Ahmet Ağaoğlu
Mavi Gök Yayınları
2020
160 sayfa
Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, Öğretmen(E)
Serbest İnsanlar Ülkesi’nde
Cumhuriyet rejiminin manevî ideolojisini kurmak amacıyla yazılmış bir ütopya! “Ben bir esir idim; hür olmak istedim.”
Hür olmayı istemek, belki de insan tabiatının arzuladığı en mukaddes şey.Özellikle istibdat denilen zulmü bilahare tecrübe etmiş kişiler için. İşte bu mukaddes istek Ahmet Ağaoğlu’nun kelimelere döktüğü bu eserde somutluk kazanıyor!
“Hem sade, hem yüksek! İşte yaşamak sanatı!”
Ütopya edebiyatımızın sınırlı sayıdaki mahsullerinin en kıymetlilerinden biri olan Serbest İnsanlar Ülkesi’nde, bugün dahi geçerliliğini yitirmemiş fikirleriyle bir kez daha yayında. Döneminin en dinamik ve mühim fikir insanlarından olan Ahmet Ağaoğlu, bir özgürlük ütopyası ile karşınızda!
“Açık düşünür, açık söyler, açıkça hareket eder.”
Cumhuriyetin henüz emeklediği çağda, bu kutlu rejime siyasî, içtimaî, manevî bir boyut kazandırmak gayesiyle kaleme alınan bu eser; özgürlüğün mümkün olduğu bir ülkeyi okuyucuya sunuyor. Türk edebiyatının ilk ütopya ülkelerinden olan Serbest İnsanlar Ülkesi’ne: Hoş geldiniz!
(Tanıtım Bülteninden)
Türkiye siyasetinin ilk ütopyası her döneme ışık tutuyor.
Serbest İnsanlar Ülkesi, edebiyatımızda çok da örneğine rastlamadığımız bir ütopya. Hatta yanılmıyorsam yakın Türkiye tarihinin ilk ütopyası.
1930 yılında Ahmet Ağaoğlu tarafından kaleme alınmış. Adından da anlaşılacağı üzere “Serbest İnsanlar Ülkesinde”, Thomas More’un Ütopya’sı, Campanella’nın Güneş Ülkesi’nin yerli versiyonu sayılabilir. Diğerleriyle kıyaslandığında Ağaoğlu’nun ütopyası gerek hitap ettiği düzen açısından gerekse günümüz için oldukça “naif” sayılabilir. Ancak anlamı büyük.
Ağaoğlu’nun “Cumhuriyetin manevi cephede ideolojisini kendime göre kurmak cüretinde bulundum” dediği eseri, esaretten kurtulmuş bir Türk kahramanın “hür ve serbest bir ülkeye seyahatini” konu alıyor.
“Ben bir esir idim; hür olmak istedim. Zincirlerimi kırdım, kalenin duvarını deldim ve açığa çıkarak derin bir nefes aldım” diyen kahramanımız yürümeye başladığı yolda iki tabela görür. Sol tarafa giden yol hürriyet yoludur, sağ tarafa giden yol ise kölelik yolu.
Sol tarafı seçip sabaha kadar yürüyen kahramanımız sonunda Serbest İnsanlar Ülkesi’ne ulaşır. Burası alışık olduğundan tamamen farklı bir yerdir. Yalanın ve muhbirliğin yasak olduğu, korkakların vatandaşlıktan çıkarıldığı, eleştirinin kutsal sayıldığı bir ülkedir.
Böyle bir yere adapte olmakta zorlanan kahramanımız, ne yapıp edip Serbest İnsanlar Ülkesi Vatandaşı olmayı kafasına koyar.
‘Hür olmak ne kadar güç imiş’
Gelgelelim özgürlük kavramını ve uyması gereken kuralları bir türlü kafasına oturtamaz. İzah ederler: “Hürriyet bir güldür, çiçektir. Onun da tutması ve yetişmesi için tabiatın istediği şartlara bakmak lazımdır.
Bazen siz istibdadı (baskı rejimi) yıkılmış zannedersiniz ve fiilen istibdadın görünen alametleri kalkmış bulunur. Fakat hakikatte ise onu her tarafta yaşar bulursunuz. Mesela ağızları köpük dolusu hürriyet isteyenler görürsünüz ki komşusunun hürriyetine tahammül edemezler. Çünkü hakikatte istibdadın tahtı henüz kırılmamıştır, ruhlardan, gönüllerden sökülüp atılmamıştır.”
Kahramanımız özgürlük kavramını anlamak için ülkede bir seyahate çıkar. Bir parkta üç gösteri vardır. Bir gösterici hükümeti eleştiriyordur. Politikada yapılan hatalardan, artan işsizlikten dem vuruyordur.
Başka bir gösteride ise yaşlı bir adam, genç neslin maddiyat düşkünlüğünü kıyasıya eleştiriyordur.
Üçüncü mitingde ise bir kadın “Nasıl olur da kadının yetiştirdiği oğul siyaset makamına gelir de kendisi gelemez” diyerek siyasi haklar ve kadın-erkek eşitliği üstünden sert bir eleştiri yapıyordur.
Kahramanımız gördüklerinden çok etkilenir. Daha sonra parlamento ve üniversiteyi ziyaret ederek, Serbest İnsanlar Ülkesi hakkında daha çok bilgi edinir. Ve bir “hürriyet yemini” ederek vatandaşlığa girmeye hak kazanır. Sonrasında da şöyle bağlar sözlerini:
“Bu diyara gelmeden benim hayatım bir otun hayatından daha aşağı imiş. Zira ot, tabiat kanunlarına göre bitiyor, büyüyor ve ölüyor. Halbuki ben bu kanunların haricinde bin bir kuvvetin mahkûmu idim. Fikir köleliği, his köleliği, hareket köleliği benim kaderim idi. Düşünen, duyan, yaşayan başkası idi. Ben, ben değildim. Onun gölgesi, karaltısı, heyulası idim! Hülasa ben yoktum, bir efsane idim. Şimdi anladım ki ben hürriyet meleğinin âşığı olmuşum!”
Tesadüf olabilir mi bilmem ama Ağaoğlu’nun eseri, bir siyaset ütopyası sayılan Serbest Fırka’nın kuruluşundan iki ay önce yazılmış. Özgürlüklerin kısıtlı olduğu o günlerin atmosferinde İnönü ve Ağaoğlu arasında geçen şu diyalog da bu ütopyanın özeti sayılabilir.
“İsmet İnönü: Meclis’te serbestsizlikten bahsettiniz. Siz ne zaman söz istediniz de verilmedi? Veyahut söylemekten men edildiniz?
Ağaoğlu: Resmen cevap isterseniz hiçbir zaman, fakat hakikati isterseniz daima! Çünkü serbesti öyle bir şeydir ki sizi kuşatan havadır. O hava kurutulursa elbette ki kimsede ne söz istemek, ne söz söylemek isteği kalır”.
İşte Serbest İnsanlar Ülkesinde, o günlerin doğurduğu bir eser. Ama 82 yıl sonra bile bu ülkenin tek ütopyası olması da ayrı bir ironi.
Gökçe Aytulu, Radikal