Sait BAŞER
“Duygusallık” suçlaması, anlama konusunda “soğukkanlı” olamayanlara atfedilen bir sıfat. “Suçlama”, dikkatli okuyucudan kaçmaz ki; bir aksama, yanlış yada hatâ durumunda söz konusudur. O perspektife göre, “anlama” veyâ “anlamlandırma” esnâsında duygular devrede bulunmamalıdır!
Pekâlâ bu mümkün müdür?
Duygulardan soyutlanmış bir anlama olabilir mi?
Anlama konusu, dikkatin tevcihinden bağımsız kalabilir mi? Dikkatler, hassâsiyetlerden bağımsız mıdır? Hassâsiyet duygusuzluk mudur, yoksa tam da duyguların yoğunlaşmasıyla mı alâkalıdır? “Algıda seçicilik” denen yöneliş sebebinde, hem de keskinleşmiş duygularımız yok mudur?
Soruları aynı zamanda cevap sayalım isterseniz.
Hem de “duygusallık” halini bir itham konusu olmaktan çıkaralım…
Duyguların, anlamanın ilk sebebi, anlama mesâîsi süresince de motivasyonun ta kendisi oluşuna sanırım itiraz gelmez.
*
Anlama ile duygularımız arasındaki ilişki kaçınılmaz bize göre.
Asıl üzerinde durulması gereken nokta, hangi duyguların, anlamaya ne yönde tesir yaptığı konusu olmalı.
Öyle ya! Sevgi veyâ şefkat kaynaklı duygular penceresinden uyanan anlamalarla; korku eşliğindeki, nefret veyâ haset eşliğindeki anlamalar aynı yere mi çıkar?
Anlamalarımızın denetimine soyunsak, yapacağımız ilk hamle fikirlerde tashih yapmak mı olmalı, duygularımızın yönlendirmelerine uyanmak ve asıl analize, denetime orada girişmek mi?
Neden bâzı kimseler hamiyet, muhabbet yâhut özveri üzerinden anlamlandırmaya girişirlerken; bir diğer grupta belirleyici duygulardan ilk harekete geçenler kıskançlık, hırs, mülklenme, riyâset… gibi olumsuz duygular olur?
Elbette duygularımızın uyanış hiyerarşisindeki önceliklerin şekillenmesinde, yaşanan tecrübelerin payı vardır; ama bâzen aynı tecrübeyi yaşamış grup elemanları arasında da duygusal uyanış öncelikleri çok farklı olabiliyor!
Bunun sebebini nerede görmeli?
Neden “beş kardeşin beşi bir olmaz”mış?
Farklılaşma sebeplerinin incelenmesi fikrine değer vereceksek, acaba saflaşma süreçlerindeki, görgü edinme ve eğitime ilaveten “değer yargılarımız”a da bakmalı mıyız?
Değerler, ancak onlara “inanırsak” vardırlar. O inanmalar şuura dönüştüğü takdirde de karakterimize katılırlar. Aslında “değer yargısı” olmayan insan yok. Belki “değerler sistemi”nin felsefî açıklama farkından söz edebiliriz; ama herkes birtakım değerlerle yaşıyor.
*
Biz kendimize bakalım, dersek.
Değerlerimizin başında, kaçınılmaz olarak varlığın orijinine dâir kabullerimiz, dahası şehâdetimiz yer alacak… Bilhassa bizim inancımız, “kabul” veyâ “benimseme”den değil; “ŞEHÂDET”ten bahis açıyor! Belki ilk planda bu şehâdet bir “anlamlandırma” olacaktır. Ancak anlam vermekten öte bir kavramın adı “şehâdet”. Gerçek şehâdet, bir “ulu tecrübe”nin yaşanması demek!..
İslam ümmeti, “Şâhitler Topluluğu” demek!
Bu noktada, müslümanlar Benî İsrail peygamberlerinin “Kelîmullah” niteliklerinin ötesine çağrılıyor! Müslüman olan herkese, eğer ilk şartımız ŞEHÂDET olacaksa, bu hükmü kimse yadırgamamalı: Her müslümandan bir İsrail Peygamberi’nin ötesinde tecrübe isteniyor! “Taklidî îman”ın meşrulaştırılması, bize neye mal oluyor bir bakınız! İşitmekten daha öte, “dosdoğru müşâhid”ler olmak hedefini görmemezlikten gelmekteki kolektif tutumumuz, kendi hedefimizi kararttıkça karartıyor…
*
Bizler, çocuğuna haram lokma yedirmemek için çırpınan eski kuşakların hassasiyetlerine dikkat kesilmedik. Sanıyorduk ki, mesele sadece teorik açıklamaların alanında çözüme kavuşacak…
Çünkü ecdâda göre, bir “arınma safhası”ndan sonra, “müsbet duygular zemininde bir anlama” tahakkuk edecek ve ancak “onun üzerine gelecek bir şehâdet” tecrübesine hazır olacaktık!
Zannımız odur ki, Şehâdet tecrübesine ulaşacak bir insanın anlamasındaki belirleyici tevâzün kavramı “Hakk” olacak ve ancak o irkilişin adamından itidalli hükümler beklenebilecektir…
…
“Gördüğünü kalbi yalanlamadı”!..
“Uzaklık” cehlinden canım, hasreti nefsinde ara;
Kanatlanıp kuş olanlar, değişilmez dünyalara…
*
Kutlu âlemin pırlantaları, varlık ve bekā sebebimiz şühedâmızın aziz ruhlarına Fâtihalarla…