Zamanın birinde şehirleriyle ün salmış bir ülke varmış. Ülkenin ustaları en güzel şehri inşa etmek için birbiriyle yarışırlarmış. Şakir, çok küçük yaşta bir ustanın yanında yetişen, dur durak bilmeden çalışan, işinin ehli mâhir bir ustaymış. Bulunduğu civarda eline su dökecek başka bir usta daha yokmuş. Şakir Usta’nın hayali de bir gün ülkenin en muhteşem şehrini yapmakmış.
Günlerden bir gün ülkenin sultanı bir ferman yayınlamış. Ülkesinin en temiz, en düzenli, en güvenli şehrinin sarayına taht kuracağını ve o şehre yerleşeceğini ilan etmiş. Fakat sultanın bir şartı daha varmış. Bu şehirde yaşayan halkın da huzur içinde olması gerekiyormuş. Böyle bir şehri inşa eden usta da sultanın en yakın dostu olma şerefine nâil olacakmış.
Bu ferman bütün ustalar gibi Şakir Usta’yı da heyecanlandırmış. Sahip olduğu yeteneklerle hayallerinin şehrini yapacakmış. Onun yaptığı her iş bir sanat eseri gibi eşsiz olmalıymış. Her şeyin en iyisini, en güzelini ortaya koymak istiyormuş. Fakat bir şehrin yeşilliklerinin bile Allah (c.c)’ın izniyle yetişeceğini[1] unutuyormuş.
Şehrin inşasına başlamadan evvel hocasının elini öpüp, duasını almak istemiş. Hocası kendine çok güvenen çırağına dua yerine nasihatte bulunmuş. “Evladım, dilini düzelt ki işin düzelsin.” Hocasının bu nasihatine pek anlam veremeyen Şakir Usta, “hocam da iyice yaşlandı, dilimle yaptığım işin ne ilgisi var?” diyerek hocasının sözünü kulak ardı etmiş.
Büyük bir hevesle ve heyecanla şehri inşa etmeye başlamış. Her kazmayı “en iyisi olacak” diye vuruyor, her tuğlayı “kusursuz olacak” diye koyuyormuş. Şehir yavaş yavaş meydana çıkmaya başlamış. Şakir Usta gün batarken yüksekçe bir yere çıkar ve elleri belinde hayran hayran seyre dalarmış.
Derken şehrin şânı, yedi düvele nam salmış. En iyi evi arayanlar, en mükemmel şartlarda yaşamak isteyenler, eşsiz ve benzersiz bir şehri hayal edenler burada yaşayabilmek için sıraya girmiş. Kısa sürede bütün evler satılmış. Caddeleri, bahçeleri, sokakları ve parklarıyla capcanlı bir hayat başlamış. İnsanlar belirli bir süre mutlu mesut yaşamışlar. Fakat çok geçmeden şikâyetler başlamış. Erkekler kavgasız, gürültüsüz, homurtusuz; kadınlar dırdırsız, hır gürsüz ve dedikodusuz bir an bile vakit geçirmez olmuş. En iyiyi isteyen, mükemmelin peşinde olan bu insanları tatmin etmek çok zormuş. Kimseye tahammülü olmayan, sabır nedir bilmeyen insanlar hayatı ve şehri çekilmez hale getirmişler. Bu durum en çok da Şakir Usta’yı üzüyormuş. Halkın huzursuzluğu kulaktan kulağa dolaşıp bütün ülkeyi sarmış.
Şakir Usta’nın pes etmeye niyeti yokmuş. Yeni bir niyetle, yine bir heves, başlamış hayal kurmaya ve hayallerindeki şehir için gece gündüz çalışmaya. Artık mükemmeli arayan insanların değil, sabırlı insanların mutlu olacaklarını düşünüyormuş. Her kazmayı “yâ sabır” diye vuruyor. Her tuğlayı sabır isteyerek koyuyormuş. Fakat sabrın sözde değil, özde olması gerektiğini unutuyormuş.
Şakir Usta şehri tamamlamış ve Sabır Şehri’ne insanların yerleşmesi için bütün ülkeye haber salmış. Kendini sabır ehli zanneden insanlar şehre taşınmış. Yeni bir hayat başlamış. Şehrin sakinleri bir sıkıntı karşısında “Allah’ım sabır ver” diyerek dua ediyormuş. Sabır isteyen insanlar, sabredecek dertlere gark oluyormuş.[2] Sıkıntı ve belalara karşı insanlar yine sabır istiyor, yine bela geliyor, bu kısır döngü devam edip gidiyormuş. Yaptıkları hatayı anlamayan zavallı halk, tahammülü kalmayınca isyan girdabında boğulup gidiyormuş.
Şakir Usta dertli başını avuçlarının arasına alıp, uzaklara dalıp dalıp gidiyormuş. Nerede yanlış yapmış, nasıl bir gaflete dalmış, bir türlü akıl erdiremiyormuş. Derin düşüncelere dalmışken, hocasının sözleri şimşek gibi çakmış, “Dilini düzelt ki işin de düzelsin”. Hocasının dilden kastının gönül olduğunu idrak etmiş. Sabrın kâl ile değil hâl ile olduğunu, her şerde bir hayır görmenin, her hâle şükretmenin esas olduğunu anlamış.
Şakir Usta “bu sefer olacak inşallah” diyerek yeni bir şehir için çalışmaya başlamış. Besmelesini çekmiş, hamd ve dualarla, Allah’ın yardımıyla yeni bir şehrin inşasına başlamış. Bu kez, ismiyle müsemmâ bir şehir dilemiş. Bu niyeti aklına getiren Rabb’ine şükretmiş. Her kazmayı “çok şükür Rabb’im” deyip vurmuş, her tuğlayı “bin şükür Rabb’im” diyerek koymuş. Şükrettikçe işi rast gitmiş, işi rast gittikçe yine şükretmiş. Şakir, şehrini çok kısa sürede zorlanmadan bitirmiş. Bütün şükür ehli insanlar bu şehre yerleşmiş. Halkın dilinden teşekkür, yüzünden tebessüm, eksik olmazmış. Aldıkları nefes adedince, attıkları adım miktarınca Allah’a şükrediyorlarmış. “Allah’ım şükrümüzü artır” diye dua ettikçe, şükredecek nimetlere nâil oluyorlarmış. Sıkıntılar bile onların şükrüne engel olmuyormuş. Bu nazik insanların yaşadığı şehrin ünü bütün ülkeyi sarmış.
Günlerden bir gün büyük bir ihtişamla Sultanlar Sultanı gelip şehrin sarayına tahtını kurmuş. Fetih boruları dört bucakta duyulmuş. Sultan’ın güzelliği ve nuru sarayın pencerelerinden bütün şehri aydınlatıyormuş. Gözleri kamaştıran ışıltı görenleri hayran bırakıyor, hayrete düşürüyormuş. Bütün bir şehir huzura ermiş. Halk Sultan’dan hoşnut, Sultan halkından hoşnut[3] olmuş. Kırk gün kırk gece düğün, bayram kurulmuş. Şakir Usta’nın şanı yedi kat göklerde bile duyulmuş ve ismi dost defterine kaydolmuş. Şakir ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
“Muhabbet olursa gönülde rehber
Zevk-i dil esrarı okudur ezber
Güneşden güzeldir cemâl-i dilber
Cemâli seyr eden cinâna bakmaz”
Alvarlı Muhammed Lütfî Hz.
Efendim bu bir masal değil, bir misaldi. İçimizdeki şehrin misali… Çünkü zannederiz ki şehirlerin içinde yaşayan biziz. Fakat bizim içimiz de de şehirler vardır. Emek emek tuğla tuğla ördüğümüz şehirler.
Hepimiz gönül şehrimizin ustasıyız. Niyetlerimiz, emellerimiz, karakterimiz, heveslerimiz, kinlerimizle var ettiğimiz şehrin mimarıyız. Bilmeliyiz ki gönül şehrimizde hangi iklim hüküm sürüyorsa, o iklimin insanları şehrimize yerleşecek. Huyu huyuna, suyu suyuna benzeyenler birbirini çekecek. İçimizdeki mücadele biz var olduğumuz müddetçe devam edecek. Hatalarımızı anladığımız anda içimizdeki şehri yeniden imar ettiğimizi fark edeceğiz. Huylarımızı, davranışlarımızı, yaşam tarzımızı değiştirdiğimizde etrafımızdaki insanların da değiştiğini göreceğiz. Niyetlerimizle hayatımızın şekil aldığını hissedeceğiz. Kalbimizin, bütün azalarımıza hükmettiğini anlayacağız. Dilimizin, yani gönlümüzün düzeldiğinde işimizin de düzeldiğine şahit olacağız. Bazen şehri yakıp yıkıp yeni baştan inşa edecek, bazen ufak dokunuşlarla tamir ve tezyin edeceğiz.
Hayat bu ya… Hayal etmek güzel ya… Elbet bir gün hayalimizdeki şehri imar edeceğiz. Tertemiz, pırıl pırıl bir gönül şehrimiz olacak. O şehrin en güzel köşesindeki sırça saraya (süveydâ) Sultanlar Sultanı tahtını kuracak. Şehrin fethi gerçekleşecek. .[4]
“Mutahher olunca sırr-ı süveydâ
Doğunca gönlüne hurşid-i hüdâ
Görünür gözüne nûr-i tecellâ
Dilde mâh-ı muallâyı gösterir”
Alvarlı Muhammed Lütfî Hz.
Dipnotlar
[1] Âraf / 58.
[2] Peygamber (s.a.v.) bir adamın: “Allah’ım senden sabır isterim” dediğini duydu ve: “Sen Allah’tan bela (sıkıntı) istemiş oldun. Ondan afiyet dile” buyurdu. (Tirmizî, Daavât, 94)
[3] Fecr / 28.
[4] Feth-i mutlak: En yüce ve en mükemmel fetih olup zât-ı ahadiyetin tecellisini, ayn-ı cem’de mâsivâdan tümüyle fâni olup istiğrak hâlinde bulunmayı ifade eder. Bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1991, s. 178.