ŞEHSÜVÂR-I CİHÂNGÎR-FÂTİHNÂME
Turgut GÜLER
Ötüken Yayınları, 2015
Cihângîr Tûğlar -Selîmnâme- kitabıyla edebiyat ve târîh severlere büyük bir şölen sunan Turgut Güler, Şehsüvâr-ı Cihângîr -Fâtihnâme- kitabıyla da “Türk İstanbul”da yaşamanın Peygamber müjdeli lezzetini bize sunan Fâtih Sultan Mehmed Hân’ı anlatıyor. O Hân ki, hem kendi hânedânının içinde, hem diğer Türk siyâsî teşkilâtlarının hükümdârları arasında, hem de Dünyâ idârecileri sıralamasında “yegâne” olmayı başarmış, cümle ölçü ve değerlendirme kıstaslarını dürüp bir kenâra atmıştır. Türk târîhiyle berâber, en geniş mânâsıyla Cihân târîhinin gelmiş geçmiş sayılı şahsiyetleri arasında zirveye oturan Fâtih Sultan Mehmed Hân, Türk milletinin yetiştirdiği Cihân’a değer bir isim ve soyunun iftihâr kaynağıdır. 12 yaşında ilk saltanatına başlayan, 19 yaşında ikinci def’a tahta oturan, 21 yaşında İstanbul’u fetheden, babasının vefâtından sonra 30 yıl hükümdârlık yapan ve 49. yaşının içinde Hakk’a kavuşan Fâtih Sultan Mehmed Hân, eslâfı ve ahfâdı tarafından kırılamayan bir rekorla, tam 25 Sefer-i Hümâyûn’a çıkmıştır. Bu seferlerden birden fazlasını bir yıla sığdırdığı olmuş, hep askerinin başında, hep yollarda bir ömür geçirmiştir. Ömrünün en büyük gâyesi olan İstanbul’da, fethi tâkip eden dönemde, kesintisiz olarak bir tam yıl bile oturamamıştır. Edirne’de, Sarây-ı Atîk’de Dünyâ’ya gelmiş, Gebze yakınlarında Hünkâr Çayırı / Tekfûr Çayırı mevkiinde, son seferine çıkarken bu Âlem’den hicret eylemiştir. Turgut Güler, Şehsüvâr-ı Cihângîr -Fâtihnâme- kitabında, Kutlu Hân’ın yalnızca idarî ve askerî meziyetlerini ve başarılarını değil, onun şahsiyetini aksettiren bütün üstün vasıflarını bir kuyumcu titizliğiyle işliyor. Öyleyse biz de, Yahyâ Kemâl’in o pek füsûnlu ifâdesiyle söyleyecek olursak, “Tûğlar varsa gerektir Kızılelmâ’ya kadar!”
~ ~ ~
Ağustos, Türk târîhinde fetihler ayıdır. Malazgirt’ten Çaldıran’a ve Sakarya Zaferi’ne kadar… Fakat Mayıs’ın bizim için ayrı bir mazhariyeti var. Mayıs deyince İstanbul’un fethi, ebediyyen Türk oluşu gelir akıllarımıza. 53 gün boyunca Üsküdar sırtlarından seyrederek “mehâbetli” fethin heyecânını duyan Türkler, hâlâ, her sabah, bu semtte gün doğumu ve batımında “Türk İstanbul”da yaşamanın Peygamber müjdeli lezzetini tatmaktadır. İşte bu tâlihli zevâttan biri olan Üsküdar’da mukîm müverrihlerimizden “kalemini kılıç eylemiş” veyâ söz kılıcını kaleme tahvîl eylemiş Turgut Güler Bey, bu vâdîde yeni kitabını yakında basılacak duruma getirdi. Baş- ka kitapları da, yılların birikimiyle tamamlanarak fırına verilmeye hazırdır. Kırk yılını ikmâl eden her müktesebât sâhibi, sâhasındaki tecrübelerini efkâr-ı umûmiye ile paylaşırsa, genç nesillerin okullarda eksik kalan tarafları, sadece “sosyal paylaşım sitelerinin insâfı”na terkedilmemiş, seviyeli neşriyâta yönlendirilmiş olur.
Turgut Bey, Yahya Kemâl’in bir şiirinden ilhamla “ŞEHSÜVÂR-I CİHÂNGÎR” adını verdiği hacimli eserinde, bildiğimizi sandığımız İstanbul Fethi’nin etrâfında bizi zengin bir târîh kültürüne, muazzam medeniyetimizin kaynaklarına çağırıyor. Bu dâvete icâbet eden ilk okuyuculardan biri olarak diyebilirim ki, “okumadan, düşünmeden, kafa yormadan, değerlendirmelere gitmeden ilim, irfân sâhibi olunamaz…” “Şehsüvâr-ı Cihângîr”de, İstanbul ve Fâtih’i ile ilgili ne varsa bulabilirsiniz. Müellif, meşhûr tâbirle, bir “kuyumcu titizliği” içinde, sizde soru işareti uyandıran her konuya tatlı bir sohbet üslûbuyla girmektedir. Târîhten zevk almayana söylenecek bir şey yoktur, ama nerelerden nerelere gelinmiş. Fâtihnâme nerede ne yapmış, o şehrin câmii, çeşmesi, sebîli var idi de ne oldu? Hangi paşanın devlet hayâtında rolü ne olmuştur? Bu yanık türkü kime, niçin yakılmıştır?
Fâtih, Edirne’de Dünyâ’yı teşrîf ederken, babası Murâd-ı Sânî hangi duygulanışlar içindedir ve o sırada Kur’ân’da hangi sureyi okumaktadır? Hele İstanbul’un müstakbel Fâtih’inin doğumundan sonra, her iki kulağına ezân ve kaametin babası tarafından okunuşunun tasvîr edildiği, yazarının şâirane güzellikteki “gözyaşıyla sulanmış” cümleler okunmadıkça, ben eseri anlatmış olamam. Olsa olsa deryâya kovayı daldırıp “İşte deniz budur!” derim ki, gören de duyan da inanmaz. Deryâlara seyâhat kaçınılmazdır ve rûhumuz için bu bir mânevî ihtiyaçtır. Ben huzûrlu saatlerimi bu mâhiyette kitaplara borçluyum.
Turgut Bey, eserlerini târîhî kaynaklara istinâden yazmakla beraber, kırk yılı aşan hocalığının da getirdiği sükûnet ve ciddiyetle, sevimli bir sohbet edâsı içinde sizi edebî, hissî, fikrî vâdîlere çekiyor. Her seferinde yeni bir bilgi edinmiş olmanın bâzan gurûru, bâzan hayıflanması, bâzan da hayret ve hayranlığı içinde hüzünlendiğiniz de oluyor, coşup kabardığınız da. En nihâyet bu eserde ve diğerlerinde bilinmeyenlerin keşfine ve müteâkiben tefekkürüne doğru kanat açıyorsunuz. Târîh yazıcılığı ve hattâ sanatlı târîh, edebî târîh yazarlığı bence çetin meşgaledir. Turgut Bey, benim elli yıldır beklediğim ve gâyet tabiî karşıladığım bu çetin işi, hakkıyla yapmaktadır. Sağlık içinde daha nice eserler ve yazılarla Türk târîhinin ihtişâm asırlarına uzanmasını temennî etmekteyiz.
Fâtihnâme, bizim edebî târîh kültürümüz içinde kısmen var olan Selîmnâme, Süleymannâme, Battalnâme, Saltuknâme… gibi isimlerle bir geleneğin zamânımızdaki devâmıdır. Söz konusu edilen devrin ve o zamânın kahramânının sonraki nesillerde hayranlık uyandıracak ve örnek alınacak vasıflarının da tanıtıldığı bu tarz eserlere dâimâ ihtiyaç vardır.
Turgut Bey, eserleriyle, yarını inşâ edecek torunlarımıza âdetâ zekâtlarını peşinen vermekte, borcunu edâ ederken, müstakbel şafaklarda doğacak çocuklarımızın beşiklerine, bu kitapları armağan olarak meleklerin kanadıyla sunmakta, böylelikle onların târîh fakîri olmamaları husûsunda “çifte kavrulmuş” bir vazîfeyi de ikmâl etmektedir. Ben bir dede olarak, torunlarımız adına kendisine şükran borçluyum. Kitapların ilk tadıcılarından biri sıfatıyla, iki haftadır “İstanbul Muhâsarası’na katılmış Bektaş Ağa” misüllü, titrek ellerimle elektronik sayfaları devrederken, gönlümdeki “Fetih okları”, Uluâbâdlı Hasan’ın yanı başında çatılan kaşlarımla gerdiğim dikkat yaylarından uçarak “hedefin kalbine”, Ayasofya’nın sisler altındaki yarım kubbelerine düşmek- Fâtihnâmededir. Ayasofya’da ilk Cuma namâzını kılan cengâverlerden biri de bendim. Yoksa bu gözlerimdeki yaşlar nedir? Fâtih, şehre girerken ona gül sunan Rum, belki de sarı Kuman-Kıpçak kızlarından biri uzaktan akrabâm olur…
Evet Cahit Külebi haklı: Târîhin akışı içinde “Daha karışacak bütün sular; Türk mâvisi bulunana kadar…” Keşke bu hakîkati günümüzdeki bâzı gâfiller de anlayabilseydi. Vâr ol azîz kardeşim. Beni has “rûh akrabân” sayarak gösterdiğin hüsn-i kabûle müteşekkirim. Diğer kitaplarını da fırından çıkmış, buğusu üzerinde ilk okuyanlardan biri olmak dilek ve duâsıyla sa’yiniz meşkûr ola efendim.
Mehdi ERGÜZEL
İzmir, 6 Ağustos 2015
ŞEHSÜVÂR-I CİHÂNGÎR-FÂTİHNÂME’DEN BÂZI PASAJLAR
Şimdiye kadar, Fâtih Sultan Mehmed Hân hakkında yazılanlar az olmamakla berâber, kâfî değildir. Bahsedilen kifâyet endîşesi, o büyük Türk’ün sanıldığından da çok cepheli oluşundan kaynaklanmaktadır. Siyâsî, askerî, ilmî, edebî, hikemî başlıklar altında, kalem mesâîsine tâbî tutulan Fâtih Sultan Mehmed hasletlerini anlatan paragraflar, maddî ve mânevî vâdîlere boşalan gür çağlayan sularını muhâfaza etmede, cılız ve çâresiz kalmışlardır. Fakat anılan nâçâr yazı denemeleri, bir hakîkati ortaya koymada, ortaklaşa bir keşfin seyir mevkiine çıkmış, kolektif sürûrun içine dalmışlardır. O hakîkat, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ı anlatma ve ifâde etmede duyulan yetersizliktir. Bunları bile bile, “yeni bir Fâtih Sultan Mehmed yazısı kaleme almak da nereden çıktı?” denirse, verilecek cevap, seyir keyfinde saklı durmaktadır. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ı anlatamamak bu derecede saâdet bahşediyorsa, anlatabilmenin vereceği gönül huzûrunu, nasıl târif etmeli?
Yüce Yaratıcı, İsrâ Sûresi’nin 36. âyetinde şöyle buyuruyor: “Velâ takfu mâ leyse leke bihî ılm. İnne’s- sem’a ve’l-basara ve’l- fuâde küllü ülâike kâne anhü mes’ûlâ. / Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi, ondan mes’ûldür.” Bu ilâhî îkâz, mü’min hayâtına tutulmuş bir projektör hâlinde duruyorken, her şeyi bildiğimizi ve de yazıya aktardığımızı, hassaten Fâtih Sultan Mehmed hakkında, nasıl iddia edebiliriz? Hacc’a yönelen karıncanın, “varamasam da yolunda ölürüm” deyişinden kinâye, önünüzdeki haddini bilen satır ve sahîfe yekûnu, aczini îtirâf edebilmeyi, muvaffakiyetten sayan bir mütevâzı cehdin netîcesinde teşekkül etmiştir.
~ ~ ~
Bu kitaba, “Şehsûvâr-ı Cihângîr” ismi, Hz. Fâtih’in, üstüne pek yakıştığı beyaz atını, Marmara ile Boğaziçi’nin şâhitliğinde İstanbul sularına sürerken Dünyâ’ya göründüğü muhteşem sahneye bakılarak verilmiştir. Yahyâ Kemâl, Soyadı Kaanûnu çıktığında, akıncı atalarının “şehsüvâr” hâllerinden ve “Evlâd-ı fâtihân” menkıbelerinden çıkardığı şâirce hüccetlerle “Beyatlı” soyadını almıştı. Büyük Şâir’e göre, “Beyatlı” kelimesi, “Şehsüvâr”ın tam karşılığı idi. “İstanbul’u Fetheden Yeniçeri’ye Gazel” isimli fevkalâde şiirindeki:
“Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün
Gelmiş bu Şehsüvâr-ı Cihângîr aşkına”
beyti, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ı, küfür mâbedlerinin üstüne “hilâl” dikmeye gelmiş “Şehsüvâr-ı Cihângîr” olarak takdîm eder. Sultan Mehmed Hân, hem takvîm hesâbıyla, hem de zürriyetinden neş’et eden Yavuz Sultan Selîm Hân ve Kaanûnî Sultan Süleyman Hân gibi Cihângîrlerin atası olmak bakımından, tam isâbetle “Şehsüvâr-ı Cihângîr”dir. Bu kitap, âciz yazıcısının indinde, bir müddet önce yayımlanan ve Yahyâ Kemâl’in “Selîmnâme”sinin kılavuzluğunda Yavuz Sultan Selîm Hân’ı anlatmaya cesâret eden “Cihângîr Tûğlar-Selîmnâme” adlı mütevâzı çalışmaya tanıdık Âl-i Osman selâmları göndermesi ümîdiyle, “Fâtihnâme” ismine de tâlib olmuştur. Her hâl ü kârda, nazarlarınıza sunulan bu iddiasız paragraflar, “Kendi Hâlinde Bir Fâtih Kitâbı”dır.
Milâdî 1432 yılının Mi’râc Kandili, 29 Mart’ı 30 Mart’a, 26 Receb 835 Cumartesi gününü 27 Receb 835 Pazar’a bağlayan gece idrâk edilmişti. Edirne’deki Saray’ında, o kutlu geceyi ibâdete hasrederek geçiren Sultan Murâd Hân-ı Sânî, bir tarafdan da, kulağı kapıdan girecek muştucuda olarak, kıldığı sabâh namâzının ardından, önündeki rahleye koyduğu Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet ediyordu. Sultan Murâd’ın murâdı, başladığı Allâh kelâmı bölümünü, Fetih Sûre-i Celîlesi ile bitirmekti. Bu maksatla, 26. cüz’ün başından aldığı kıraatı, kendi sesini duyacak şekilde sürdürüyordu. Câsiye ve Ahkâf sûrelerini tamamlamış, “Besmele” çekerek “Muhammed” Sûresi’ne başlamak üzereydi ki, beklediği haberci kapıdan girdi. Rahleden başını kaldıran Sultan Murâd Hân, pencereden süzülmeye başlayan ilk tan ağarması ışıklarıyla parlayan gözlerini, muştuyu getiren Harem Ağası’na çevirdi. Pâdişâh’ın hanımlarından Hümâ Hâtûn, o gece doğum sancıları çekmeye başlamıştı. Saray sağlık ekibinin verdiği bilgilere göre, doğum ân mes’elesiydi. Mi’râc gecesinin sabâhına ulaştığı o müstesnâ dakîkalarda, içinde hissettiği “Muhammedî” ferahlık, rahle üzerinde açık duran Kur’ân sahîfesinde de okunuyordu. Muhammed Sûresi’nin ilk iki âyeti, Sultan Murâd’ın hâlet-i rûhîyesine ne güzel tercümân oluyordu: “Ellezîne keferû ve saddû an sebîli’llâhi edalle a’mâlehüm. / Vellezîne âmenû ve amilü’s-sâlihâti ve âmenû bimâ nuzzile alâ Muhammedin ve hüve’l-hakku mi’r-rabbihim. Keffera anhüm seyyiâtihim ve asleha bâlehüm. / İnkâr edenlerin ve Allâh yolundan alıkoyanların işlerini, Allâh, boşa çıkarmıştır. / Îmân edip yararlı işler yapanların, Rab’leri tarafından hak olarak Muhammed’e indirilene inananların günâhlarını, Allâh örtmüş ve hâllerini düzeltmiştir.” Harem Ağası’nın ağzından dökülen cümle, Sultan Murâd Hân’ın, Mi’râc gecesi sabâhında girdiği aydınlık iklîmi, daha güçlü ışık demetleriyle kuşattı: “Sultân’ım, gözünüz aydın!. Bir oğlunuz oldu. Sulb-i Hümâyûn’uzdan bir şehzâdeniz tevellüd eyledi. Allâh, hepimize onun uzun ömrünü göstersin, size ve devletimize bağışlasın. Emir, fermân Pâdişâh’ımındır…”
~ ~ ~
Hasan, şimdi tek başına idi ve göndere çekilmiş bayrak bir elinde, öteki elindeki palası ile yanına yaklaşmış düşman neferlerini biçiyordu. O, bayrağı dikeceğine azmetmişti. Bunu başarmadan, can emânetini teslîm etmeyecekti. Sırtındaki sayması zor oklarla, burca yaklaştı. Aldığı nefes, artık bir şânlı şehîdin nefesi idi, fakat Türk’ün bayrağı Bizans’ın burcuna saplanmış, esen rüzgârla berâber nazlı nazlı dalgalanmaya başlamıştı. Hasan’ın yüzünde, târifi imkânsız bir mutluluk vardı. Bir ölüm, bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi. Onun Cennet bahçesi kapısından girdiğini fark edemeyen Bizans uğruları, sırtını burca dayamış bu muazzez şehîde kocaman bir taş fırlattılar. Hasan’ın hâlâ tebessüm eden yüzü, yuvarlanan bedenini, her çeşit uğursuzluktan koruyordu..
Sultan Mehmed Hân, Uluâbâdlı Hasan’ın sur burcuna diktiği sancağı görünce, hemen atından indi ve önündeki toprağa kapandı, şükür secdesine vardı. Bu zaferi ve fethi kendisine nasîb ettiği için Allâh’a hamd etti. Sonra, askerine döndü ve: “Askerlerim, benim evlâd-ı hâsım. Ben de sizinle berâber ölmeye hazırım!” dedi. Yeniden atına atladı, kılıcını çekti, surlara doğru dörtnala atıldı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu son kalesindeki çan sesleri, birâzdan yerini ezân seslerine bırakacaktı. Bu, artık son hücûmun son savleti idi.
~ ~ ~
Bu sûretle İstanbul, karadan ve denizden Türk askeri tarafından ele geçirilmişti. Bu kutlu ordunun ve kutlu donanmanın başkumandanı, Türk Devleti’nin hâkânı, Sultan Osman Hân oğlu Sultan Orhan Hân oğlu Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr Hân oğlu Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân oğlu Sultan Mehmed Hân oğlu Sultan Murâd Hân oğlu Sultan Mehmed Hân Hazretleri idi. Onun, İstanbul’u fetheden “Kutlu Başbuğ” olduğu, 29 Mayıs 1453 (20 Cemâziyelevvel 857) Salı günü, Cihân’a ilân ediliyordu. Hz. Peygamber’in muştusu, o mübârek dudaklardan çıktığı ândan beri, cümle İslâm kumandan ve orduları, hep, o “kutlu” sıfatı hak edebilmek maksadıyla, birbirleriyle yarışmıştı. Şimdi, Sultan Mehmed Hân ile onun emrindeki gâzîler ordusu ve donanması, bu Nebî beşâretine mazhar olmanın ölçülemez sürûrunu yaşıyordu. Bu azîz asker, “fâtih” bir ordunun askeri, o askerin serdârı da “fâtih” bir serdâr idi. Bu, bütün Dünyâ’nın bir araya gelerek verdiği bir ortak karâr idi. Sultan Mehmed Hân, bu ândan başlayarak, dillere, kalemlere, sahîfelere “FÂTİH” unvânı ile raptedilecek, bu kutlu kelime, onun şahsı ile birlikte anılacaktı. Şimden gerü, delikanlı Türk Hükümdârı’nın adı “FÂTİH SULTAN MEHMED HÂN” idi ve bunu telâffuz eden dil ile yazan kalem, Hz. Peygamber’in müjde yüklü hadîsinin, hangi saâdet-bahş mânâlar taşıdığını da idrâk edecekti.
~ ~ ~
Fâtih Sultan Mehmed Hân, nihâyet Ayasofya’nın önüne geldi. Beyaz atının üzerinde, muhteşem bir heybete bürünen Türk Hâkânı, önce bakışlarıyla, sonra da altındaki saf kan Türkmen küheylânının şâhâ kalkmış duruşuyla, görenleri kendine hayrân eyledi. Gemini iyice kastığı at, ön ayaklarını kaldırmış, Ayasofya kubbesine çıkmak istercesine hırslı ve cezbeli bir hâlet içindeydi. Kilise’de yer bulamayan Bizanslı ahâli, büyük mâbedin kapısı önüne yığılmış, birbirlerini iterek Türk Pâdişâhı’nı görmek istiyorlardı. Türk askerinin iki sıralı koridoru arasına dâhil olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, hâlâ atının üzerinde olduğu hâlde Ayasofya’dan içeriye girdi. Büyük kapının önünde, içerideki hayret-efzâ kalabalığa baktı. Gökten inecek beyaz kanatlı meleği beklemekte olan Bizanslılar, beyaz atının üzerindeki Türk Hâkânı’nı görünce, artık her şeyin bittiğini anladılar. Atından inen Fâtih Sultan Mehmed Hân, ağır, fakat seyredene haşyet veren adımlarla Bizanslılara doğru ilerlediğinde, Kilise’yi dolduran insan mahşerinin yere kapandığını gördü. Secde vaziyetindeki bu korkmuş ve ürkmüş Bizans ahâlisine hitâb eden Türk Hükümdârı, târîhde nice hâdiseye şâhit olmuş bu asır-dîde mâbedin her tarafını dolduran gür bir sesle şöyle dedi: “Kalkınız! Ben, Sultan Mehmed Hân! Gazab-ı Şâhâne’mden hazer etmen! Bizim akîdemizde ancak Allâh’ın huzûrunda secde edilir. Hepinize söylüyorum. Bu ândan îtibâren, hayâtınız ve hürriyetiniz benim devletimin elindedir. Herkes işinde, dininde ve her çeşit hâlinde serbesttir. Hepiniz, benim tebaa-i aslîmsiniz.”
~ ~ ~
Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’u alarak kadîm Roma İmparatorluğu’nun önce tamâmına, sonra doğusuna, bilâhare de, artık Bizans adını alan çok mühim devlete vâris olmuştu. Bu verâset silsilesi içine, Roma İmparatorluğu’nun merkezî arâzisi sayılmış İtalya Yarımadası da giriyordu. Kendisine değişik mahfîllerde “Roma Kayseri / Roma İmparatoru” diye hitâb edilmesi, bahsedilen İtalya hedefini, geniş bir muhîtin paylaştığını gösteriyordu. Gelişen siyâsî hâdiselerle, Osmanlı Cihân Devleti’nin 1480 yılı îtibâriyle Dünyâ önünde yükselen ihtişâmı, İtalya’nın Türk idealine dâhil olmasını zarûrî kılıyordu. İstanbul’un fethi ile ulaşılan Roma nişângâhının, İtalya ile tamamlanması gerekiyordu. İstanbul’daki Kızılelma’yı taşıyan fetih sîmürgü, şimdi Roma şehrine konmuştu. Fâtih Sultan Mehmed Hân kâbındaki bir “Şehsüvâr-ı Cihângîr”, o Kızılelma’ya ulaşmadan kendisini huzûr içinde hissedemezdi. Yahyâ Kemâl’in pek füsûnlu ifâdesiyle, artık: “Tûğlar varsa gerektir Kızılelmâ’ya kadar!.”
~ ~ ~
Şehsüvâr-ı Cihângîr’in, bütün bu zâhirî sebebler dışında esas İtalya duruşu, elbette, Kızılelma ülküsünden ibârettir. İstanbul’un fethi ile Türk’ün kavî eline geçen Kızılelma, Türk fetih sîmürgünün gaga ve pençelerinde, ânında Roma’ya taşınmış ve Saint Pierre Kilisesi’ne konmuştur. Şânlı târîhi boyunca, hep Kızılelma’yı tâkib eden, fütûhât rotasını Kızılelma’ya göre çizen Türk milleti, daha İstanbul surlarından içeriye girdiği ve Ayasofya’daki Kızılelma’yı kavradığı ândan başlayarak, Roma rûyâları görmeye başlamıştır. Çünkü, Kızılelma, Roma’ya uçmuştur ve Kızılelma neredeyse, Türk’ün de oraya gitmesi, ulaşması lâzımdır. Fâtih Sultan Mehmed Hân adındaki Oğuz Hân torununun, İtalya başlıklı hayâl ve tasavvurları, hep bu Kızılelma ülküsü ile kuşatılmıştır. Öyleyse: “Tûğlar varsa gerektir Kızılelmâ’ya kadar!..”
~ ~ ~
Gedik Ahmed Paşa, Otranto’yu ele geçirdikten ve Hayreddin Paşa’nın emrinde, yeterli sayıda muhâfız bıraktıktan sonra, kumandası altındaki orduyu iki kola ayırdı. Bu kollardan birini Birindisi, ikincisini de Taranto üzerine gönderdi. Bu iki hedefe ulaşılması durumunda, Alfonso’nun dukası olduğu Kalabriya’nın kilit noktaları fethedilmiş olacaktı. Bu arada, Napoli’de yaşayan ahâli, korku ve endîşeden, şehri terketmeye başlamıştı ki, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın ölüm haberi İtalya sâhillerine ulaştı. Bu, acının acısı bilgi, Saint Pierre Kilisesi’nde Şehsüvâr-ı Cihângîr’i bekleyen Kızılelma’nın böğrüne ateş düşürdü ve bu kutlu meyve, kızarabileceği son hadde kadar kızardı…