Fuat YILMAZER
Kültürümüzün önemli bir kesitini temsil eden edebiyat sahasında boşluklar olduğuna, Türk kültürüne uygun gelişme ve devamlılık sağlanamadığına, hatta çok fazla ihmal edildiğine inanıyorum.
Osmanlının son dönemleri ve Cumhuriyet döneminde Türk edebiyatının yeterli ilgi ve desteği görmediği bir dönemdir. 21. Yüzyıla ayak bastığımız yıllarda da önemi tam kavranmış görünmemektedir.
Hâlbuki milletin geçmişinden gelen değerlerinin geleceğe nakledilme yollarından biri edebiyattır.
Nesillerimiz artık ailesinden geçmişle ilgili pek bir şey öğrenme şansına sahip değiller. Bundan 35-40 yıl önce çocuklar aileden halk hikâyeleri, destan, şiir, ağıt, masal gibi konularda örnekler dinlerlerdi. Aile Türk’ün sevinci, üzüntüsü, kahramanlığı, önem verdiği konular hakkında çocuklarına örnekleriyle beraber anlatımda bulunurdu.
Çocukluk dönemimde anlatılanlardan o kadar çok etkilenirdim ki, bazen gözlerimde yaşlar toplanır, anne-babama göstermemek için çaba sarf ederdim. Ağıtlar yüreğimi yakar içimi çöl sıcağında kavrulmuş toprağa döndürürdü.
İstiklal Harbimizle ilgili yaşanılanların anlatımı içime ok gibi işler çoğu zaman zor uyur, uyuyana kadar da anlatılanları hafızamda canlandırırdım. “Ben olsaydım” la başlayan hayallerden dolayı uzun süreler uykusuz kaldığımı hatırlıyorum.
Sadece Türk tarihinden değil İslam tarihinden de anlattıkları hikâye ve destanlar vardı. Yani her iki tarih kesitinde de acı olaylar, yavrusunu şehit veren anaların feryatları, eşlerin sevgililerin gizli gizli ağlamaları yüreğime otururdu. İnanıyorum ki bu sebepten yüksekokulda Öğrenci Derneği Başkanlığı yaptığım yıllarda derneğimiz adına “AĞITLAR” adıyla bir dergi çıkarılmasını sağlamıştım.
Geçmişimizle ilgili ailemin bana kazandırdıklarından sonra Ömer SEYFETTİN, Abdullah Ziya KOZANOĞLU’nun romanları çıktı karşıma. Kolsuz kahraman gibi kitaplar bizleri geçmişimizi sevdirmeye, tanıtmaya başladı. Bu ve bunun gibi kitaplar o nesle bir şarj görevi yaptı. Nihal ATSIZ, Necdet SANÇAR, Fazlıoğlu Cemal Oğuz ÖCAL, Osman Yüksel SERDENGEÇTİ, Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU, Arif Nihat ASYA, Halide Nusret ZORLUTUNA, Emine IŞINSU, Cavit ERSEN vb. adını sayamadığım değerler, büyüklerimiz şiir, roman tarih konularında biz yaştakilere bir şeyler verebilmek için çaba sarf ettiler. Nihal ATSIZ ve Emine IŞINSU’ nun muhteşem tarih kokan romanları bizleri tarihin derinliklerine götürürdü.
Şimdiler de tarihi roman çizgisinde bu isimlerin yanına çokları daha eklendi. Ahmet Haldun TERZİOĞLU, Orhan YENİARAS, Hasan ERDEM, Erkan GÖKSU, Osman Gazi KANDEMİR, Şevket Adnan ŞENEL vb. gibi.
Ama bu isimlerin sayısı milletimiz için yeterli değildir. Edebiyat, kültür bir milletin olmazsa olmazıdır. Bunlarda devamlılık olmaz ise o milletin sağlıklı şekilde devamı da tehlikeye girer.
Tarihi olayları konu alan romancılarımız var, hepsinin de çok başarılı oldukları inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Başka bir gerçekte tarihi roman yazanların bir kısmı okunduğunda heyecanlandırmasına rağmen sonrasında aklınızda, roman kahramanının iyi kılıç sallayışından başka bir bilgi kalmadığı da bir gerçek.
Bazı tarihi roman yazanlar da var ki sadece duygulara hitap etmekle kalmıyor, küffara kılıç sallayan imanlı Türk yiğidinin yanına akılda kalacak tarihi gerçek bilgileri yerleştiriyorlar. Romanı okurken romanın yazıldığı dönemle ilgili sosyal hayattaki, kültürel- siyasi gelişmelerden ve ekonomik durumdan ve bulunduğun bölgede ki askeri ve jeopolitik itibarından da içinde bir şeyler buluyorsun. Yani okuduğun roman sana romanın duygusal keyfini yaşatırken gerçek bilgi akışını da araya sıkıştırıp zorlanmadan öğrenmeni sağlayarak o keyfi de yaşamanı sağlıyor.
Bu düşünceler içinde iken önceden aldığım sırası ancak gelen tarih konulu bir romanı okudum. “Selanik İçinde Sala Okunur”. Yazarı Adnan ŞENEL. Adnan Şenel psikoloji tahsili görmüş. Psikoloji alanında ki geçmişini bilmem ama roman dalında ben buradayım diyor. Diğer romanlarına göre bu çok yukarıda olan bir çalışma. Okuyucunun anlayacağı, tanımlayabileceği düzgün ve arı bir Türkçe kullanılmış. Kurgusunun yanında gerçek tarih bilgileriyle romanını donatmış. Okuyucu o tarihlerde neler olduğunu öğrenebilme imkânına kavuşmuş. Cümleler okuyanın bana göre düzenlenmiş hissine kapılacak kadar işleyici tarzda kaleme alınmış.
Balkan savaşlarını romanlaştırmış ŞENEL.
Şenel romanında dönemin sıkıntılarını da işlemiş. Osmanlının son zamanlarının yaklaştığını hissettirecek bilgileri kitabın değişik yerlerine serpiştirerek vermiş. Ordunun ve milletin zayıf düşmesi, komutanların birbirlerine güvenlerinin kalmayışını, ayrı düşüncelere sahip olmasını, ayrıca Türk’ün sanat şaheserlerini de kitapta tanıtmış.
Yazar askerin içinde bulunduğu çaresizliği şöyle anlatıyor: “İstanbul’dan erzağın tam tekmil gelmemesi ve mevcut erzakın da birliklere yeni asker takviyesi sebebiyle giderek azalması yüzünden günlerdir yarım öğünle ve çoğu kez peksimetle beslenen askerin halsizliği son raddeye gelmiş, bu da gece harekâtının zorluğunu iki kat artırmıştı. Bu açlık hissi, bu tür havalara uygun olmayan giysilerin engel olmadığı soğukla birleşince, o balçıkla mücadele eden ayaklarda, bacaklarda, bedende ne mecal bırakıyordu ne de şevk.”[1]
Yazar Selanik’te sürgünde olan Padişah Abdülhamid’in dış politikasını da karşılıklı konuşma üslubu içinde güzel özetlemiş. Selanik’in tehlikeye düştüğünü gören İstanbul, Abdülhamid’in oradan getirilmesi talimatı verdiği heyetle Abdülhamit Han’ın karşılıklı konuşması şöyledir. Sultan “Aklım havsalam almıyor” dedi: “ Nasıl oluyor o dördü bir araya geliyor da Osmanlı’ya kafa tutuyor, akıl alır iş değil. Bunlar daha düne kadar kanlı bıçaklıydılar birbirleriyle. Ne oldu da aralarında ki husumeti bitirip can ciğer oldular? Sizden rica ediyorum, bunu bana açıklayacak biri var mı? Arif Hikmet Paşa sultanın bu sorusuna kendisinin açıklama getirmesi gerektiği ne inanarak, “Müsaade ederseniz ben fikrimi açıklamak isterim sultanım” dedi saygıyla.
Sultanın hafifçe baş eğmesi üzerine Ârif Hikmet devam etti: “Sizin de buyurduğunuz gibi sultanım, bu devletler önceleri iyi geçinemiyorlardı. Yine siz de çok iyi biliyorsunuz ki böyle olması içinde zât-ı şâhâneleriniz bilhassa uğraşıyordunuz. Lakin siz hal ‘olduktan çok kısa süre sonra, iktidar Kiliseler ve Mektepler Kanununu çıkardı. O zaman Dâhiliye Nâzırı Talat Bey ve Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa bu kanunu imzaladılar, hünkârımız da onayladılar”
Birden ayağa fırladı Abdülhamid : “Ne yaptılar, ne yaptılar?” “Nasıl böyle bir hata yaparlar? Deli mi bunlar? Öyle ya, siz böyle bir kanun çıkarırsanız, Bulgar ile Yunan’ın arasını düzeltirseniz, onlarda birbirleriyle dost olup süngülerini size doğrultur.”[2]
Selanik şehrinin o günlerdeki hüznünü de güzel özetlemiş yazar: “ Yakın gelecekteki günlerin meşum habercisi gibi, kasvet yüklü bulutların esareti altındaydı Selanik. Cami minarelerinden öğle ezanı okunduğu vakitte dahi, güneşin ışığı gibi sıcağı da bulutların arkasında mahsur kaldığından, ilikleri donduran bir soğuk, çarptığı tenleri bıçak gibi kesen bir ayaz vardı. Sadece havanın bu azizliğinden değildi Selânik sokaklarının bu kadar tenha olması. Şehrin az biraz ötesine yaklaşmış Yunan ordusunun her an saldıracağı ihtimali, sadece Müslümanları değil, her milletten, her dinden insanı evlerindeki sobaların sıcaklığına mahkûm etmişti. Sıcağa rağmen, şehrin Yunan’ın eline geçeceği korkusuyla bazı ellerin titremesi geçmez iken belki de 10 metre ötedeki evlerde bunun gerçekleşeceği ümidiyle bazı eller ovuşturuluyordu.”[3]
Yazar roman içinde mimari eserler hakkında bilgi vermek gibi önemli bir işlevi de yerine getirmiş. Şöyle ki: “ 1829’da şehrin Rus işgali sırasında yıkıma uğrayan, sonra da 93 harbi sırasında, Rusların eline geçmesin diye buradaki cephaneliğin havaya uçurulması neticesinde, tamamen ortadan kalkan Edirne Sarayı’ndan tek arta kalan sağlam yapı olan Adalet Kasrı’nın önünden geçtikleri sırada Hasan Çavuş, “Şu talihin cilvesine bak!” dedi mırıldanarak.
“Efendim? Ne dedin kardeşim? Dedi Ahmet, arkadaşına dönüp.
Ahmet hüzünlü gülümsemesiyle iki katlı, üçgen kubbeli sarayı gösterdi: “Talihin çilvesine bak diyordum. Kanuni Sultan Süleyman, kanunlarını bu sarayda yazıyormuş, biliyor musun? Mimar Sinan yapmış burayı. Hem Divân-ı Hümâyun olarak kullanılmış hem de yargı kararları burada görüşülmüş. Binanın önündeki şu iki taşı görüyor musun? Sağdakinin adı seng-i azmış. Vatandaşlar, arzuhallerini onun üzerine bırakırlarmış. Solda ki taşın adı da seng-i ibretmiş.”
Fakat şimdi bu topraklar üzerinde esiriz. Bir zamanlar tebaamız olan Bulgarlar önce bağımsız oldular, sonra bize kafa tuttular. Üstüne üstlük bizi mağlup ettiler ve geldiler Edirne’mizi o kirli postallarıyla çiğnediler. Talihin cilvesi değil de ne bu!” dedi Hasan içini çekerek.”[4]
Yazar talihin cilvesi sözünü Hasan’a söyletmiş ama burada bir tespit yapmak lazım. Bizim “talihin cilvesi”, “mukadderat” gibi kendimiz emek harcamadan bir şeyler ilahi güçten veya bilinmezden beklememiz gibi yanlış bir alışkanlığımız var, her şeyi talihe bırakmayı da o minvalde değerlendiriyorum.
İşi şansa bırakmak kolaycılıktır. Önce emeğini, iradeni, isteğini ortaya koyacak çalışacaksın ondan sonra takdiri Yaradan’a bırakacaksın.
Henüz milletçe önemi tam anlaşılmasa bile Balkanlar Türk Tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Akademisyen Yahya Kemal Taştan; “ Osmanlı Devleti’nin siyasi, içtimai ve iktisadi hayatında önemli bir yer teşkil eden Balkanlar, Doğu Roma İmparatorluğundan tevarüs edilen meselelerle birlikte yaklaşık beş asır boyunca devletin bel kemiğini teşkil etti”[5] gibi önemli bir tespitte bulunuyor, Balkanlar için.
Taştan; “Balkana Savaşları, Türk Milliyetçiliği ve Anadolu topraklarında kurulan milli devlet için bir dönüm noktası teşkil eder”[6] diye de bir diğer doğru tespitte bulunmuş.. Yani Türklük ve Anadolu toprağının güvenliği için Balkan Coğrafyasının önemine dikkat çekiyor.
Romana dönecek olursak…
Romanın Yazarı Adnan Şenel de “Selanik İçinde Salâ Okunur” isimli romanında Balkan Savaşlarını ve bu savaşların sebep ve olaylarını ortaya seriyor roman kurgusu içinde. Devleti idare edenlerin yetersizliği, Ordunun subaylarının politik görüş farklılıkları içinde gaflete varan işlemleri, zamanında yenileşme yapılamadığı için yorgun düşen; devlet, ordu ve halk. Özeti bence yorgunluk bezginlik içinde kıvranan asker ve sivil kesimin ülküsünün ve heyecanının olmaması. Ülküsü heyecanı olmayan birey de toplum da başarıyı yakalaması mümkün değildir.
Adnan ŞENEL’in anlamlı romanını bu çizgide değerlendirmek doğru olur.
Tüm hikâyecilerimize, romancılarımıza, şairlerimize, düşünürlerimize teşekkürlerimizin en safını, temizini göndermenin bir borç olduğunu düşünüyorum.
Bu düşünce silsilesi bugünkü gerçeklere de dikkat çekiyor. Onun için ihmal edilen değerlerden biri olan Türk edebiyatını, kültürünü ve sanatın bütün dallarını ortaya çıkarmalı ve devamını sağlanmalıdır.
Yani Tarih biliminde olduğu gibi Edebiyat dalları ile milletimizin kültürü, inancı, feraseti, dirayeti, kararlılığı ve uyanıklığı ortaya çıkarılmalıdır.
Bu konuda önemli bir adım atan Adnan ŞENEL ‘i kutluyorum.
DİPNOTLAR
[1] Şenel Adnan, Selanik İçinde Salâ Okunur, Eşik Yay: İstanbul, 2017, s.13.
[2] Şenel Adnan, a.g.e., s.41.
[3] Şenel Adnan, a.g.e., s.48.
[4] Şenel Adnan, a.g.e., s.475.
[5] Taştan Yahya Kemal, Balkan Savaşları ve Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Ötüken:İstanbul,2017, s.11.
[6] Taştan Yahya Kemal, a.g.e., s.12.