa, eşitliğe, evrenselliğe vurgu yaparken diğeri dile, kültüre, tarihe, etnisiteye dayandığı iddia edilir. Yani bir kategorik olarak olumlanır diğeri de olumsuzlanır. Oysa bu ilkeler arsında bir ayırım yaparak belirli milletlere bunu atfetmek çok yanlıştır. Çünkü her millet bunlara sahip olabilir. Erol Göka bu tasniflemedeki zayıflığı çok iyi yakalamıştır[2]. Göka’ya göre, 19. yüzyılda gündeme gelen devrimler ve milliyetçilik yüzyılı olarak adlandırılması sürecinde, Fransa’da ortaya çıkan milliyetçilik, siyasal ve popülist bir nitelik taşımaktaydı ve halkın bir davaya adanmış yurttaşlar topluluğu olarak kutsanmasına yol açmıştı. Ama çok kısa bir sürede “yurttaşların birliği” şeklindeki “ulusal bilinç” “Fransız birliği” bilincine, devrimi savunma iradesi bir “Fransız misyonuna”, devrimin beşiği Fransa “kutsal vatan”a dönüşmekten geri kalmadı; Napolyon Fransa’sı kendinden türeme idealleri savunan direnişleri yok etmeye çalışmak gibi bir trajediyi yaşamak zorunda kalmıştı. Tarihsel gerçekler, idealleri ters yüz etmişti. Tarih sahnesine sonradan çıkan Alman ulusal anlayışı, yurttaşlık yerine soy, toprak ve kültür gibi “ilkel” kavramlara dayandığı için küçümsense ve eleştirilse de, Fransız gibi eşitlik ve özgürlükten konuşup, Alman gibi davranmak insanlığın gündemine artık çıkmayacak şekilde yerleşmişti. Fransa, bugün Avrupa’nın en büyük göçmen toplumudur. Cumhuriyetçi ideallerle çok-kültürcülük taleplerinin tazyiki arasında sıkışıp kalmıştır. Orada insanlar Fransız dilini öğrendikleri, kendilerini Cumhuriyet’e adadıkları, çocuklarını devlet okullarına gönderdikleri ve Bastille gününü kutladıkları ölçüde yurttaştırlar. Azınlık ve göçmenlerin Fransa’dan kendilerine özgü yaşantıları için özgürlük talep etmesi imkânsızdır. Fransa, “Alman kültür devleti” modelinin en güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır.
Milliyetçiliğin herkesin üzerinde anlaştığı bir tanımının yapılamayışının sebebi her toplumda farklı bir milliyetçilik algısının ve anlayışının gelişmesindendir. Bileşenleri ve bunların arasındaki arasında işleyişi ve hiyerarşik öncelik milliyetçilik tanımının zorunluluğunu gösterir. Milliyetçilik milletin tanımına bağlıdır. Yani toplumların farklı bir tarihselliğe sahip olması, özgün ve tikel kültüre, norm ve değerlere dayanması ve bunların zemininde bir ilişkiler sistemi geliştirmesi siyasi yapının niteliğini biçimlendirir. Bir devletin jeopolitik konumunun veya dış tehlikeye göre de millet tanımlamasının renklendirildiği görülmektedir.
Türkiye’de çok farklı kaynaklardan beslenen ve öncelikleri farklı olan milliyetçilikler vardır. Ben Ülkücü Türk Milliyetçiliği kavramını çeşitli eserlerimde kullandım. Düş ve Düşünce dergisinde detaylandırmaya çalıştım. Yani diyeceğim, ben Ülkücü Türk milliyetçiliğinin artık net olarak vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. Kültürel ve etnik “öz”ün keskinleştirilmesinden uzaklaşması lazım. Yurttaşlık merkezli siyasi bağlılık öne çıkarılmalıdır. Bu kültürel ve etnik kimliğin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ama bugün aynı kültürü, dini, yaşam biçimini, dünya görüşünü savunan “türdeş bir millet” algısından vazgeçmemiz ve daha esnek, kapsayıcı, hukuki ve siyasi kaynaklı bir dayanışma odakları yaratılmalıdır. Daha doğrusu biz böyle bir yaklaşım benimsemeliyiz. Bu yaklaşım gerçek anlamıyla bir milli kimliğin yaratılması için elzemdir.
Kıymetli İkbal Hocam, verdiğiniz bilgilerle, yaptığınız değerlendirmelerle çok önemli bir içeriğe ulaşan bu ufuk açıcı, yol gösterici söyleşi için içtenlikle teşekkür ederiz.
Sayın İkbal Vurucu, Pamukkale Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir.
Dipnotlar
[1] Tean Leca “Uluslar ve Milliyetçilik” (çev: Sinan İdeman), ist, 1997, s: 13
[2] Erol Göka, “Bugün: Dünün ve Yarının İlginç Bir Karışımı”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 52, 1998, s. 1-30; ayrıca bkz: L. M. Friedman, Yatay Toplum, (Çev.) Ahmet Fethi, İstanbul, Kültür Yayınları, 2002, s. 151.