Şehir ve Medeniyet İlişkisi[i]
Doç.Dr. Aygün AKYOL[ii]
Giriş
Şehir ve medeniyet ilişkisi tarihte olduğu gibi günümüzde de büyük önem arz etmektedir. Sağlıklı bir şehirlileşmenin gerçekleştiği yerlerde medeni bir toplum oluşması imkânı da artmaktadır. Çünkü insanlar arası etkileşim şehir ortamlarında artmakta, bu da değişimi ve gelişimi beraberinde getirmektedir. Ancak bu, sağlam temeller üzerinde gerçekleşmezse var olan değerlerin ve kültürel alt yapının yok olmasına, toplumun çözülüp dağılmasına da sebep olabilmektedir.
İslam filozofları da bu konuya önem vermişler, özellikle Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla[1] ve İbn Haldun’un Mukaddime adlı eserleri bu konuda bizlere dikkat çekici örnekler sunar. Çalışmamızda şehir ve medeniyet ilişkisini, medeniyetin teşekkül ve zevalini İbn Haldun’un asabiyyet ve umran kavramlarını merkeze alarak değerlendirmek istiyoruz.
Şehir/medine kavramını merkeze aldığımızda, medenî ve medeniyet kavramlarıyla yakından ilgili olduğunu hatta aynı kökten türediğini görürüz.[2] Bu anlamda tüm bu kavramlar sosyal, siyasal ve kültürel alanda anlamlı ve tutarlı bir birlikteliği iktiza eden bir manaya delalet etmektedir. Bireyin içine doğduğu ortam bütüncül ve tutarlı bir bakış açısı sağlıyorsa, kültür ve medeniyet olgusu bu noktada devreye girmektedir. İnsanoğlu kültür ve medeniyet algısı olmaksızın varlığını devam ettirememekte, başka toplumların üzerinde kurduğu kültürel tahakküm neticesinde benliğini yitirmektedir.
Toplumların medeniyet oluşturmalarının temelinde yatan unsur ise bilgiyi elde etme şekli ve değerler dünyasıdır. Bu iki unsur medeniyet tasavvurunun oluşum ve gelişimini sağlar. Özne ile nesne arasındaki eyleşimin sonucunu bilgi diye tarif ederiz. Bilginin bir değerler dünyası üzerinde şekillenmesi sebebiyle tarafsızlık vurgusu yerini etkinlik olarak bilim tasavvurunu bırakmıştır. Dolayısıyla bilginin değerler dünyasıyla işlenmesi onu yeniden şekillendirmekte ve toplumun milli ve manevi kültürünü oluşturmaktadır. Toplumun değerler dünyasından mülhem bilgi anlayışı sağlıklı bir bilimsel metoda dayandırıldığında ise varlık, bilgi ve değer alanına önemli katkılar sağlamaktadır.[3]
İbn Haldun’un asabiyyet ve umran kavramları şehir, kültür ve medeniyet ilişkisini anlamlandırma noktasında bizlere önemli katkılar sağlar. Şehrin teşekkülü, öncelikle toplumun temel değerlerinden beslenen birlik ruhu ve dayanışmaya ek olarak umran olarak ifade edilen kültürel ve sosyal bütünlük oluşturabilmesine bağlıdır. Bu noktada öncelikle asabiyyet ve umran kavramları arasındaki ilişkilerin değerlendirilmesi gerekmektedir.
1. Asabiyyet ve Umran İlişkisi
Şehir ve medeniyet ilişkisinde en önemli nokta göçebe hayattan yerleşik hayata geçiş sürecidir. Yerleşik hayata geçiş bir taraftan medeniyetin oluşumuna vesile olurken, diğer taraftan asabiyyet duygusu korunamadığı takdirde çöküşün ve diğer toplulukların tahakkümüne girişin, yani yok oluşun da sebebi olabilir. Bu noktada toplumun hareket ve mukavemet sebebi olan üstünlük ve hâkimiyet isteğinin, yani asabiyyet kavramının incelenmesi gerekmektedir.
Asabiyyet, insan doğasında bulunan zulüm ve düşmanlık tabiatına karşı, yine aynı tabiattan gelen nesep ve din duygusu gibi ortak düşüncelerden hareketle oluşan yardımlaşma ve dayanışma ruhudur. Asabiyyet kavramının kökeninde şiddet, kuvvet ve kendini koruma isteği vardır.[4]
Asabiyyetin en etkili olduğu insan toplulukları genel olarak göçebe topluluklardır. Bu nedenle sağlam bir asabiyyet bağına sahip olanlar toplumsal organizasyon oluşturma noktasında ilk aşamadadırlar. Asabiyyetin kuvvetli olduğu dönemde şehir/devlet kuruluş aşamasındadır. Asabiyyetin son mertebesi ise yerleşik ve medeni hayattır. Yerleşik ve medeni hayat en üst mertebesine ulaştığında şehrin zevali de yaklaşmış demektir. İbn Haldun’a göre asabiyyetten maksat, devlet kurmak; yerleşik ve medeni hayattan da göçebeliğe son vermek anlaşılır. Varlıklarda her ferdin hissedilir bir ömrü olduğu gibi, cemiyetler halinde yerleşik ve göçebe olarak yaşamanın, şehrin ve tebaanın da bir ömrü vardır.[5]
Siyasal yönetim/devlet, milli toplulukların tabiatının bir gereği olup, ihtiyari olarak kurulmaz; aksine varlık ve onun düzen ve tertibi için bir zaruret olarak kurulur. Dinleri ve mezhepleri yaymak ve yaşatmak için de asabiyyet şarttır. Tanrının emirleri de asabiyyetle yerine getirilir. İbn Haldun, asabiyyetin toplum içerisindeki önemine rağmen, aşırılıklara ve insanların birbirine karşı zulmüne engel olmak için dinin bu konuda adalet ve insaf ölçülerini bir kenara bırakılmaması konusunda yaptığı vurguya dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatır. Ancak buradaki amaç bütünüyle devlet ve serveti ihmal etmek değil, kudret ve takat dâhilinde hak ve şerefli olan maksatlar uğrunda kullanmaktır.[6]
İbn Haldun’a göre asabiyyetin iki ana unsuru vardır. Bunlardan birisi nesep asabiyyeti, diğeri ise din/sebep asabiyyeti’dir. İnsanların birlikteliğini ve birbirlerine olan yardımlaşma isteğini destekleyen temel unsurlar olarak bu iki husus öne çıkar. İbn Haldun’a göre nesep asabiyyeti vehmi olmasına rağmen insanlar buradan hareketle birbirleriyle yardımlaşır, birbirlerinin imdadına koşarlar. Nesebin faydası da budur. İbn Haldun, nesep konusu üzerinden insanların birbiriyle yakınlaşmasını Hz. Peygamber’den “Sıla-ı Rahim yapacak ölçüde neseplerinizi belleyiniz” rivayetine dayandırır. Buradan anlaşılacağı üzere nesebin asıl gayesi kaynaşma ve yardımlaşmadır.[7]
Toplumun birliktelik ve yardımlaşma ruhunu pekiştiren bir diğer unsur ise din/sebep asabiyyeti’dir. Bu, doğru bir eğitim ve öğretimle gerçekleşirse toplumsal birlikteliğin ve huzurun en önemli kaynağı olur. Çünkü din, insanların gönül bağıyla bağlandıkları, inanç ve sebatla korudukları milletin de devamını sağlayan bir diğer önemli unsurdur. Yanlış tasavvurlar ve kurgular üzerinden şekillendirilmiş bir din tasavvuru ise, en büyük çatışmaların kaynağı da olabilir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken yeryüzünü yıkan değil, inşa ve imar eden bir dini tasavvurunun insan benliğinde zemin bulmasıdır.[8]
2. Şehrin Oluşumu ve Medeniyetin Teşekkülü
Bir toplumda asabiyyetin sağlam temeller üzerinde zemin bulmasıyla yerleşik hayat ortaya çıkmaktadır. Bu da şehrin teşekkülünü gerektirmektedir. Asabiyyet ve medeniyet ilişkisinde İbn Haldun tarafından ortaya konulan zıt kutuplu yaklaşım bu noktada vurgulanmalıdır. Burada çok önemli bir denge öne çıkar, buna göre medeni bir yaşama geçtikçe asabiyyet duygusu zayıflamakta, ancak medeniyetin ürünleri artmaktadır. Zira medeniyetin ürünleri şehirde husule gelmekte, şehir hayatı ise asabiyyeti olumsuz yönde etkilemektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, bir taraftan toplumdaki asabiyyet duygusunu canlı tutarken, diğer taraftan medeniyetin ürünlerini de ortaya koyarak çöküş ve zeval sürecini ötelemenin imkânıdır.
Medenilik insanın temel karakteridir. Bu, insanın toplumsal bir varlık olarak ifade edilmesinin gereğidir. Buna göre insan, toplumsal bir düzen içinde yaşamak zorundadır. Filozoflar nezdinde buna Medinilik/Medeniyet adı verilir ki İbn Haldun’a göre, umran’ın manası da budur. İbn Haldun da insanların yaşam şekillerini ve kültürlerini devam ettirmelerinin ancak toplumsal yaşamla mümkün olacağını vurgular. Bu da insanlar arasında yardımlaşmayı zorunlu kılar, zira insan hayatını idame ettirmesini sağlayacak tüm işleri tek başına gerçekleştirecek bir güce sahip değildir.[9]
Şehrin teşekkülü insanlar arasında yardımlaşma biçimlerinin organizasyona dönüşmesini gerektirir. Bu aşamada öncelikle şehrin kuruluş açısından fiziksel şartlarının uygun olup olmadığının dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu manada şehrin havasının ve suyunun sağlıklı olup olmadığını, halkının geçimini sağlayacak geçim vasıtalarına ulaşıp ulaşmadığına bakılması gerekmektedir. Bunlar göz önünde bulundurulmadığı takdirde şehir, teşekkül sürecinde belli bir aşama kaydetse bile sağlık şartlarının ve geçim vasıtalarının olmaması sebebiyle dağılacaktır.[10]
İnsanların zaruri ihtiyaçlarının karşılanarak huzur ve sükûnet ortamı sağlandığında, şehir yerleşimi sadece yerleşim ve yardımlaşmayla sınırlı kalmayacak, medenî bir yaşam biçiminin oluşturulması noktasında ürünler ortaya çıkacaktır. Medenî bir yaşamın gelişmediği yerlerde kişinin kendi yetkinliğini geliştirecek ilimleri elde etme imkânı düşünürümüze göre yoktur. İlim elde etmek isteyen kişinin bu nedenle medenî bir yaşam kurması, şehirde bulunması gerekmektedir. Bu, şehir ortamında pek çok ilim erbabının bulunması, ilimlerle ilgili farklı yaklaşımların ve eserlerin temin edilebilmesi nedeniyledir.[11]
Bu iki husus merkeze alınarak şehir ve medeniyet kavramlarının iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Şehir, sanatlarda uzmanlaşmanın sağlandığı yerdir. Ancak her şehir, ilim ve sanatları elde etme bakımından eşit seviyede değildir. İbn Haldun’un kastettiği şehir esasında bir “medeniyet bilinci” olarak ifade edilebilir. Burada şehirden kasıt, insan yığınlarının bir arada yaşadığı nüfus kalabalığından ziyade, bilgi ve değer üretiminin hâkim olduğu kültür ortamlarıdır. Bu kültür ve medeniyetin sağlanması ve geliştirilmesi noktasında en önemli yerlerden birisi de eğitim öğretim kurumları ve sağladığı imkânlardır. İbn Haldun’a göre, bazı yerleşim birimlerini şehir olarak ifade ediyor olsak da içinde tarih ve medeniyet bilinci ve bunun sonucu olan ilimler ve sanatlar yerleşmediği zaman bizlerin buraları “medenî” ya da “umran”a ulaşmış yerler olarak nitelememiz de mümkün olmamaktadır. Eğitim ve öğretim hayatının canlılığını koruduğu ve katkı sağladığı yerler, hem ilmi hem de kültürel anlamda hareketlilik sağlayacağından eğitim ve öğretim şehir ve medeniyet için kurucu bir unsurdur.[12]
Şehir yaşamından ilmi eserlerin ve fikirde husule gelen suretlerin tesiriyle insanın düşünce gelişimi büyük bir aşama kat eder. Öğretim sanat ve hüner olarak görülmelidir. Hüner ve sanatlar da ancak şehirlerde gelişir ve şehir nüfusunun azlığı veya çokluğu, bayındırlığı, yerleşik ve toplumsal hayatın gereklerinin ahali arasında yayılması nispetinde gelişir ve çeşitleri de o nispette iyileşir. Çünkü medeni ve toplumsal hayatın gerekleri geçinme için gereken nesnelerden olmayıp mevcut duruma ilave şeylerdendir. Cemiyet fertlerinin emek ve çalışmaları, geçinmeleri için gereken miktardan fazla kazanç temin ederse, o cemiyetin azaları geçinmelerinden artan vakit ve emeklerini insana mahsus olan ilim, fen ve sanatı öğrenmeye sarf ederler.[13]
Binalar, sanat eserleri ve yapılarda olduğu gibi sanat, edebiyat ve felsefe sahasında da uzun soluklu ve devamlı çalışmaların olması gerekmektedir. Özellikle düşünsel ve fikirsel sahada bütüncül ürünlerin ortaya konulabilmesi için ilmi bakımdan sağlam bir kavramsal temel, usûl ve kuram oluşturulmalıdır. Bunun oluşması ise ilimle meşgul olanların kendi geleneğinden haberdar olduğu kadar yaşanılan dönemdeki farklı kültürlerin, bilimsel ve sosyal yaklaşımlardan da haberdar bir anlayışı egemen kılmasına bağlıdır. Bu da bilginin işlenerek kendi kültürünün bir parçası haline getirilmesini sağlayacaktır.[14]
Düşünce oluşumunun bu uzun soluklu kavramsal teşekkülünün sonucu olarak bilimsel metodoloji ve usuller şehirde yerleşecektir. Bunlar kendi içinde farklılıklar gösterse de kendi içinde bir bütünlük arz ederler. Bu, kavramların ele alınış ve birbiriyle olan ilişkilendirme şekline göre herkes kendi bilimsel yöntemine giden yolları ortaya çıkarmaya başlar. Bunun son aşamasını ise kuramların oluşması oluşturur. Bu noktada bilimsel alt yapı oluşur, buna göre tutarlı ve anlamlı bir bilimsel ve felsefi düşünüş biçimi ortaya çıkacaktır. Bu bir kültürün medeniyet sürecine girişini de oluşturur. Çünkü bu kültürel ve ilmi alt yapı, kendisini sanatta, edebiyatta, mimaride ve felsefi düşünüş biçiminde kendisini gösterecektir.
Böylece yerli ve milli değerler evrensel bir niteliğe kavuşacak ve kültürel anlamda insanlık tarihine katkıda bulunmaya başlayacaktır. Bizim de burada vurgulamaya çalıştığımız husus budur. Bir kültürün varlığının ve devamlılığının korunması onun içe kapalı, dış dünyayı tehdit olarak algılayan bir bakış açısından hareketle kendini kurgulaması değil; aksine kendi geleneğine ve kültürüne vakıf, dış dünyayı iyi bilen, tanıyan, bunların hepsini kendi potasında eritip yeni bir şekil verebilen bir anlayışa dayanmalıdır. Bu manada yanlış bir koruma anlayışı yerli ve milli kültürü korumak şöyle dursun onu tahrip ve tahkir edecektir.
İbn Haldun bunu başarma noktasında Türklerin örneklik teşkil ettiğini, göçebe kültürden gelmesine rağmen sanayi ve üretim noktasında ürünler ortaya koyduğunu vurgulayarak, bunun toplumsal hayata bakış ve kültürel anlayıştan kaynaklandığını belirtir. Özellikle servet ve sanat sahibi Türklerin insanlık mirasına katkılarını da esirgemediğini ifade eden düşünür, Türk beylerinin servetlerini medrese, tekke, zaviye, han ve imaretler inşa ederek kültürlerinin devamını sağladıklarını belirtir. Bu manada Türkler İbn Haldun’a göre, hayır ve hasenâtı seven, iş ve maksatlarında ecir ve sevap arayan insanlar olarak nitelenir.[15]
3. Şehrin Kemâli ve Zevâli
Kavimler gerekli bolluk ve refaha kavuştuktan sonra, rahatlığa ve sükûnete dalmak isterler. Sükûnet ve rahatlık, ancak bir yerde yerleşmekle temin edileceğinden; göçebeler yerleşik hayat yaşamak üzere evler ve konaklar yapmak maksadıyla bir yer seçerler. Bu ev ve barınaklar, içlerinde oturmak üzere bina edildiği için yapılırken, gelecek zararları defetmek, zararı dokunabilecek yönlerden sakınmak ve hayati menfaatleri ve geçinmeyi kolaylaştıracak sebepler göz önünde bulundurulur. Şehirler medenileşerek iş ve istihsal arttıktan sonra insanların kazançları hayatın süs ve zinetleri kabilinden nesnelere ilgi artar. Toplumsal hayat yükselerek kemale doğru ilerledikçe hüner ve sanayide güzelleşme ve tekâmül gerçekleşir. Çünkü şehirde medeni hayatın gelişmesi, insanı fikri ve akli bilgilerle meşgul olmaya sevk eder. Bir şehir ve yurt medenileştikten ve bayındır hale geldikten sonra eski medeniyet ve kültürünü kaybetmeye başlar. Ancak bir kültürün zevali diğer bir kültürün başlangıcını oluşturur. İlimler ve sanatlar kültürler arasında etkileşim ve zamanın neticesi olarak gelişir ve ilerler, bunun sebebi de iş, sanat ve hünerlerin tekrar tekrar işlenmiş olmasıdır. Bu noktada sanat ve hünerlerin kalıcılığının sağlanabilmesi devletin desteğini de gerektir. [16]
Yerleşik ve medeni hayat, ictimâî hayat için zaruri bir hal olmayıp, ictimâî hayatın zaruretleri dışında bir şeydir. Kavimlerin refah derecesi azlık ve çokluk bakımından sınır tayin edilemeyecek nispette çeşitlidir. Kavimlerde medeni hayatın ihtiyaç, itiyat/alışkanlık çeşitleri çoğaldıkça, o ihtiyaçlardan her çeşidini vücuda getirmek sanat ve hünere bağlı olduğu için bu medeni ihtiyaçların her türlüsü, ayrı ayrı ihtisas sahibi usta ve işçiler gerektirmektedir. Bu da bir uzmanlık ve ihtisas gerektir. Bunların hepsi de devlet sayesinde yapılır. Çünkü devlet vatandaşlarından para toplar, bu paraları devlet ricaline bağışlar. Bu bolluk neticesinde insanların durumları genişler ve rahatlık ortaya çıkar. Bu da kültür ve medeniyetin sebebidir.[17]
Bir siyasal yönetim uzun ömürlü olup, hükümdarlar birbiri arkasından hüküm sürerse, medeniyet mükemmelleşir, daha ziyade sağlam temeller üzerine yerleşir. Kültür eserleri, ülkelerde hüküm sürmüş olan devletlerin kudret ve zaafları nüfuslarının veyahut nesillerinin çokluğu, medeniyetlerinin, şehirlerinin büyüklüğü, istihsal ve servetlerinin çokluğu ile mütenasiptir. Çünkü devlet ve hükümetler, insanların yeryüzünde bir araya toplanarak cemiyetler halinde yaşamalarının ve hilkatin bir şekil ve suretidir.[18]
Şehir medeniyet gelişme sürecini tamamladıktan sonra, toplumdaki asabiyyet duygusunun zayıflamasıyla duraklama ve gerileme başlayacaktır. Toplumu bir arada tutan nesep ve sebep/din anlayışı zayıflayıp, kendi kültürünü ve medeniyetini koruma güdüsü ortadan kalktığında izzetin zevki ve asabiyyet anlayışı yok olur. Böyle bir toplumda nail olunan türlü türlü nimetler sebebiyle refah son haddine ulaşır ve kendileri başkalarının korumasına ve savunmasına muhtaç aciz insanlar durumuna düşerler.
Toplumsal çözülmenin çeşitli tezahürleri olduğunu belirten İbn Haldun, bunun ana sebebinin asabiyyet duygusunun bütünüyle ortadan kalkması olduğunu belirtir. Bunun sonucu olarak hâkimiyeti elinde bulunduran huzur ve sükûnun rahatına alışmış kesim himaye, müdafaa, cengâverliğin ne olduğunu unuturlar. Şekil, kılık, kıyafet, ata binme ve güzel hünerler konusunda kendilerini halka olduklarından daha farklı gösterir, onların gözlerini boyarlar. Bu durumda devlet yönetiminde olanlar hak talep eden biri karşılarına dikildi mi, ona karşı kendilerini savunmak için mukavemet gösteremezler ve kendine destek olacak başka zorlu ve bahadır kimselere muhtaç olur. Bu durumda devletin ana damarını temsil eden asabiyyet duygusu zarar görür. Devlet içerisinde bu asabiyyeti zayıflatacak olan kültüre ve topluma yabancı insanlar görevlendirilir. Böylece toplumun dayandığı temellerin dışında bir yardım gören siyasi otorite geçici olarak durumu kurtarmış olur ama bu, devletin zevalini de başlatmış olur.[19]
Bu, devlet bürokrasisinin düzenini de bozacağından insanlar emanet, sadakat ve liyakatine bakmaksızın görev almaya başlarlar. Toplumsal yapıdaki sınıflar birbirinden iyice uzaklaşır ve düzen ve intizam bozulmaya devam eder. Devlet içerisinde beliren farklı çıkar grupları kendi adamlarını devletin içerisinde konumlandırmaya ve devlet yapısını kendi çıkarları için kullanmaya çalışırlar. Maddi çıkarlar temin ederek aşağı sınıfları ve iş bilmez insanları kendilerine yardıma çağırırlar. Böylece herkes hakikate ve devletin menfaatlerine göre değil de kendi çıkarlarına ve adamına göre muamele etmeye başlayacaktır. Bu da bir zümrenin diğer zümre üzerindeki tahakkümünü arttıracak ve diğer zümrelerin baskı ve tahakküm altında kalmasına sebebiyet verecektir. Devletin içinde bu durumu idrak edip yanlış uygulamalardan uzak duran, sade bir yaşamı tercih eden zümreler ise azınlıkta kalacaktır.[20]
Yönetim sistemindeki bu aksaklıklara ek olarak üretim ve bayındırlık da gerilerse, bundan iş ve çalışma yaşamı olumsuz etkilenecektir. Eğer bütünüyle durursa, ülkenin kar ve kazanç getiren gelirleri de azalacaktır. Bir şehrin üretimi ve tüketimi arasındaki uçurumun artmasıyla, yerleşik hayatın ihtiyaç ve talepleri çoğalır ve şehrin ahalisinin masrafları artar. Şehrin zevali yaklaştığında tekellüflü hayat en üst seviyesine ulaşmıştır. Masraflar arttıkça pazardaki ürünlerin vergisi artar. Bu suretle yerleşik ve medeni hayat yaşayanların masrafları artar, itidal dairesini aşarak israf derecesini bulur. Bu hayata alıştıkları için bunun gereklerini yerine getirmeye çalışırlar ve bunda zorlanır, işin içinden çıkamazlar. Bütün kazançlarını bu uğurda harcarlar, gitgide yoksulluk ve ihtiyaç içinde kalırlar. Bu yoksulluğun tesirleri pazarlarda görülür, şehrin ekonomik düzeni bozulur. Bu dengesizlik vergi artışı ve hayat pahalılığıyla kendisini şehir ahalisine iyice hissettirecektir.[21]
Şehrin üretim ve tüketimi arasındaki dengesizlik ekonomik hayatını ve bayındırlığını bozar. Bu hayatın bir sonucu olarak daima talep ve ihtiyaçlar arkasından koşmak, birbiri ardınca ahaliyi yorar, üstelik bunların birini elde ettikten sonra diğerini de insanlar istemeye başlar. Bunun tesiriyle toplumun ahlakı ve birbirleri ile olan ilişkileri de bozulacaktır. İnsanlar meşru ve gayri meşru yollarla geçinme vasıtalarını elde etmek üzere türlü çarelere başvurur. Bunun sonucu olarak yalancılık, kumar, aldatma, hırsızlık, yalandan ant içme ve ihtikâr hüküm sürer. Bu ahlaksızlık ve onun namus ve şerefe dokunan kötülükleri herkesin gözü önünde açık bir surette işlenir. İnsanlar hayâsızlıklar içine dalarlar, akraba ve mahremleri önünde bile bundan çekinmezler. Ahlakları bozulanlar, bu gibi çirkin ve kötü işlerden dolayı cezaya çarptırılmaktan kurtulmak ve korunmak üzere, mekr, hile ve aldatma çarelerini bulmak konusunda da gayet ustadırlar. Tanrı’nın bu gibi kötülüklerden korumuş olduğu kimseler hariç, bu gibi şehirlerin ahalisinin çoğunun durumu böyledir. Çirkin işler bunlar için bir adet ve karakter haline gelir ki bu da şehrin zevalinin bir göstergesidir.[22]
Şehrin ömrü kısa olup siyasal hâkimiyet ortadan kalktığında şehrin imarı durur, yıkılmaya yüz tutar ve gitgide harap olur. Görüldüğü üzere asabiyyet duygusuyla kurulan şehir ve medeniyet, yine asabiyyet duygusunun ortadan kalkmasıyla ortadan kalkar. Bu nedenle toplumu bir arada tutan temel değerler, şehirleri ve ülkeleri de bir arada tutan temel değerlerdir. Bunlar üzerinde yapılan tahribat, toplum ve devlet üzerinde yapılan bir tahribat olarak değerlendirilmelidir.[23]
Sonuç:
İnsanoğlu milli ve manevi değerlerinden uzaklaşarak ne varlığını devam ettirebilir, ne de şehir ve medeniyet kurma iddiasında bulunabilir. Bu nedenle her toplum kendi kimliğini ve kültürel değerlerini bir sonraki nesle aktarma çabasındadır. Bu noktada insanda birlik ve kardeşlik ruhunu pekiştiren iki temel unsur öne çıkar. Bunlardan birincisi nesep yani kişinin milliyeti, ikincisi ise dini tasavvurudur. Bu iki husus insan varlığını tamamlayan onun kültürünü ve kimliğini evrensel bir niteliğe taşıyan unsurlar haline gelirse, yerel/yerli kültür evrensel hale dönüşür ki işte bu milli ve manevi değerlerin korunmasının asli yoludur. Eğer içe kapalı, dışarıdan gelen her şeye karşı bir savunma mekanizması geliştiren anlayış hâkim olursa bu, milli ve manevi değerlerin korunması değil, aksine onların tahkir ve tezyifinin hatta yok oluşunun da sebebi olacaktır.
Sağlam temellerden beslenen farklılıklara saygı ve sevgiyi ihmal etmeyen, kendi kültürüne sahip çıkmayı merkeze olan bir milliyetçilik ve dindarlık tasavvuruna yönelik yıpratıcı söylemler toplumdaki birlik ruhunu zayıflatarak çözülmeye sebep olacaktır. Bu noktada bir kısım insanların milli kimliği ırkçılık olarak sunması, yine dindarlığı dincilik şeklinde sunması kavramlarımızın ve değerlerimizin içinin boşaltılmasından ibarettir. Evrensel nitelikte değerler üretebilen, insan varlığına katkıda bulunabilen kültürel yapılar medeniyet kurma ve idame ettirme noktasında iddiada bulunabilirler. Bu nedenle Türk ve Müslüman kimliği merkeze alan tutumuyla atalarımız sebep ve nesebi bir potada eriterek bir medeniyet tasarımı sunmuştu. Türk ve Müslüman özdeşleşmesinin sebebi de buydu. Bunu geçmişte yapmış olmamız, yeniden yapabileceğimizin de göstergesidir.
Dipnotlar
[1] Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla, çev.: Nafiz Danışman, MEB. Yay., Ankara 2001, 79-102; a.g. mlf., İlimlerin Sayımı, telif ve tercüme: Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, Elis Yay., Ankara 2017, 102,110-116; Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Projesinin Hareket Noktası Olarak Farabi ve İhsau’l-Ulum Adlı Eseri”, İlimlerin Sayımı içinde, s. 57-68.
[2] Mevlüt Uyanık, Felsefi Düşünceye Çağrı, Elis Yay., Ankara 2012, s. 148; İlhan Kutluer, “Medeniyyet” mad., İA., c. 28, s. 296.
[3] Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu Yay., Dördüncü Basım, Ankara 2016, ss. 75-85.
[4] İbn Haldun, Mukaddime, çev.: Zakir Kadiri Ugan, MEB Yay., İstanbul 1990. c. I, s. 116, 117, 437.
[5] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 296, 297.
[6] İbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 510, 511; Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, Araştırma Yay., 2. Baskı, Ankara 2015, s. 115.
[7] İbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 325; çev.: Uludağ, c. I, s. 335; Ümit Hassan, İbn Haldun Metodu ve Siyaset Teorisi, Doğubatı Yay., Ankara 2010, s. 173, 174, 175.
[8] İbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 319.
[9] İbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 100.
[10] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 234, 235, 237, 238.
[11] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 452,453.
[12] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 452, 453; İbn Haldun’da Umran İlmi ve Tarih arasındaki ilişki için bkz.: Aygün Akyol, “İbn Haldun’un İlim Anlayışında Felsefe ve Tarih Tasavvuru”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 10, sayı: 20, 2011/2, s. 32, 33; Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, “İbn Haldun ve Felsefe Tasavvuru”, Doğu’dan Batı’ya Düşüncenin Serüveni -Endülüs ve Felsefenin İşrâkîli(leşmesi)liği-, Proje ed.: Bayram Ali Çetinkaya, cilt ed.: Eyüp Bekiryazıcı, c. 7, İstanbul 2015, ss. 285-833; Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, s. 190.
[13] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, ss. 450-453.
[14] Mevlüt Uyanık, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak”, İslam Felsefesi Teşekkül Dönemi içinde, Elis Yay., Ankara 2017, s. 33; Aygün Akyol, İclal Arslan, “Takdim”, Cabir b. Hayyan Tanımlar Kitabı içinde, Elis Yay., Ankara 2015, s. 8.
[15] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 378, 454.
[16] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 234, ss. 368-377.
[17] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 289, 290.
[18] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 293, 295.
[19] İbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 433.
[20] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 312, 313.
[21] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 298,324.
[22] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 299.
[23] İbn Haldun, Mukaddime, c. II, s. 223-225.
————————————-
[i] Türk Yurdu Dergisi, Kasım 2017, y. 106, sayı: 363, ss. 29-33’da yayınlanan makaledir.
[ii] Doç. Dr., Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi Anabilim Dalı, aygunakyol @yahoo.com