Semih Kaplanoğlu Farkli Bir Sinemaci

Mehmet DEMIRCI

Semih Kaplanoğlu adını Yumurta ve Süt filmleri vesilesiyle dolaylı yollardan duyduğumu hatırlıyorum. Tire’li bir mühendis arkadaşım bu filmlerin videolarını buluverdi. Seyrettim, alışageldiğimiz sinema filmi akışından farklı bir özelliğe sahipler. Sürükleyicilikten çok sanat yönü ağır basan filmler.

İlgimi çeken yönü Tire’ye ait görüntüler, doğallık ve tanıdık Türk insanı manzaralarıydı.

Daha yakın zamanda “Bal” filmini seyrettim. “Bal” çok daha etkileyici geldi. Karadeniz ormanlarının çarpıcı manzarası eşliğinde, duygusal bir çocuk (Yusuf), baba, anne ve çevresi arasında gelişen olayları görüyoruz.

“Bal” da olduğu gibi son filmi “Buğday” da bol ödül aldıysa da İzmir’de çok kısa süre gösterimde kaldığı için kaçırdım ve henüz seyredemedim. DVD’sinin çıkacağını duydum, onu bekliyorum.

*

Semih Kaplanoğlu İzmir’li, benim de üniversitem olan Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olmuş. Eşi Leyla İpekçi ile birkaç sempozyumda birlikte olduysak da kendisi ile tanışmadım. Bazı röportajlarından anladığım kadarıyla meselesi olan, yerli kültür kodlarımıza bağlı, önemli bir sanat adamı.

Hakkında bir şeyler yazmak istiyordum, H yayınları editörü M. Bakır Köse imdadıma yetişti. Semih Kaplanoğlu ile yapılmış kapsamlı bir söyleşi kitabını gönderdi. Uygar Şirin imzasını ve “Yusuf’un Rüyası” adını taşıyan ve çok iyi bir mizanpaja sahip kitabın 4. baskısı, H yayınları arasında Aralık 2017’de çıkmış. Kitapta aradığımdan fazlasını buldum.

  1. Kaplanoğlu, her şeyden önce kendini sinema sanatına adamış, adeta kaliteli sinemada fani olmuş; aynı zamanda okuyan, tefekkür eden, meselesi olan bir kimse. Söyleşi kitabında onun sinema anlayışı, yaptığı filmlerin özellikleri, istediği sonucu sağlayabilmek için her türlü ayrıntıyı dikkate aldığı, mekân araştırmaları, bir yığın masrafa mal olan çekimleri hakkında pek çok bilgi var. Kitabı okuduktan sonra Yumurta ve Süt filmlerini tekrar seyrettim ve daha iyi anladım.

*

Buradaki amacım, söyleşi kitabından hareketle Semih Kaplanoğlu’nun düşünce dünyası ve fikrî macerasını ortaya koymaktır. Kaplanoğlu 1963 İzmir doğumlu, henüz 55 yaşında, sinema eğitimi görmüş. Türkiye’nin genel manzarasına bakarsak, başka birçok meslektaşı gibi onun da sol, batıcı veya seküler zihniyete sahip bir kimse olması beklenirdi.

Hayır öyle olmamış Kaplanoğlu, doğal sanat çevresindeki egemen ideoloji kanonunu[1] kırarak, içinden çıktığı Türk toplumunun mayasını, geleneğini, inancını, tarihini ve kültürünü iyi tanımış ve özümsemiş birisi.

Sinema sanatını iyi bilen biri olarak fikir ve inancının izlerini filmlerinde ustalıkla yansıtma başarısını göstermekte ve eserleri uluslararası festivallerde en değerli ödülleri almaktadır.

Kaplanoğlu’nun fikir ve inanç serüvenini Yusuf’un Rüyası kitabında kendi söylediklerinden alıntılar yaparak ve ara başlıklar altında, yeri geldikçe kısa yorumlar ekleyerek ortaya koymağa çalıştım.

AİLE ÇEVRESİ

Babaannem hayatının en güzel yıllarını Tire’de geçirmiş, orayı çok severdi. Hep anlatırdı bizlere. Birlikte giderdik oraya, dolaşırdık. Mutluydu orada… Biz de oraya gittiğimizde hep ilginç şeylerle karşılaşırdık. Çıkrıkçılar, ip yapan adamlar, dar sokaklar… Bütün o kasabaya sinmiş İslam duygusu. Küçük medreseler, camiler, çarşılar…

Tire, İslam’ın yoğun olarak yaşandığı bir yerdi, Tire cumhuriyet öncesinde, Osmanlı döneminde din alimi yetiştirilen bir merkezmiş. Çok çeşitli tekkeler varmış; Kadiriler, Halvetiler, Nakşibendiler. Babaannem çok dindar bir insandı ve onun gündelik hayatı bizim için bir örnekti. Bize yumuşak ve sakin bir üslupla yaklaşırdı. Evde ciddi miktarda Arapça ve Osmanlıca kitabımız vardı. O kitapları takip edip okuyordu… İmam Gazali’yi hatırlıyorum…

Babam (Prof. Dr. Nejat Kaplanoğlu, 1932-1990) sürekli Avrupa’yı dolaşan, her fırsatta bizi de götüren biriydi. Onun için ben pek çok farklı iklimin bir arada olduğu bir hayatın içindeydim. O anlamda çok şanslı bir çocukluk yaşadığımı, büyük bir imparatorluğun hayat biçiminin son kalıntılarını bir ev ölçeğinde deneyimlediğimi düşünüyorum.

Babam da inançlı biriydi, muhafazakârdı. Öte yandan, iki üç dil biliyordu, okuyordu. Doktor ve bilim adamıydı, film çekiyordu, dünya kadar film seyrediyordu ama bizi bayram namazlarına da götürüyordu. Bütün bunları çok iyi dengelemiş, “modern Osmanlı” diyebileceğimiz biriydi. İlginç bir kıvam tutturmuştu.

Babam Ege Üniversitesi’nde profesördü. Sonra Dokuz Eylül Üniversitesi’nin kurucuları içinde yer aldı. Akademik hayatına, üniversite hocalığına çok yoğun bir mesai harcıyordu. Çeviri yapıyordu, tıptaki ilerlemeleri takip ediyordu. Babamın işinin benim için zevkli olan kısımları da vardı. Hollanda’da, İngiltere’de, Avrupa’nın her tarafında kongrelere gidiyordu ve onlara bizi de götürüyordu, o sayede dünyayı görüyorduk…

Hafta sonları ise babamla ikimiz dağ köylerine, hasta ziyaretine giderdik. Köylüler çok sevinirdi buna, onlar için büyük bir sürpriz olurdu. Şehirden profesör kalkmış gelmiş. Pek çok doktor yapmazdı bunu çünkü. Babam için de bir çeşit dinlenme ve seyahat oluyordu. Babam genellikle para almazdı, onlar da peynir, yumurta ellerinde ne varsa vermeye çalışırlardı.

Babam Fransa’daki okulu bitirdiğinde Gazi Yaşargil’le birlikte İsviçre’ye çağırmışlar. Orada vatandaşlık alıp yerleşebilecekti. Gazi Bey gitti ama babam kabul etmedi, Türkiye’de kalmayı tercih etti. Dünyada da tanınan, bilinen bir cerrahtı. Ama o Ege Üniversitesi’nde kalmayı, Tepecik Hastanesi’nde çalışmayı tercih etti. Daha sıradan bir hayat sürdüren, insanların arasına daha fazla karışmayı tercih eden biriydi. Ben bunu muhafazakâr olmasına bağlıyorum.

Evdeki politik görüş: Menderes sevgisi olmasına rağmen Demirel çok fazla savunulmazdı. Sonrasında Ecevit babamı çok etkilemişti. 70’lerin ortasında Ecevit herkesi etkilemişti. Daha doğrusu, İnönü gittikten sonra CHP’ye yönelik bir sempati oluştu sanırım. Çünkü İnönü’yü annemin ailesi de, babamın ailesi de sevmezdi.

Senelerce yolları toprakmış, Menderes gelince yollarını yaptırmış. Bunu hiç unutmazlar, söyleyip dururlardı. İnönü zamanında sadece bölgedeki CHP’liler, parti üyeleri çok iyi yaşarmış. Onun dışında herkes perişan… Onlar balolar, partiler yaparmış, bunlar uzaktan bakarmış. Böyle bir dünyadan bahsediyorlardı. Ve bütün bunların tek sorumlusu İnönü gibi görülüyordu. İnönü’yü yenerek geldiği için olsa gerek babam Ecevit’i severdi.

12 Eylül Anayasası’na hayır diyen nadir insanlardan biri de babamdı. Babamla birlikte gitmiştik oy vermeye. Zarflar incecikti, attığın oy görünüyordu.40

DÎNÎ DUYGULAR

Evin yakınında bir mezarlık vardı, bana mezarlıktan korkmamamı, ölülerden korkmamamı, ölülerin canlı olduğunu, asıl ölülerin biz olduğumuzu söylerlerdi.

Turgut Şirin, Kaplanoğlu’na sorar:

– Kurbanlık koyunun kesilmesi tipik bir Türk çocuğu travmasıdır.

– Bende hiç öyle bir şey olmadı, çünkü bana öyle güzel anlatırlardı ki. Hz. İbrahim’in kurban kıssasını çok ayrıntılı bir şekilde, tefsir edilmiş haliyle anlatırlardı. Söz vermesi, sözünü yerine getirmek istemesi… İlginç bir ayrıntı var orada, çocuğun itiraz etmemesi. Hatta itiraz etmeyi bırak, babası tereddüt ettiğinde çocuk babasına yapması gerektiğini söyler… Zaten babam kesiyordu kurbanı, annemle babaannem yardım ediyordu. Biz de izliyorduk.

Çocukluk günlerini anlatırken Kaplanoğlu: “Mucizeler, evliyalar, hikâyeler, bütün bunlar gündelik hayatın parçasıydı” der, bunlara inandığını, kendisine mantıklı geldiğini ifade eder.

OKUMAYA MERAKLI

Karşıyaka’da küçük bir kütüphane vardı, Hoca Rıza kütüphanesi. Oraya abone olmuştum. İlkokul ve ortaokulda hep gittim oraya… Ayrıca sürekli alışveriş yaptığımız muhteşem bir kitapçımız vardı, kitapçı İhsan. İhsan’da ikinci el kitaplar olurdu, herkes kitabını okur, sonra İhsan’a götürür, İhsan kitabı geri alır, başka birine satardı.

İDEOLOJİK KAVGA YILLARI

Ben Karşıyaka’dan İzmir Atatürk Lisesi’ne geçtiğimde orada bayağı ciddi anlamda örgütler vardı. İGD, Dev-Yol, Dev-Sol… Mesela, öğrencilerin kendi içlerinden seçimle belirleyeceği birinin okul yönetim kurulunda bulunması talebiyle üç gün boykot yaptık. Okula girmedik, gelenleri de kapıdan geri gönderdik. Sonuçta müdür talebi kabul etti, seçim yaptık ve kurula bir öğrenci soktuk… Yalnız benim ülkücü bir arkadaşım da vardı, Atilla. Çeşme’deki yazlıktan arkadaşımdı. Tek başına bir bankta otururdu ve kimse onunla konuşmazdı.

Derken, 70’lerin sonunda bende sola karşı bir reaksiyon başladı. Kaba, genelleyici ve ayrıntısız bulmaya başlamıştım. Önerdikleri yazarlar çok sığ geliyordu bana, bir edebiyat tadı almıyordum. Bakış açılarımız farklıydı.

ÖZÜNÜ ARAYIŞ

Yabancı büyük sinemacıları tanıdıktan sonra kendi kendine sorar:

Peki bizim kültürümüzde kurucu unsur ne olabilir? Bana Yunus’muş gibi geliyor. Çünkü o öyle bir Türkçe ki, o ikonun yaptığı şeyi yapıyor aslında: Çok az unsurla çok derin bir mana oluşturuyor. Üstelik kalıcı, yüzyılları aşıp gelen bir mana. Bu çok önemli. Ben filmlerin, daha doğrusu sanatın her alanındaki yapıtların, Yunus’u yansıtıp yansıtamayacağını, o perspektifi taşıyıp taşıyamayacağını merak ediyorum. Yunus’un sözü bugün nasıl hâlâ hayatımızın içinde yankılanmaya devam ediyorsa, yaptığımız filmlerin içinde de ona ait bir alan olmalıdır diye düşünüyorum.

ETKİLEYENLER

Erol Akyavaş[2]

Erol Akyavaş’la tanışmam hayatımın dönüm noktalarından biridir. Beni her yönden çok etkiledi. Yurtdışında yaşıyor, yazları Türkiye’ye geliyor. İnançlı birisi, Müslüman. Bir derviş… Ve resim yapıyor. Dünyaca tanınan bir ressam. Yurtdışında sergileri açılıyor. Ben bir süre sonra onun Kadıköy’deki atölyesine gidip gelmeye başladım. Erol Bey bana Doğu dünyasının kapılarını açtı. O güne kadar Batı’yla alakadar olurken bakışımı Doğu’ya çevirdi. Hindistan’da, Pakistan’da çektiği fotoğrafları, resimlerinin kaynağı olan eserleri gösterdi. Osmanlı ve Arap edebiyatı ve şiiriyle tanıştırdı. Hint kutsal metinlerinden, İslam’dan Budizm’e kadar tüm inanç sistemlerinden bahsetti.

– Erol Akyavaş’la tanıştığınız dönemde dinle, inançla aranız çocukluktaki gibi değil miydi artık?

– Değildi. İnançsız değildim ama inançlı biri gibi de yaşamıyordum. Geçmişte kalmış şeylerdi benim için. Öyle bir ortamda yaşıyorsun ki “Güzel olan her şey Batı’da” anlayışı hakim. Oysa Erol Akyavaş, New York’ta yaşayan, Roma’da sergi açan, eşi Macar olan bir adam ve namazını kılıyor, içki içmiyor, bir dergâha bağlı… Yaşadığı ortam hayatını değiştirmemiş yani. Her şeyi derinlemesine biliyor ama angaje olmuş biri de değil.

Allah rahmet eylesin, Erol Bey beni başka bir dünyayla tanıştırdı. Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini gösterdi. Maneviyatı fark etmemi, belli kaynaklara yönelmemi ve bunu İslam’la sınırlamadan, Hristiyanlığa da, Taoizm’e de bakarak yapmamı sağladı…

Mimariden konuşurduk, daha önce hiç duymadığım Turgut Cansever’den bahsederdi, “Bizim memlekette bir türlü anlaşılmadı o adam” derdi. Alır beni Süleymaniye’ye götürürdü, “Şu kubbelere bak” derdi, “Taşıyıcılar niye öyle değil de böyle” derdi. Allak bullak olurdum. Hep gördüğüm şeylere başka bir mana atfederek bakmamı sağladı. O resim yapardı, ben yanında otururdum, sohbet ederdik. Gülşen-i Raz’ı okurduk. Ama çok uzun görüşemedik çünkü yurtdışına gidip geliyordu. Sonra da kanser oldu maalesef.

Sezer Tansuğ[3]:

Bir de o sırada Sezer Tansuğ diye bir örnek var karşımda, beni çok etkilemiştir. Yine Türkiye’nin değerini bilemediği çok önemli bir adamdır. Gelenekle modern sanat arasında köprüler kurmaya çalışan biriydi. Böyle adamlar var memlekette. Fakat nedense bunlar külliyen yok sayılmıştır. Sezer Tansuğ’un o kadar emeğine, uğraşına rağmen dışladılar, kabul etmediler. Gelenekle moderni buluşturmaya çalışmanın beyhude bir çaba olduğunu, Türkiye’de resmin 1800’lerin sonunda başladığını söylediler. Tansuğ “Kaligrafi de resim, hat da resim” diyordu. Kelimelerin kutsallığı var ve hat o kutsal kelimenin ve mananın görüntüye dönüşmesini sağlıyor, o kelimeyi bir form olarak tezahür ettiriyor ve bize o kelimenin içeriğini hissettiriyor. Bütün dünya soyut sanatı öne çıkarırken bunu öneren, tarihe böyle bakalım diyen bir adamla alay ettiler. Ve bence Sezer Tansuğ’a yazık oldu

Turgut Cansever[4]

Turgut Cansever mimaride çok önemli bir figür. Hem moderniteyle hem de gelenekle bağları mevcut. Ve bu, Cumhuriyet aydını denilen çeviri aydınının aklının, kalbinin alamadığı bir şey. Osmanlı’yı bütünüyle reddedeceksin, İslam geleneğini yok sayacaksın ve sıfırdan bir şey oluşturmaya çalışacaksın. Öyle olunca şiir hariç hiçbir sanat kökleşemiyor. Sonuçta Türk sineması yıllar boyu bir yandan Hollywood sinemasının, diğer yandan Mısır-Hint sinemasının türevi gibiydi.

MANEVİ DÜNYAYA ADIM

Erol Akyavaş’la hayatıma giren meseleler başka bir yere doğru evrilmeye başlamış, maneviyatı gündelik hayata dahil etme sürecine girmişim. Bir geçiş dönemindeyim. O süreçle de alakalı… Kafamda giderek netleşen bir şey var, o da sinemanın manevi bir alan olduğu. Bunu sadece İslami bir bakışla ya da herhangi bir tek tanrılı bakışla söylemiyorum, inanca çok daha genel bir perspektiften bakarak sinema yapmaktan söz ediyorum.

Sadece psikolojinin ya da pozitif bilimlerin insanın ruhunu ve eylemini, seçimlerini, varoluşunu tanımlamaya yetmeyeceğini, her insanın eşsiz ve farklı davranabileceğini hatırladığım zamanlardı. Travma yaşayan bir karakterden bahsediyoruz sonuçta. Tam da psikolojinin alanı. Ama ben onu çok tek yönlü buluyordum… Filmi (Meleğin Düşüşü, 2004) Ramazan’da çekiyorduk. Ramazan çadırları kuruluyor, insanlar giriyorlar çıkıyorlar, böyle bir hayat var. Bir insan bütün bunların olduğu bir şehirde bunlardan kopuk yaşayamaz diye de düşünüyordum… Filmdeki kız kendini ifade edemez, kimseye anlatamaz. Bir türbeye gider, türbede dua eder. Kâ’b adlı sahabenin türbesi; İstanbul’da, Ayvansaray’da. Bir arkadaşıyla konuştuğu bir sahne vardır, onu özellikle arife gününde, Eminönü’nde çektim.

Radikal’deki yazılara bakıyorum[5], onlarda maneviyatla, köklerle ilgili meseleler var. Sorular var ama cevaplar müphem. O arada Leyla[6] giriyor hayatıma. Onun getirdiği çok şey var, birbirimizi çok etkiledik. Birini sevmek, onunla yaşamak, konuşmak, paylaşmak, değişmek… Bunların hepsi o sürecin içinde.

DÜŞÜNCE ÇİZGİSİ

Yaptığımız meslek, uğraştığımız işler, gündelik hayatımız, çevremizdeki insanlarla ilişkilerimiz, bütün bunlara materyalist bir algı ve yorumla yaklaşıyoruz. Seküler bir hayat sürdürüyoruz. Belli bir inancınız varsa bile fiiliyata dökülmüyor, sadece arada sırada aklına gelen, örneğin bayramlarda kendini gösteren, folklorik bir malzemeye dönüşmüş oluyor. Söz ettiğimiz sürecin başlarında ben bu seküler ve materyalist bakış açısıyla dünyayı yorumlamaya çalışmaktan rahatsızlık ve sıkıntı duyduğumu, bunun beni son derece kısır bir alana hapsettiğini, sorduğum suallerin hiçbirine esaslı cevaplar alamadığımı ve bu yüzden ister yazı, ister senaryo, ister sinema olsun, uğraştığım işlerin hiçbirinde derinleşemediğimi fark ettim. İnsan ilişkilerinde de belli klişelere saplandığımı, belli tanımlamaların arkasına saklandığımı ve giderek, yaşadığım ülkenin ve şehrin inancını, geleneklerini birtakım filtreler aracılığıyla algıladığımı düşünmeye başladım. Üstelik bunlar dışardan ödünç alınan filtreler. Oryantalist bir duruş… Hayatın tümüyle rasyonalize edildiği; günlerin, ayların, mevsimlerin, yani zamanın bile rasyonalize edildiği, pozitivist bir dünyanın içinde yaşıyorsun ve bu dünyanın bir huzursuzluk ve köksüzlük yarattığını fark ediyorsun. Köksüzlük derken illa bir yere bağlanmak anlamında söylemiyorum; eşyayı ve mekânı algılamada bazı ön kabullerimin olduğunu, kalbin devre dışı kaldığını ve bu nedenle eşyayı yekpare göremediğimi, hayatımın tamamını değilse bile bir kısmını nefsani olanın yönettiğini hissettim. Bunları fark ettikçe ve hissettikçe, çocuklukta temeli atılmış bazı şeylerle yeniden karşılaştıkça, Tarkovski, Bresson, Ozu gibi yönetmenlerin filmlerine, Sezai Karakoç’un şiirlerine de yeni bir gözle bakmaya başladım. O zaman, içine doğduğumuz coğrafyanın, kültürün ve değerlerin bizden uzaklaştırılmış, çekip alınmış olduğunu da gördüm. Sözgelimi, sadece Ahmet Haşim’in denemelerini okumak bile insana bambaşka bir ufuk açabilir.

FİKİR TARİHİMİZ

Bizde 1920’lerde, daha doğrusu Tanzimat’la başlayan batılılaşma hareketi, gelenekle modern, Batı’yla Doğu arasında kalan bir aydın prototipi yaratıyor. O adamın, belki ailesinden başlayarak maruz kaldığı etkiler; daha sonra eğitimin, özellikle de Batılı okullarda verilen eğitimin etkileri; ardından, entelektüel faaliyetin ancak Batılı bir bakış, rasyonalite ve felsefeyle ilintili bir şekilde kurgulanması… Bu bir haksızlıktır. Batılı değerleri ödünç almakla yetinip, kendimize ait olan ve aslında tüm insanlıkla paylaştığımız değerleri hakir görmeye başladık. “Batı’ya bakmayalım” demiyorum tabii ki. Her şey bir yana, örneğin Fransız Kültür Merkezi’nde izlediğim filmlerin beni nasıl etkilediği ve şekillendirdiğinden bahsetmişken böyle bir şey diyemem, bu katkıları elbette inkar edemem.

Demek istediğim, sadece bununla yetinmemeli. Çünkü o kadar tuhaf bir tablo çıkıyor ki ortaya: Senin, bu kültürün, toplumun ve maneviyatın içinde doğmuş olmandan kaynaklanan bir dünyan var, onu yok sayıyorsun. Onun yerine bambaşka bir bakışın ve dünyanın verilerini kabulleniyorsun. Ve kendi toplumuna oradan bakıyorsun. Resmi ideoloji de seni zaten bu yönde şekillendirmek için her şeyi yapıyor. Tanpınar bütün romanlarında bunu anlatmıyor mu?

MODERN TÜRK SANATININ ZAAFI

Eşi Leyla İpekçi ve kendisinden örnek verir: Leyla’nın ve benim, içimizdeki o huzursuzluğa, o eksikliğe garip bir şekilde bir türlü dokunamamamız, onu tam anlamıyla ifade edemememiz, dilimizin, kalbimizin, aklımızın yarısının boşluğundan kaynaklanıyor. Yarısı var; okumuşsun, öğrenmişsin, Batılı bir donanım edinmişsin. Ama bir de burada başka bir hayat var. Gelenek var, İslam var, sözlüsüyle yazılısıyla koca bir edebiyat var, halk hikâyeleri var, halk müziği var, klasik Türk müziği var, var da var. Ama senin hayatında bunların hiçbiri yok. Bir kenarda duruyorlar, onlarla ne yapacağını bilmiyorsun, o tarafı yaşamıyorsun veya yaşarmış gibi yapıyorsun. Bu şehrin sokaklarında yürürken bu şehri görmüyorsun aslında, başka bir yeri görüyorsun. Beğenmiyorsun, çirkin buluyorsun ama burada yaşıyorsun. Belki New York’u, Paris’i ya da Roma’yı beğeniyorsun ama buranın asla orası gibi olmayacağını da biliyorsun, bu korkunç bir şey. Adaletsizlik, zulüm bu işte…

Sonra Oğuz Atay’ı okuyorsun; o kara mizah, o acı tat, Türk aydınının hali… O okuduğumuz şey biziz işte. Okuyoruz, gülüyoruz ve sonra hayatımıza devam ediyoruz. Nasıl yapıyoruz bunu? Nasıl devam edebiliyoruz? Onlar biziz… Sonra Orhan Pamuk geliyor. Orhan 90’lardan bu yana aynı huzursuzluğu anlatıyor. Keza Yusuf Atılgan, Nahid Sırrı Örik.. 150 senedir aynı hikayeyi anlatıyoruz. Tanzimat’la birlikte başladığını söylediğim durumun yarattığı duygusal ve akli blokajı, yarılmayı anlatıyorlar… Bundan hepimiz mustaribiz aslında. Kendini, işini, toplumunu bilen herkes bunu biliyor. İyi de bu neden oluyor, bunu anlamamız lazım…

YENİ BİR TERKİP

Bu soruları sorarken, bunları düşünür ve okurken 11 Eylül ve sonrasında yaşananlar bizi bir anlamda kendi toprağımıza, kendi köklerimize geri çekti. Bu hikâyede Irak’taki işgalin büyük etkisinin olduğunu düşünüyorum. Orada artık vicdan devreye girdi; insanın en önemli bileşenlerinden biri. Batı ile Doğu arasındaki ayrışma ve saflaşma keskinleşince, bizim kendimizi yeniden tanımlama zorunluluğumuz ortaya çıktı. Biz kimiz? Batı’nın kategorilere ayırdığı ve onlardan devraldığımız ve 150 yıldır, belki daha da uzun zamandır uğraşıp durduğumuz, bizi huzursuz eden, aklımızı karıştıran bu sun’i ikilemin sonuna geldik bence. Biz bunların her ikisiyiz. Hem Doğulu hem Batılı, hem modern hem geleneksel. Zıtmış gibi görünen bu uçları birleştirip kendiyle barışık yeni bir terkip yaratıyoruz, yaratmaktayız diye düşünüyorum. Bize özgü, bize ait yeni bir hayat…

YENİ OKUMALAR

Bu dönemdeki okumalarını anlatır:

– Gelenekselciler etkilemişti bizi. René Guénon[7], Martin Lings[8]… Hristiyanken sonradan müslümanlığa geçmişler. İslam’ı ve İslam Tasavvufu’nu ele alışları, orada gördükleri derinlik ve zenginlik etkileyiciydi… Sonra onların referans verdiği ve kendi dönüşümlerinde etkili olduğunu söyledikleri İbn Arabi, Mevlana, İmam Gazali… Dante’nin “Yeni Hayat”ının İbn Arabi’nin eseriyle paralelliklerini fark etmek… Rönesans düşüncesinin oluşumunda İslam etkisini görmek… Bu şekilde ilerlerken şöyle bir noktaya geldik: Bütün bunlar tarikat yolları, biz bir de şeriata, yani Kur’an-ı Kerim’e, peygamberimizin hayatına, onun bu hayatı insan için nasıl inşa ettiğine, oradaki ilkelere, meselelere bakalım, okuyalım… Bunu dediğimiz andan itibaren inanılmaz bir kapı açıldı önümüzde. Bütün taşlar, o adaletsizlik deyip durduğum şey yerli yerine oturdu ve benim dilim çözüldü. O zamana dek eşyaya eşya, nesneye nesne olarak baktığımı anladım. Zaten ancak bunu gördükten sonra bunun arkasıyla, hakikatiyle ilgili düşünmeye ve konuşmaya başlayabilirsin. Bu süreç bana öncelikle bunu kazandırdı.

GÖNÜL İŞİ

Ben ya da Leyla (İpekçi) gibi insanlar, hayatımızın belli bir dönemine kadar İslami kurallara uygun bir hayat sürmediğimiz için bir noktada bunu kabul edip, tasdik edip, kendi rızamız ve gönlümüzle girmiş olduk. Tabii bu asla “Ben anladım”, “Ben oldum” denebilecek bir durum değil. Bunu gönlünüzle söylersiniz ama öyle bir hayat sürdürüyoruz ki hep farkında olmamız, hep bir dengede durmamız gerekiyor.

– Nasıl bir denge?

– Hayatta hiçbir şey çok önemli olmamalı, film yapmak bile çok önemli olmamalı. En önemlisi O’nun rızası için çaba göstermek olmalı. Ve bu aşk ile olmalı ancak. O zaman başka tür bir öncelikler sırası oluşmaya başlıyor.

Uygar Şirin sorar:

– Yusuf Üçlemesi, “Yumurta”dan başlayarak, size pek çok ödül ve başarı getirdi. “Bal”la gelen Altın Ayı da bunun doruk noktası oldu. Siz bütün bunlara büyük bir tevazuyla yaklaştınız. Buna karşılık, “Meleğin Düşüşü”nün[9] DVD’sinde bir söyleşiniz var, oradaki sözlerinizde kibir var gibi.

– Çok doğru söylüyorsun. Kibirin alâsı var. O benim hiç sevmediğim bir konuşmadır. Tabii sonradan izlediğimde fark ettim bunu ve doğrusu utandım. Ama kaydedilmiş, orada duruyor işte. O da benim. İnsan bu işte, acz içindeyiz. Bunun her an farkında olmalıyız.

Kaplanoğlu şunu ilave eder:

– Çok büyük bir sınavdan geçilen bir dönemdeyiz. Anadolu’da, Türkiye’nin pek çok yerinde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan insanlar zenginleşiyor. Bakalım bu sermaye ve zenginlik sınavından nasıl çıkacaklar?

İNANCININ SANATINA YANSIMASI

– Film yaparken bu anlamda bir derinleşme arıyorum. Didaktik bir yaklaşımdan veya angaje bir sinemadan bahsetmiyorum şüphesiz. Hikâyeyi kurarken, karakteri yaratırken bu bilgilerin oluşturduğu derinlikle düşünmek… Örneğin Süleymaniye başta olmak üzere birtakım mimari formlara baktığımda yeni şeyler keşfettiğim bir dönem oldu. Çok az malzeme kullanılması, o sadelik ve sadelikten gelen ihtişam, insânî boyutun yanında ortaya çıkan ilâhî boyut… Yaptığımız sinema “minimalist sinema” diye eleştirilirken minimalizmin en muhteşem eseri gözümüzün önünde duruyor. Sinan hakikaten çağı için minimalist bir mimar. Ve bence Süleymaniye’nin yapısı, kurgusu ve taşıdığı anlam, sinemacılar için bir ders niteliğinde… Bunun dışında, senaryoyu yazarken kahramanı idealize etmemeye özen gösteriyorum.

Karakteri yüceltmeden, zaaflarından arındırmadan ama karakteri sadece zaaflardan ibaretmiş gibi de göstermeyecek bir ölçüye dikkat ederim. Ben bir filmin görselliğinin bütünlük ve güzellik içermesi, aynı zamanda içinde hakikate dair bir mana barındırması ve bütün bunların bir dengede olup insanda bir aşkınlık duygusu uyandırması gerektiğini düşünüyorum.

RÜYALAR

Nablusi’nin Rüya Tabirleri kitabı vardır bende, ansiklopedi gibi bir kitap, hatırladığım rüyaların yorumlarına bakarım oradan ve o yorumlar üzerine düşünürüm. Bir filmde bir rüya sahnesi kurarken de bazen belli bir nesnenin ya da durumun Nablusi’de neye karşılık geldiğine bakarım, ona dikkat ederim… Rüya tabirleri, bildiğim kadarıyla, dergâhların, tekkelerin dervişleri tarafından kaleme alınıyor, arşivleniyor ve işin ilginç tarafı belli dönemlerde, yüz yılda bir galiba, güncelleniyor. İslam’da rüyanın ayrı bir yeri ve önemi var. Peygamber Efendimiz hadisinde rüyanın vahyin devamı olduğunu söylüyor… Rüyalara Freud’cu, psikanalitik bir bakış da var tabii. İki farklı coğrafya ve inançta rüyalara farklı şeyler atfediliyor. Sinemanın da rüyaya benzer bir yapısı olduğunu düşünürsek belki bizim de yönetmenler, sinemacılar olarak daha çok önem göstermemiz gereken bir alan.

Rüya sonuçta insanın Varlık’la, Allah’la olan ilişkisinde bir buluşmadır. Uyku ölmek demektir, bir tür küçük ölümdür; rüya ise o küçük ölümde görüp, yaşayıp, hissedip geri getirdiklerimiz. Bu bizim bir şekilde öte dünyayı da bu dünyayı da yorumlamamız anlamına geliyor. Diğer bakış ise bunları bir kenara koyup rüyayı insanın kendi bireyselliği çerçevesinde ele alıyor.

Rüya gaybdan gelen bir bilgi gibi görülürdü… Şu da var, sen bir adım atarsan O daha çok adım atıyor. Yani, eğer inanıyorsan ve rüyaya hayatında farklı bir değer biçiyorsan belki rüyalar yoluyla sana bazı şeyler gelebilir. Belki pek çoğumuz belli bir düzeyde rüyalar görüyoruz, belki de başka bir düzeye geçmenin çeşitli yolları, yöntemleri vardır ya da farklı bir yaşama biçimi gerektiriyordur.

MİRAÇ

Bal filminde kadınların Miraç toplantısı hakkında:

– Çocukluğumda Kuşadası’nda, babaannemde toplanan kadınlardan hatırladığım ayrıntılar bunlar. Ama Miraç meselesini koymamın sebebi, çocuğun babasının yok olması ile Peygamber Efendimizin göğe yükselişi arasında kurabileceği bir çağrışım üzerinden hareket etmekti… Sonra dışarı çıkıyoruz; evin önünde bir kova var, kovaya ay yansıyor, çocuk başını kovaya sokuyor. Aslında bu da bir miraç. Çocuk ayın sudaki aksine dokunarak belki kendi miracını yapmış oluyor. Durduğu yerden aya gidiyor sanki. Peygamber Efendimizin miracı da öyledir, uyuduğu yerde birden göğe yükselir. Ayrıca Hz. Muhammed’in en çok bilinen mucizelerinden biri de ayı yarmasıdır, oraya da referans var. Mucizede ay yarılır, sonra tekrar bir araya gelir. Yusuf kafasını kovadaki suya soktuğunda da ayın yansıması önce dağılıyor, sonra tekrar bir oluyor. Bazen çok karmaşık gibi görünen ya da zihnimizle anlamaya çalıştıkça zorlaşan bir şeyi çocuğun çok basit şekilde suya kafasını sokarak o anda algısal bir sıçrama yaşaması…

ZÂHİR-BÂTIN DENGESİ

Biz sadece gerçekle yaşamıyoruz; mananın, görünenin arkasını da arıyoruz. Ben o dengeyi  arıyorum. Tıpkı bize yaşamamız önerilen hayat gibi.

– Nedir o önerilen hayat?

– Allah’ın kitaplarında önerdiği yaşama biçimi. Dünyadan elimizi eteğimizi çekip sadece maneviyatı yaşamak değil, maneviyatı gündelik hayatın içine yerleştirerek yaşamak. Bütünsel bir şekilde, iyilik ve kötülükle bir arada, her an sınanarak ve idrakle, şuurla yaşamak. Film yapmak da aynı yaşantının bir parçası benim için, o sebeple bunları ayıramıyorum birbirinden.

TİCARİ SİNEMA

Ticari sinema duygulara mı yoksa nefse mi hitap ediyor acaba? Bence nefse hitap ediyor. Korku, öfke, şiddet, seks; bunlar nefsi kışkırtır, gıcıklar. Ben orada halin önemli olduğunu düşünüyorum, filmin sizde bıraktığı hal. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ında bir bölüm vardır; insanlar sinemadan çıkarlar, filmin yarattığı ve birkaç dakika sonra yok olacak bir hal içindedirler. Her film öyle bir hal üretmeli. Kuran-ı Kerim’de bir söz vardır: Akleden kalp. Kalbin akledebiliyorsa eğer, sanatın da hareket ettiği düzlem orasıdır.

Öldürmek sıradanlaşıyor. Sadece fiziki bir öldürmeden bahsetmiyorum; düşünceyi öldürmek, karşıdakinin varlığını yok saymak, sürekli bir öteki tanımlaması yapmak… Böyle bir dünyada film yaparken bu değirmene mi su taşımalıyım yoksa insanın özünde taşıdığı güzelliği mi yansıtmaya çalışmalıyım? Bunu yaparken gerçeklikten kopmamam ve hayatın bütünlüğünü parçalamamam gerekiyor.

MÜTEVÂZI BİR HAYAT

Semih Kaplanoğlu’nun filmleri fevkalade masraflıdır, ödüllerden kazanıyorsa da ne yazık ki fazla gişe de yapmıyor. Bunun üstesinden nasıl geliyor diye merak ediyordum. Cevabı kendisi vermiş:

“Nasıl yaşıyorsun?” dersen mütevazi bir hayatın içinde küçük küçük yaşıyorum. Şirketten ayda belli bir para alıyorum, maaş gibi. Burada çalışan arkadaşların maaşları var. Şirket adına bir kredi kartımız var, yemekti, kırtasiyeydi, o tür harcamaları oradan yapıyoruz, onun da hesabını biliyoruz. Böyle bir hayatımız var. Hayatımızı sürdürecek kadar para kazanıyoruz ve film yapıyoruz. Daha ne olsun?

Kaplanoğlu’nun reklam filmi çektiği dönemler oldu ve oldukça kazançlı bir iştir. Sonra bundan vazgeçmiş: “Zaman içinde reklama bakışım da değişti. Şiarı tüketmek olan bir şeye çok fazla bulaşmamaya çalışıyorum. Bu reklam da olabilir, film de olabilir, dizi de olabilir.”

İBADET EDER GİBİ FİLM YAPMAK

– Hakikat sizin için nedir?

– Allah’ın varlığı ve O’nun kurduğu kâinattır. O’nun varlığını hissettiğimiz her an hakikate yaklaşırız. Film yaparken ister istemez bu konuda bir pozisyon alırız; ya insanı sadece insandan ibaret bir hayat içinde kurgularız ya da insanın hakikatini, kozmik olanla bağını hissettiririz. “Bağını hissettirmek” diyorum çünkü hakikati bütünüyle algılatmak, ortaya sermek mümkün değil. Ancak bazı ipuçlarını, hisleri, izlenimleri paylaşabiliriz. Hepimiz aynı ruhtan üflenmişsek bizi birbirimize bağlayan ortak bir şey var demektir. O ortaklığı paylaşmak ve sinemayla yansıtmaktır bence önemli olan… Ben, elimden geldiği kadar, ibadet eder gibi film yapmaya çalışıyorum. Elimden geldiği kadar, çünkü bunun bir ölçüsü yoktur. Kimse “Ben filancadan daha çok ibadet ediyorum” diyemez, farklı bir dinden olan insanlar için bile söyleyemez bunu, çünkü herkes hakikati kendince hisseder. Filmlerin de bu anlamda insanların içinde var olan nüveyle köprü kurabileceğine inanıyorum. Sanatın yükseltici olması gerektiğini düşünüyorum. Fıtratımız gereği, aşağı çekici olmamalı. Tanrı’dan üflenmişse ruhumuz, ben alçaltıcı bir şey yapamam. Beşeri ilişkilerde de yapamam, film çekerken de yapamam.

Günümüz sinemasına baktığımızda, nefsimizi ayaklandıran, şiddet duygumuzu ortaya çıkaran, cinselliği kışkırtan bir sektörden bahsediyoruz. Bunlar hayatı alçaltır. Filmlerde bunlar olmamalı demiyorum, hepsi olabilir ama nasıl ve ne için kullanıldığı önemli. Bütün bunlar bizi aşağı çekmemeli ve toplamda bir güzellik duygusu yaratmalı. Günümüzde güzellik değer kaybediyor. Şiddet, kan, öfke ve cinayet, sanat eserinin içinde mutlaka bulunması gereken unsurlarmış gibi görünmeye başlıyor.

KAYNAKLAR

[1] “kanon” kavramı için bkz. Zekeriya Başkal, Çiçekli Bir Bahar Dalı, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2016

[2] Erol Akyavaş (1932-1999) meşhur Türk ressamı.

[3] Sezer Tansuğ (1930-1998), alanında birçok eseri olan sanat tarihçisi.

[4] Turgut Cansever (1921-2009) kitapları ve düşünceleriyle “Bilge Mimar” diye anılan mimar ve şehircilik uzmanı.

[5] 1996-2000 yılları arasında çıkan bu yazılar kitaplaştı: Semih Kaplanoğlu, Karşılaşmalar, H yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2017

[6] Semih Kaplanoğlu’nun eşi yazar Leyla İpekçi

[7] René Guénon (1886-1951), Fransız asıllı, Müslüman adı Abdülvahid Yahya olup Avrupa’da İslâm tasavvufunun tanınmasında öncü oldu. Kitaplarının çoğu Türkçe’ye çevrildi.

[8] Martin Lings (1909-2005) İngiliz asıllı Müslüman (Ebu Bekir Siraceddin), Avrupa’da İslam tasavvufunu tanıtanlardan, eserleri Türkçe’ye çevrildi.

[9] Meleğin Düşüşü, Kaplanoğlu’nun ikinci sinema filmi, 2004.

Bu tanıtım yazısı sayın Mehmet Demirci’nin http://www.mehmetdemirci.org/semih-kaplanoglu-farkli-bir-sinemaci/ sayfasından alınmıştır.

Yazar
Mehmet DEMİRCİ

1942’de Konya’nın Bozkır ilçesine bağlı Kovanlık köyünde doğdu. Konya Akçeşme İlkokulu ve Konya İmam-Hatip Okulu’nda okudu. 1965’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldu. Orta dereceli okullarda iki yıl öğret... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen