Selahaddin Demirkan: Aydın ve Seçkin Meselesi

Aydın ya da eski adıyla Münevver konusu düşünen insanlarımızı her zaman meşgul etmiştir. Kimlere aydın demeli, kimlere aydın dememeli, hatta aydın mutlaka muhalif mi olmalı ya da aydın denilen insanlar devletlerinden, milletlerinden ve geçmişlerinden yana mı olmalı. Bu konular üzerinde çok durulmuştur.

Marksist-sol literatürde aydın mutlaka muhaliftir. Hatta sadece iktidarlara değil her şeye muhaliftirler.

Fakat bilinmelidir ki aydın denilen tahsilli insanın illa da muhalif olması gerekmiyor. Milletine, devletine, geçmişine düşman aydın mı olurmuş. Büyük fikir adamı Nevzat Kösoğlu’nun da belirttiği gibi “Aydının kıblesi milletinin kıblesi ile aynı olmalıdır.”

Şurası bir gerçektir ki sol aydınlar ve onların propaganda çalışmaları ülke üzerinde de zaman zaman etkili olmaktadır. Bilinen pek çok aydın da kendi milletine, kendi devletine ve kendi geçmişlerine muhalefet etmektedirler.

Şimdi konu ile ilgili olması bakımından 1969 yılında Türk Kültürü dergisinde yayımlanmış olan ve Selahaddin Demirkan’a ait muhtevalı bir yazıdan ve orada geçen konulardan bahsedelim.

“Elli altmış sene evveline gelinceye kadar Frenklerce bir adamın münevver olabilmesinin ilk şartları kadim Yunan ve Roma medeniyetlerinin şaheserleriyle kendi milletlerinin büyük klasiklerini asıl metinlerden okumak idi. Münevverliğin esasını teşkil eden bu tahsile İnsaniyet-humanite’sini yapmak denirdi ki, liselerde ihzar ve Darülfünunlarda ikmal olunurdu.”

Görüldüğü gibi Batı ve Batılı için aydın demek geniş kültürü ve derin bilgisi ile dikkat çekmek yerine Yunan kültürü ve Roma medeniyetinin şaheserlerini bilmesidir.

“Ziya Gökalp da “Türkçülüğün Esasları” kitabında halka doğru bahsinde şöyle diyordu: “Halka doğru gitmek ne demektir? Halka doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir milletin münevverlerine, mütefekkirlerine o milletin güzideleri adı verilir. Güzideler yüksek bir tahsil ve terbiye görmüş olmakla beraber halktan ayrılmış olanlardır.

İşte halka doğru gitmesi lazım gelenler bunlardır.”

Gökalp ise daha çok aydın sorumluluğundan söz etmektedir. Bir kimse bilgi ve kültür yoluyla halktan ayrılmış ve kendisine aydın diyorsak o kişiler halktan kopmuş kimselerdir. Bu kimseler halka doğru gitmelidir. Halktan feyz almalıdırlar.“Prof. Dr. Mümtaz Turhan’da şöyle diyor: “Münevver telakkisi milletlerin ananelerine, dünya görüşlerine, bilhassa maarif sistemlerine tabi olarak, her ne kadar değişmekteyse de hakiki münevverin miyarı ve sahip olması lazım gelen vasıflar oldukça sabittir. Buna göre hakiki bir münevverin haiz olması zaruri görülen vasıfları şunlardır:

1-Yüksek tahsilin mümkün ve müessir kılacağı derli toplu umumi ve temelli bilgiler.

2-Memlekete, mensup olduğu topluluğa ve hemcinslerine karşı vazifelerini öğrenen, ahlaki saha da dâhil olmak üzere karakter ve şahsiyetin gelişmesini temin eden içtimai veya milli bir terbiye,

3-İhtisasa kadar gidebilen esaslı bir mesleki bilgi ve tahsil.”

Bu umumi miyar ve ölçülere göre Türk münevverlerini daha objektif olarak kıymetlendirmek mümkün müdür. Bizim münevverlerimizde -istisnaları kabul etmekle beraber- umumi bilgi noksan, iğreti ve birbirini tutmayan malumat kırıntılarından ibarettir. Maarif sistemimizde içtimai terbiye diye bir mefhum, bir gaye ve bunu verebilecek bir vasat veya bir teşkilat bulunmadığı için tabiatiyle münevverlerimiz büyük bir nisbette bundan mahrumdurlar. Mesleki tahsil ve terbiyeye gelince bu da maalesef sadece ekmek parasını kazanmanın bir vasıtası haline getirildiğinden haddinden fazla basitleştirilmiştir.”

“Memleketimizde bu vasıfları haiz münevverlerin bol miktarda bulunabilmesi birinci sınıf ilim müesseselerinin mevcudiyeti şartına bağlıdır. Hâlbuki bizde bu manada yüksek tahsil ve ilim müesseseleri -bazı şubeler istisna edilirse dahi- maalesef, vardır denemez. İşte bunun içindir ki, bizim münevverlerimiz fiil ve hareketleri davranışları üzerinde ilimden, ilim zihniyetinden ziyade indi hükümler, ferdi veya zümrevi kanaatler, batıl itikatlar, ilmi muhtevadan mahrum inançlar hâkim olmaktadır. Bu bakımdan münevverlerimizle okuma yazma bilmeyen halkımız arasında bir fark yoktur.”

Mümtaz Turhan hocaya göre ülkede bulunan pek çok tahsillinin aydın olmak yerine daha çok “Memur” statüsünde olduklarını belirtmektedir. Çeşitli üniversitelerde görev yapıyor olmak, hatta Profesör olmuş olmak bile “memur” zihniyetinden kurtulmuş olmayı mümkün kılmamaktadır. Birçok tahsilli daha çok ilim yapmak, tefekkür yapmak yerine klasik bir memur gibi hareket etmekten kurtulamamaktadırlar.

“Bir prensibe göre bütün insanlar temayülleri ve içgüdüleriyle birbirlerine benzerler. Diğer bir prensibe göre de insanlar bu bakımdan birbirlerinden farklı durumdadırlar.”

“Bizce kültürlü insanlarla diğerleri arasındaki fark içtimai ve zihni bir inkişaf derecesi farkından ibarettir.”

“Akla ait ve akıl haricinde iradi ve hissi unsurlarıyla ancak en geniş manasında anlaşılan bir kültür, münevverin esaslı bir vasfını kültür sahibi olduğunu zannetmek de bir hatadır. Çünkü yukarda tavsif ettiğimiz şekildeki kültür bir köylüde, bir işçide ve bir tüccarda da bulunabilir. Bunun içindir ki, bizim bir içtimai kategori olarak tetkik ettiğimiz münevverler sınıfının karakteristik hususiyetlerinin uzvi ve coğrafi sahada aranılamayacağı gibi ferdi psikoloji sahasında da tamamen bulunamaz.”

Yine Mümtaz Turhan Hoca’ya göre; kültürlü insan olmuş olmak “Aydın” olmuş olmayı gerektirmiyor. O’na gör kültür bir çiftçide veya bir işçide de pekâlâ olabilir. Bu yüzden “Aydın” olmanın temel vasfı kültürlü ya da çok kültürlü olmak değildir. Bu demektir ki “Aydın” olmanın başkaca hususiyetleri olmalıdır.

“Muhtelif münevver zümrelerini karakterize eden nokta işte budur. Ruhi kıymet ve nimetleri yaratan ve onları cemiyet içinde dağıtan, gerçekleştiren münevverdir. Bu itibarla, münevverler sınıfının en açık vasfı, faal bir şekilde yeni idealler ve şekiller icat etmesi ve bu suretle gerek ferdin gerek cemiyetin maddi ve manevi bağlarla her gün biraz daha fazla kuvvetlenmesini sağlamasıdır.”

Hoca’ya göre; “Aydın” milletinin manevi değerlerini hiçbir şekilde ihmal etmeden yeni idealler, yeni ufuklar sağlamaya çalışmasıdır. Yani kısaca “Aydın” milleti ile barışık, milleti için çalışan, milleti ile aynı değerleri taşımak önemlidir.

“Münevvere ait diğer bir fonksiyon da bu ruhi kıymetleri devamlı surette tenkid ve tasfiyeye tabi tutmak, yenileştirmektir. Bundan başka onun bizzat kendi nefsine ait vazifeleri de pek mühimdir. Münevver adam yalnız yeni kıymetlerin yaratıcısı, yayıcısı değildir. Müthiş bir istihlak edicidir de. Esasen onun çevresi üzerinde tesirli olması bu kıymetleri aşılayabilmesi için bizzat kendisinin, bu kıymetleri nefsinde en yüksek şekillerinde tecelli ettirmiş, kendi misallerinin yüksek telkin kabiliyetinden istifade edebilecek vaziyette bulunması lazımdır. Çünkü bu kıymetler halk kütlelerine emir ile yahut nazari bazı istidlallerle telkin edilemez. Göz kamaştıran cezb ve teshir eden misaller lazımdır”

***

Yani kısaca: “Aydın” içinde yaşadığı halkına önder olmalı hatta örnek olmalı. Kendi milletinin kıymetlerin el üstünde tutmalı. Onları gözü gibi korumalıdır. “Aydın” kendi toplumundan güç ve kuvvet almalıdır. Başka toplumlar için geçerli olan fikir akımları ve onların tecrübeleri yerine kendi toplumuna yönelmeli, oradan ileriye doğru hamle yapmalıdır.

“Cemiyetten kuvvet almaksızın hiçbir büyük adam müsbet rol oynayamaz. Tekâmül mekanizmasını işleten ve birbirini tamamlayan faktörler göz önüne getirilmeksizin bir cemiyetin tekâmülüne tesirli olan seçkinlerin varlık sebepleri izah olunamaz.”

Burada şu noktaya değinmek gerekir bizim sözde “Aydın” olarak kabul edilenlerin neden vatana ve millete faydalı olamadıkları anlaşılıyor ki bunun sebebi kendi toplumlarından hız ve güç almadıklarındandır.

“Sözde medeniyet sahibi olan milletlerin seçkinleri ile batı medeniyetini yükseltmiş milletlerin seçkinleri arasındaki büyük farklar, bizi bu faraziyenin yani ‘Büyük adamlarda cemiyetin mahsulüdür’ faraziyesinin kabulüne mecbur eder.”

“Seçkinlerin ilim ve teknikte mütehassıs ve ayrıca manevi sahada yükselmiş kimseler olarak iki kısma ayırmak mümkündür. Birinciler mesleki sahada otorite sahibidirler, ikinciler cemiyetin her tabakası üzerinde manevi nüfuza sahiptirler. Bir de “Şef” (Yazar burada Şef demiş ama biz buna lider de diyebiliriz.) denen kimseler vardır ki, diğerlerine nazaran daha başka özellikler gösterirler. Her şef bir seçkin değildir, her seçkin de şef olmadığı gibi. Sembolik bir ifade ile şef için “kütlenin beyni” denmiştir. Şefler kütlelerin şuuraltını harekete getirirler ve zamanına göre birtakım müesseselerin kurulmasına da hizmet ederler. Siyasi sahada kitlelere önderlik edenlerin, onun psikolojisini pek iyi tanıdıkları malumdur.”

“Bir cemiyet herhangi bir buhran içinde kıvrandığı sırada şef ortaya çıkar ve cemiyetin gizli açık temayüllerine istikamet verir. Kütlelerde kollektif içgüdüsünden gelme bir hareketle şefe sımsıkı sarılır ve onun otoritesine boyun eğerler. Şefler kütle psikolojisini anlamakta mütehassıs kimselerdir. İhtisas ise otorite demektir.”

“Bazı seçkinler zamanlarının ötesine taşarlar. Ölümden sonra takdir olunurlar. Bazıları da yaşadıkları müddetçe cemiyete ve hatta insanlığa yeni ufuklar açarlar. Bunların bir kısmı kütlelere manevi sahada rehber olurlar, ilmi halka yayarlar, her hal ve hareketleriyle halka önderlik ederler. Cemiyetin organizmi öyle dimağlara muhtaçtır ki, bu dimağlar biyolojik ve psikolojik kanunları keşfederek onun kuvvetlenmesine hizmet ederler.”

“Seçkin psikolojisini vasıflandıran unsurlar nelerdir:

1-Uyanık ve açık bir zekâ (Dikkat)

2-İntikal sürati.

3-Tenkid hassası.

Ferdin içtimaileşmedeki tesiri iki türlüdür:

1-Irkının o ana kadar yerleşmiş adet ve bilgilerini düşünce ve muhakeme ile yeniden tasdik ve temsil eder.

2-Tasavvur ve temsil suretiyle faydalı veya doğru olması mümkün olan her şeye teveccüh eder. Mevcut olanı esas alır. Fakat idealler kurarak onu geçer. Bu suretle fert ile cemiyet arasındaki münasebetlerden içtimai şuur doğar. Ve cemiyet bu vasıta ile fertlerin düşüncelerini benimser.”

“Her nerede müşterek bir maksadın etrafında toplanırsa o maksada erişebilmek için bir otoriteye ihtiyaç vardır ve bu müşterek teşebbüste başarılı olmak için de prensiplere riayet lazımdır.”

“İlim aklın mahsulü, tabiatın sesidir. Birçok kimsenin zannı hilafına akıl ve ilim, kelimenin meşru mânasiyle muhafazakârdır. Ve tesviyeciliği, hizacılığı değil, hiyerarşi öğretir.”

“Gelecekte milletlere önder olacak seçkinlerin çelik bir dimağa ve sinire, bükülmez kola, önüne geçilemez bir cesarete sahip olmaları lazımdır. Bir milli savunma hareketinde ordunun en cesur ve kahraman bir kumandana ihtiyacı olduğu kadar iktisat, maarif, ziraat, din konularında da aynı veçhile dehalara kahramanlara ihtiyaç vardır.”

“Aydın veya seçkin konusunda en fazla üzerinde durulan nokta tek kelime ile “Ahlak” tır. Bilgi, enerji, cesaret, fedakârlık, önderlik… her ne dersek diyelim. Hepsi gene ahlak meselesine geliyor.”

“Seçkinlerin üç karakterini ayırt edebiliriz.

1-Seçkin denebilecek bir insanın kendi tarafından elde edilmiş bir üstünlüğü vardır.

2-Fakat sadece üstünlük, seçkin olmak için asla kâfi değildir. Şahsiyet sahibi fert üstün kabiliyetini ammenin menfaatine ve milletinin, insanlığın iyiliğine çevirmiş olmadıkça seçkin sayılamaz.

3-Seçkinliğin bir karakteri de onun açık zümre oluşudur. (…) Bir zanaat sahibinin çocuğunun ilerde bu zanaata intisabı ihtimali ne derecede az ise, seçkin insanların çocuklarının da seçkin olma ihtimali de o kadardır.”

“Vakıalarla ideali karıştırmamak lazımdır. Vakıalarda seçkin hem bilgi hem ahlak sahibi olarak her zaman görünmüyor. Mesela, birçok yazılarda bile “Ülküsüz Aydınlar”dan bahsedilir. Şu hâlde ülküsüz bir adama nasıl aydın diyebiliriz. Bir de şu düşünce ile karşılaşıyoruz:

Aydın, görev bakımından eski Osmanlılarda ulema sınıfına yaklaşır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Türk aydını eski ulema sınıfının yetişiş bakımından değil ve görevini başarması bakımından çok geride kalmıştır.”

“Burada en mühim nokta aydın çoğunluğunun “memur” olmasıdır, hatta bazı kimseler profesörleri de memur kadrosuna koymuşlardır.”

“Şu atom devrinde dünyanın nereye gittiği belli olmayan tarihi bir anında Türkiye’nin durumu o kadar naziktir ki, hiçbir şahsi endişe milletçe kalkınma davamızda bizi bu günkü dağınık, felsefesiz, sistemsiz yalpalı gidişi artık terk ederek mili idealimize doğru yürümekten alıkoymamalıdır. Bizce Türk aydınının tek kusuru ferdiyetçiliğidir.”

***

Selahaddin Demirkan, “Aydın ve Seçkin Meselesi”, Türk Kültürü Dergisi, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1969. Sayı:77, sayfa:36-43

Yazar
Kenan EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen