Ne Elmadır Ne de Nar…
Pazar günleri fırsat bulduğum zaman köye giderim. Köye dediysem köyün içine değil de tarlaya. Uzayan yollarda türkü dinlemek ne güzel olur.
Yine böyle bir gün yola düştüm, arabada türküler söyleniyor. Aylardan Mart, hava soğuk mu soğuk. Yanıma da bir tatlı aldım, düşüncem şu; yalnız ve türkülerin sıcaklığında köye gideyim, tarlaya bir köşeye oturayım, yarım saat kadar dağları seyredeyim. Tatlıyı da yer dönerim.
Tarlaya vardım. Baktım bizim köyden bir vatandaş tarlamızdan geçen su borusu patlamış, onu tamir etmeye çalışıyor. Selam verdim, az ilerideki tahta sedire oturdum. El ele halaya duran dağlar karşımda. Dağların eteğinden çay akıyor. Hani Arif Nihat Asya diyordu ya “Çaylar, dereler dağların kolyeleridir.” Aynı öyle…Dağları seyretmeye başladım. İçimden de dağların tepelerindeki karlara bakarak türkü söylüyorum.
“Dağlar siz ne dağlarsız, Kardan kemer bağlarsız, Gül sizde bülbül sizde, Siz ne derde ağlarsız… Oy dağlar…”
Aklım da tatlıda. Su borusunu tamir eden arkadaş işini bitirip gitse de ben de tatlımı yesem, sonra da şehre dönsem diye düşünüyorum. Ama iş bir türlü bitmiyor. Aradan bir saate yakın zaman geçti, üşüdüm de. Tatlıyı yerim ama ayıp olur gibi geliyor. “Keşke iki tane getirseydim” diyorum, adam hâlâ çalışıyor. Uzun bir süre bekledim, iş bir türlü bitmeyince dönmeye karar verdim. Su borusunu tamir eden adamın yanından geçerken “Ben gidiyorum, bu tatlıyı da yersin” diye yanına bıraktım. Baktım adamın yanında bir elma. Ama mevsimi de değil, elmayı uzattı; “Bu elmayı geçen yıldan saklamıştım. Burada yerim diye yanıma almıştım. Siz gelince yemek istemedim, sizin nasibinizmiş bu elma, buyur.”
Bu Anadolu’nun “söğüt insanları” böyleydi işte. Dağküplü’de elma, Toroslarda nar olurdu…
Türkülerimizden biri şöyleydi;
“Mendili işle yolla, İşle gümüşle yolla, İçine üç elma koy Birisini dişle yolla.”
Hayallere dalmışken bakıyorsun bir mendille üç elma gelmiş. Birinde diş izi, hepsinde göz işi var. Say ki gökten düşen üç elma.
Hani bir zat elindeki tespihi çeke çeke, aheste aheste yürüyormuş. Bakmış elinde çıkını ile bir kız geliyor, sormuş; sormuş;
-Nereye gidiyorsun?
-Sevdiğime elma götürüyorum.
-Kaç tane?
-Aaa…İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?
Tespihin ipini koparmış adam, tane tane dağılmış. Dağılan tespih mi, adam mı bilinmez.
Bizim sevdiğimiz fidan boyludur, ceylan gözlüdür, elma yanaklıdır, kiraz dudaklıdır.
Kiraz fidanı biraz büyüdüğü zaman kabukları açılmaya başlar. O açılan kabuklardan sazımıza mızrap yaparız. O kabuk sazın göğsünde tel tel canlanır.
“Dağlardır dünyanın tuğu, Aşk, dünyanın varı, yoğu, Can bulur kiraz kabuğu, Saz göğsüne yaslananda…”
Dilaver Cebeci Ağabey’de Saz’ı için şöyle diyordu bir yazısında…
“Bir sazım olsa, göğsüne ortası kanlı bir yürek resmi yapardım. O kadarcık mı? Sapına da bir çiçek… papatya mı desem, lâle mi, çiğdem mi? Herhalde kocaman bir papatyayı tercih ederdim. Tellerini özene bezene gerer, iyice bir düzen verirdim. “Teller muradını alırdı” Onu dost bilirdim. Bir askerin tüfeğine baktığı gibi bakardım, canım gibi severdim.”
“Bir sazım olsa, kolunun tam ucuna beş renkli bir püskül asardım: Mâvi, yeşil, kırmızı, siyah ve sarı… Niye siyah ve Niye bu renkleri seçtiğimi, püskülünün neden bir tuğu andırdığını sorardılar elbet. Nasıl candan , yürekten, şevk ile ile anlatırdım. Hatta beş rengin sırrını bile söylerdim. Sonra öyle eski bir türküye başlardım ki Sonra , dinleyenler önce birbirinin yüzüne bakıp, ağızları açık kalırdı. Sazımın telleri duyulmamış sesler çıkarır, ben, duyulmamış türküme devam ederdim.”
Biz dağlarla, ağaçlarla, turnalarla söyleşirdik, dertleşirdik. Sazımızla da…
Sazımız Dede Korkut mayalıdır bizim. Yesevi hikmetlerini, ahlakımızı, sevdamızı, gurbetimizi tel tel uzata geldiler köşe bucak…
Aşık Veysel sazıyla halleşmiş, ona vasiyet etmiş;
“Ben gidersem sazım sen kal dünyada Gizli sırlarını aşikâr etme Lâl olsun dillerin, söyleme yâdâ, Garip bülbül gibi ahuzar etme.”
Şöyle bitirmiş sözünü;
“Sen petek misali Veysel’de arı, İnleşir beraber yapardık balı, Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı, Ben bir babamı sen ustanı unutma.”
Rahmetli Yetik Ozan (Dr.Turgut Günay) Bağlama şiirinde şöyle demişti;
“Her sevgi bir düğüm atmış koluna Dokundukça inler yarası vardır. Irak gönüllerin uçurumuna Ezgiden bir köprü kurası vardır.”
Şiirin başka bir kıtası da;
“Aslı saçlarını yönüne sermiş, Altı tel koparıp göğsüne germiş, Kerem yarasından bir kabuk vermiş, Sızlaya sızlaya vurası vardır.”
Halbuki neydi bağlama? Ali Akbaş Ağabey yazmıştı;
“Bağlama dediğin üç tel, bir tahta, Ne şaha baş eğmiş,ne taca tahta, Tüm dertleri özetlemiş bir âh’ta Bozkırda naradır bizim türküler…”
Türküler bizi söylerdi velhasıl.
Bizi alır götürür bir yerlere bırakırdı.
Nevzat Köseoğlu Ağabey “söğüt insanları” severdi, “nar satan çocukları”da… “Kalem yazacağım diye kâğıda yaslandı mı sırtına dağlar yüklenir” diyordu ve ilave ediyordu. “Birlikte türkü söyleyebildiklerimiz benim milliyetimdendir” çünkü; “mahşerde türkülerle birbirimizi tanıyacaktık.”
Söğüt, bazen dört yapraklı yonca olurdu. “Söğüdün yaprağı narindir, narin” diyorduk. “Söğüt’ün erenleri” de bizi söylüyordu, bize söylüyordu.
Dal dal Söğüt’ün çınarı da bizimdi, gönlümüzü yıkadığımız türkülerin pınarı da…
Hem elmaydı, hem de nar…