Sessizliğin Şarkısı – Suzan ÇATALOLUK

Tam boy görmek için tıklayın.

Çok uzaklarda, dağlarından ardından ufuk pembeleşip güneşin doğuşunu haber verirken pencereden o güzel, esrarlı gelişi seyretmeyi bıraktı. Yine içi sıkılmıştı. Aslında uzun zamandan beri üzerinde atamadığı bir bıkkınlık vardı ve kendisine derisi gibi yapışan suskunluk.

“Suskunluk,” diye düşündü. “Evet, suskunluk… Ne zamandan beridir susuyorum? Artık hatırlamıyorum. Kendime Suskun Hanım adını koydum. Konuşmak gelmiyor içimden. Hep susmak istiyorum. Konuşsam da kime ne anlatacağımı da bilemiyorum artık. Of!”

Aklından yürümek geçti, yürümek, üç durak ötedeki fırından ekmek almak. Bu düşünce adeta can simidi gibi geldi ona. Kaç gündür dışarı çıkmamıştı. Bu uzun yürüyüş iyi gelirdi belki.

Eline ne geldiyse onu giydi. Her zamanki gibi saçını ucuz tokasıyla topladı. Çantasını kaptı hemen. Aceleyle içeriye şöyle bir baktı. Görünürde her şey yerli yerindeydi. Yavaşça kapıyı çekti. Sabahın serinliği yüzüne vurunca içi titredi bir an. Omuzlarına bir şal alsa veya bir hırka mı giyseydi acaba?

“Aman,” dedi sonra. “Acı patlıcanı kırağı çalmaz. Üşüsen ne olur, üşümesen ne.”

Kapıyı kilitledi. Yavaş yavaş merdivenleri indi. Yine yavaş adımlarla yürüdü, bahçedeki yedi veren limon ağacının o güzel çiçeklerinin, rengârenk güllerin kokularını, iki kiraz ağacındaki çiçekleri fark etmeden. Tomurcuklanan ağaçları ve çiçek öbeklerini görmeden dalgın dalgın bahçeyi geçti. Kendisine seslenen komşuyu duymadı.

Ana caddeye çıktı. Kaldırımda yorgun adımlarla yürümeye başladı. Cadde boyunca kapalı duran dükkanların açılmaya başlaması, vitrinlerin düzenlenmesi hiç dikkatini çekmedi. Hatta bu telaşlı hareketlenme onda tuhaf bir bezginlik yarattı.  İşte yine o iç sıkıntısı başlamıştı. Evde ekmek vardı, dışarıya çıkmaya, bu curcunaya dahil olmaya ne lüzum vardı ki?

“-Neyse… Çıktım bir kere, diye mırıldandı kendi kendine. Yürüyeyim biraz. Kaç zamandır yürümemiştim.”

Düzenlenmekte olan vitrinlerden birinin önünden dalgın dalgın geçerken sapsarı, gösterişli elbise dikkatini çekti. Elinde olmadan düşündü: “Bu elbiseyi nerede gördüm ben? A!  Hatırladım, o kibirli hanım giymişti. Kocası arabasını yenilemiş. İki saat anlattı, durdu. Ya o sarı kafa, beyi ona evlilik yıldönümünde bilmem kaç karat pırlanta almış.  Kızıyla yurt dışına çıkmışlar. Hep “annecik, sen biriciğimsin, harikasın” diyormuş. Ötekiler de onlardan aşağı kalır değil. Yazın herkes tatile gidince bir çaresine bakacağım elbet. Çok sıkıldım bu kabul günlerinden.”

Hava ısınmaya, caddedeki küçük lokantalardan yemek kokuları gelmeye, insanlar çoğalmaya başlamıştı. Ama o hiçbirinin farkında değildi. İkinci durağı da geçmiş, adımları biraz daha hızlanmıştı.

Bir hafta evde yalnız olacaktı. Kocası iş toplantıları için şehir dışındaydı. Kızı dün akşam okul gezisine gitmişti. Oğlu da başkentte üniversitede okuyordu, ikinci sınıftaydı.  Dersten başını kaldırmıyordu anlattığına göre. Kendi kendine mırıldandı sıkıntıyla:

“- Ne zamandır bu hep böyle? Ne kızım ne oğlum ne de kocam… Niye beni aramazlar da hep onları ben ararım. Şimdi de öyle olacak. Ben arayacağım içim titreyerek. Ama bana bir şey olur mu diye kimse merak etmeyecek. Umurlarında olmayacağım.”

Düşündü, yirmi iki yıllık evliydi. Üniversiteyi dereceyle bitirmişti. Bitirmişti de ne işe yaramıştı?

Hiç unutamadığı ve en mutlu olduğu hatıralarından biri, belki de en önemlisi aklına gelince gözleri yaşardı. Bitirme tezini gören hocası dosyasını arkadaşlarına gösterip onu övgüyle anlatmıştı:

“-Sıradan kabul ettiğimiz, her gün farkında olmadan giyip eskiyince düşünmeden yenisini aldığımız terlikler çizgiyle, renkle ve ışıkla hemhâl olunca sanatla nasıl da harika dostluk kuruyor. Bakar mısınız şu ışıltılı terlik çalışmasına? Ya şu iskarpinler, çizmeler? Ne güzel olmuş!”

Çok güzel iş teklifleri alıp bunları değerlendirmek için düşünürken mezuniyet balosunda tanıştığı delikanlıya deli gibi âşık olması, bu deli sevda yüzünden gözünün hiçbir şey görmeyişi, çalışmasını istemeyen delikanlının evlenme teklifini hiç düşünmeden edişi… Film şeridi gibi gözünün önünden geçti.

Delikanlı ona ısrarla hep şunları söylemişti:

“-Ailemizde gelinler çalışmadı hiç. Böyle bir adeti yok sülalemizin. İşim de hazır. Annemin amcasının şirketinde satış bölümündeyim.”

Delikanlıya göre hayat müşterekti, bölüşmekti her şeyi.  Ama o para kazanmayı, kendisi de eş ve anne olarak yuvayı çekip çevirmeyi üstlenmeliydi.

Hemen evlenmeleri, eşinin babasının yaşadığı apartmanın üst katında bulunan dairenin onlara ayrılması, kayınvalidesinin de kendisine hiç sormadan orayı dayayıp döşenmesi, bütün bunlara kocasının hatırı için susuşu, birinci senenin sonunda oğlunun, dört sene sonra da kızı oluşu…

Zaman gelip geçmişti de nasıl geçmişti? Dur durak bilmeyen çalışmayla: Üstüne düşen görevleri şevkle, sevgiyle yapıyor, adeta zamanla yarışıyordu. Mutfakta harikaydı, ev tertemizdi. Kıyafetler ütülü ve yerli yerindeydi.  Her şey neredeyse mükemmeldi. Kendine göre lüzumsuz para harcamıyor, pek çok işi kendisi yapıyordu. Akıtan musluğu, bozulan kapı kolunu bile tamir ediyordu.

Ara ara annesiyle babasına uğruyor, çalışkanlığını anlatıyordu. Nedense babası ona fazla yorulmamasını söylüyordu.

Birkaç yıl sonra o vahim trafik kazasında ikisi de yüreğini yakarak ötelere geçip gitmiş, kardeşi de uzak şehirde kendine yeni bir dünya kurmuştu.

Düşündü o yılları Suskun Hanım: Kocasının tek düzeliğine alışıp tek başına, yoğun, çaresiz yalnızlıklar hissederek yaşadığı o gençlik zamanını. Hep durmadan mutfakta, odalarda, yatak toplamakta, ütü masasının başında, banyoda çamaşır makinasının önünde, evin içinde koşuşturup geçirdiği en güzel gençlik yıllarını.

Daha sonra kayınpederi ölünce “tek olum, evimin direği” diyen kaynanası ve görümcesinin de hizmete dahil oluşunu, üniversiteye giden görümcesinin ütü sepetine dağ gibi kıyafet yığmasını…

Sadece evin içinde miydi koşuşturması? Kaç yıl kocasının hiç tanımadığı, bilmediği akrabalarını misafir etmişti evinde. İçi acıdı… Kendine çok yandı.

Pek sevilen kocası şirketin dış alımlar müdürü olunca işinin daha da çok artışı, akşam eşe dosta durmadan yemek verişleri aklına geldi, yine gözleri doldu. Ayak tabanları şişer, yorgunluktan uyuyamazdı.

Eşinin güzel, derli toplu giyinmesi kendisinin boynunun borcuydu. Aynı şekilde evlatlarının da.

Yıllarca bu düzen böyle sürüp gitmişti. Bu yıllar içinde görümcesi okulu bitirip evlenmiş, kaynanası komşu ve dostlarından ayrılmamak için taşındıkları yeni eve gelmeyi istememişti.  Ancak yükü yine üzerindeydi.

Bütün ev işlerinin ötesinde çatıyla beraber üç katlı, koca bodrumlu yeni evlerinin bahçe düzenlemesi, çiçeklerin bakımı, çimlerin sulanması da artık vücuduna yapışmış elbise gibiydi. İki çocuğunun, kocasının, onun annesinin, evinin etrafında dönen bir pervaneydi o. Böylece hiçbir şey aksamadan yürüyordu.

Aksamaması için de elinden geleni yapıyor, sabah çok erkenden kalkıp işe koyuluyor, gece ileri saate kadar hiç durmuyordu Suskun Hanım.

Kocası işten geliyor, keyifle yemek yedikten sonra televizyonun karşısında yerini alıyor, isteklere başlıyordu, elbette çocuklar da:

“-Hanım! Çay, haydi. Meyve de soy. Unutma yarın lacivert takım elbisemi, gömleğimi hazırla. Ayakkabım tamam mı?”

“-Anne! Bluzumu ütüledin mi?”

“-Anne ya! Yarın maçım var. Eşofmanımı, şortumu çantama koysana!”

“-Anne! Ayaktasın, bir bardak süt getirsene.”

“-Hanım! Çay bitti. Tazele! Ya, şimdi aklıma geldi. Kek var mı kek? Yoksa, bir ekmek arası yap, acıktım şimdi. Ha! Unutmadan, yarın arkadaşlara söz verdim akşam için. Güzel bir sofra hazırla. Müdür Bey perdeli pilav istiyor.”

“-Unutma, Hanım, annemin yemekleri bitmiş, bir ara ona da uğra.”

Herkes hayatından çok memnundu.

Ama artık kendisinde tükenen bir şeyler vardı. Anlamak istemediği bir şeyler. Durmadan kendini suçluyor, kendi kendine acıyıp duruyordu sonra. Ve… Susuyordu!

Ama konuşmak istediği biri vardı, sadece biri. O da rahmetli babası. Onu çok özlüyordu. O kuvvetli omuzlara başını koyuşunu, o şefkat dolu ellerin başını, saçlarını okşayarak, o sıcacık, sevgi dolu sesiyle güzel hatıralarını anlatışını, tavsiyelerini ne çok özlüyordu. Ona anlatacağı ne çok şey vardı. Ama o yoktu, yoktu işte!

On günde bir iki saatliğine gittiği kabul günlerinin ardından kendisine sorduğu sorular çoğalmaya başlamış, bu sorulardan da pek yorulur olmuştu. Kimselere belli etmediği ağlama nöbetlerini durdurmaya çalışmak da onu tüketmeye kararlıydı sanki. Kendine çok ama çok kızıyor, acıyor, sebebini de bilmiyor veya bilmek istemiyordu. Ama bir şeyi  iyi biliyordu, yorgundu, ölesiye yorgundu.

Kendi kendine hasretle mırıldandı:

“-Ah babam, babam, rüyalarıma gelsen bari. Konuşsak, günlerce, aylarca. Ah babam!”

Yavaşlayan adımlarla çok gösterişli bir lokantanın önünden geçerken farkında olmadan derin bir of çekti. Yan tarafta yürüyen iki yaşlı hanımın kendisine şaşkınlıkla, acıyarak baktığını görünce büyük bir kabahat işlemiş gibi başını önüne eğdi, gözleri doldu yine.

İnsan neden durup dururken ağlardı ki? “Durup dururken mi,” diye düşündü. “Bir sebebi olmalı değil mi? Of bilmek istemiyorum. Artık hiçbir şey bilmek istemiyorum.”

Birinin kendisine şiddetle çarpmasıyla düşüncelerinden ayrıldı. Şaşkınlıkla savrulup düşmemek için elinde olmadan geriye doğru birkaç adım attı. Sendeledi. Kendini toparlamaya çalışırken bir elin omuzuna uzanıp çantasını zincirinden yakaladığını fark etti. Çığlık atarak o tarafa hızla döndü. Karşısında uzun boylu, korkunç bakışlı, hoyrat bir genç vardı.

Çantanın içindekileri düşündü bir an. Evin anahtarı, telefonu, kimliği, biraz da para. Hiçbirini kaptırmak istemedi.  Direndi, çantasına sıkı sıkıya yapıştı.  Ama saldırgan onu kolundan yakalayıp hızla kendisine doğru çekti.

Hayatında duymadığı korkunç acıyı yaşadı o saniyede. Öylesine büyük bir acıydı ki beyni kaldıramadı, kabul etmek istemedi, bedeni de. Dizleri kıvrılıp yere düşerken duyduğu son ses kendi çığlığıydı.

Tam o sırada kıyafetinden güngörmüş olduğu belli olan yaşlı adamla iki genç lokantadan çıkıyorlardı.

Adam Suskun Hanımın yüzüstü yere düşüp kendinden geçtiğinin görünce ondan hiç beklenmeyen bir hareketle iki adımda çantayı kapan gaspçıya ulaştı. Elindeki falçatayı gördü. Ama ürkmedi. Dizlerine vurduğu tekme ile yere düşen saldırganın kolunu geriye büktü. Kafasını yere çarptı.

Yanındaki gençlerden biri yetişti. Yerde acıyla çığlıklar atan saldırganın diğer kolunu da geriye büküp dizini sırtına bastırdı.

Suskun Hanımın hızla yanına koşan adam sağ tarafından akan kanın hızla yere yayıldığı görünce onu yavaşça sırt üstü çevirdi. Yüzünü görünce büyük bir üzüntü yaşadı. Elinde olmadan mırıldandı:

“-Aman Allah’ım! Allah’ım! Kızıma nasıl da benziyor. İnşallah yarası ağır değildir.”

Kanlar içindeki baygın kadını yokladı. Çok zayıf, bir deri bir kemik olduğunu fark edince iyice üzüldü. Göğsünde, karnında kan yoktu. Ama dikkatle bakınca kanın bileğine kadar boydan boya kesilen sağ kolundan aktığını fark etti. Telaşla bağırdı:

“- Oğlum! Koş, aracı getir. Ambulans gelene kadar kan kaybından ölecek kızcağız!”

Lokantadan fırlayan garsonlardan biri hemen temiz masa örtüsünü getirdi, çabucak yırtıp Suskun Hanımın kolunu sardı ihtiyar adam.

Hızla getirdiği pahalı minibüse taşıdı sürücü genç onu. Arka tarafa süratle yatırdılar.

O sırada devriye arabası da yetişti. Yaşlı adam polise çok yakındaki özel hastanenin adını verdi. Yere düşen çantayı da alıp arabasına bindi. Elindekini farkında olmadan torpido gözüne koyuverdi.

Acıyla bağıran saldırganı polise teslim eden genç son saniyede minibüse bindi.

Yaşlı adam hemen telefonuna sarıldı, hızla bir numarayı aradı:

“-Merhaba Üstadım. Ağır kanamalı bir yaralı getiriyorum. Evet, evet, ben getiriyorum. Gözümün önünde oldu hadise. Her taraf kan içinde kaldı.”

On dakika sürmedi, hastaneye ulaştılar. Sonra büyük bir koşuşturmaca başladı: Hemen sedyeye alınan kadıncağızın hızla muayene edilmesi, sol kolundan kan takviyesi, süratle yapılan bütün işlemlerin sonunda ameliyathaneye koşar adımlarla götürülmesi…

İhtiyar adam her yapılanı büyük bir dikkatle takip ediyor, üzüntülü bir yüz ifadesi ile başını, çenesini ovalayıp duruyordu.

Sonunda ameliyathanenin önündeki bankta boş bulduğu yere çöktü, ellerini başının arasına aldı, farkında değildi ama sessiz göz yaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu.

“-Allah’ım, diye mırıldandı. Aynı şeyleri yaşadım. Aynı şeyleri. O alçak da kızımı bıçaklamıştı. Kan kaybından gitti yavrum. Yine bu koridorlar, yine bu hastane, yine bu ameliyathane. Allah’ım! Yardım et, bu kızcağız yaşasın.”

Yanına gelen başhekimin omuzuna değmesiyle düşüncelerinden ayrıldı.  Büyük bir saygı ile onu kolundan tuttu beyazlı saçlı hekim, odasına götürdü. Masanın karşısındaki kanepeye oturttu. Kendisi de yanına ilişti.

“-Kıymetli Ağabeyim, dedi. Telaş etmeyin. Arkadaşlar ellerinden geleni yapıyorlar. Kesi derin görünüyor. Ama inşallah toparlayacaklar. Akrabanız mı?”

İhtiyar adam acıyla baktı karşısındakine:

“-Hayır, hayır. Hiçbir akrabalığım yok, tanışıklığım da. Tam lokantadan çıkıyordum ki her şey gözümün önümde oldu. Anlık, dakika sürmedi. Evet, akrabam değil ama kadıncağız kızıma çok benziyor. Biliyorsun, iki yıl evvel yaşadığımız, kızımı bizden alan hadise de böyleydi. Bu kızcağız daha talihli. Kızımı o alçak kaç yerinden bıçaklamıştı.”

Keder denizinde yüzen güngörmüş yaşlı adamın ellerinin titremesini, yüzünün kasılmasını, gözyaşlarını birkaç saniye seyretti tecrübeli başhekim:

“-Ağabey, kahvaltıyı lokantada yaptınız herhalde. Şirkete gidecektiniz sanırım. Ama eve gidin isterseniz. Çok yoruldunuz. Ben size neticeyi bildiririm. Ama önce sizi de bir muayene edelim.”

Başını sağa sola salladı adam:

“-Hayır hayır! Gidemem. Ne işe ne de eve, mümkün değil. Sonucu öğrenmem ve ayıldığını görmem lazım. Nasıl da zayıf. Bu kan kaybını vücudu kaldırabilir mi? Aman Allah’ım, zavallıcık!”

Onun kararlı yüz ifadesini gören başhekim derin bir hayranlık duydu. Kızını kaybettikten sonra hastaneden elini çekmemiş, çok büyük yardımları olmuştu.

Uzandı, elini omuzuna koydu, yavaş sesle konuştu:

“-O zaman… O zaman sizi muayene edeyim, misafirim olun, burada kalın. Ameliyat bitince haber verecekler. Beraber bakarız duruma.”

Aradan geçen saatler boyunca yaşlı adam hep düşündü. Küçük bir köyden çıkıp şehre gelen çok çalışkan bir dedenin torunuydu. Bir ayakkabıcının yanında çırak olarak hayat serüvenine devam eden dede ustası ölünce küçük imalathaneyi devralmış, büyütmüş, on işçi çalıştırmış, babasına devretmişti.

Rahmetli babası imalathaneyi fabrika haline getirmiş, ayakkabı üretimiyle ilgili yan kuruluşlara el atıp işleri daha da büyütmüştü. Üç evladından biri doktorluğu, kızıyla oğlu ata mesleğini benimsemişti.

Özellikle kızı çok başarılıydı. Onun sağ koluydu. En sevdiği özelliği de yardımseverliğiydi. Ama bu huyunun hayatına mal olacağını nasıl bilebilirdi ki?  Çiçek satma bahanesiyle kızının yanına yanaşan o cani cüzdanını kapmak istemiş, alamayınca da kaç yerinden bıçaklamıştı.

Onun ölümünü kabullenemeyen elli yıllık eşi bir ay sonra kalp krizi geçirip kollarında son nefesini verince bu hastane ve özellikle başhekimin odası neredeyse ikinci evi olmuştu.

İki yıl acısı demlenerek derin hüzünlere dönüşürken gözünün önünde olan bu hadise o yoğun keder kitabını yeniden okutmaya, o bitmek bilmeyen ıstırap defterinin sayfalarını acı kalemiyle doldurmaya mı başlayacaktı? Yani bu kadıncağız durup dururken bıçaklanıp gözünün önünde ölecek miydi?

Nice zaman sonra Başhekim içeri girdiğinde gülümsüyordu. İhtiyar adam farkında olmadan elini kalbine koydu, konuşamadı. Büyük bir merak ve endişeyle onun yüzüne baktı.

Başhekim neşeyle konuştu:

“-Ağabey, gözümüz aydın. Ameliyat bitti. Özel odanıza aldık hastamızı. Henüz uyanmadı. Hayati tehlike yok. Ama kolunu alçıya aldık. Bilek ve kol altından geçen sinirinde hasar var. Arkadaşlar çok güzel dikişlerle toparlamışlar. 3-4 hafta alçı kalacak. Sonra duruma göre gerekeni yapacağız.”

Konuşamadı yaşlı adam birkaç saniye. Sonra başhekimin üzüntülü bakışları altında yutkundu, yavaşça kanepeye oturdu. Gözyaşları içinde kesik kesik konuştu:

“-Şükürler olsun Rabbime. Üstadım, sana ne kadar teşekkür etsem az. Yine elinden geleni yaptın. Sağ olasın.”

Hemen yanına oturan başhekim yine neşeyle konuştu:

“-Ağabey, bir kahve içeriz artık, değil mi?”

“-Ne iyi olur, dedi yaşlı adam gülümsemeye çalışarak. Ne iyi olur!”

Ardından tekrar ciddileşti:

“-Sevgili Doktorum. Bu kızcağızın bütün masrafları benden. Ne gerekiyorsa yapalım. Ama soran olursa bilgi vermeyeceksiniz. Kızcağız da sorarsa kongre, vaka, eğitim diye bir şeyler söyleyiverin. Bilmesin. Hastaneye getirdiğimi de mecburen öğrenecek. Polis kayıtlarına geçti artık.”

“-Başım gözüm üstüne. Gereken ne ise yapılacaktır. Bilgi vermeme konusunda da haklısınız. Zira kimdir, kimin nesidir tanımıyoruz. Üzerinden bir şey de çıkmadı.”

Yaşlı adam o an unuttuğu şeyi hatırladı. Heyecanla konuştu.

“-Hay Allah! En önemlisini unutmuşum! Çantası benim minibüste. Torpido gözünde. Şimdi getirtirim.”

Az sonra şoförü çantayı getirince beraber baktı iki dost. Cep telefonu, ev anahtarı, kimlik, kâğıt mendil, biraz da para gördüler.

Cep telefonu alelade bir şeydi, şifresi de yoktu. Ekran fotoğrafında kadıncağızla birlikte üç kişi daha vardı.

Başhekim ekrandaki resme baktı, kelimeleri seçe seçe konuştu:

“-Ağabey, bu ailesi galiba. Delikanlı çok neşeli. Kız mağrur. Bakışlarına bakar mısınız? Şu da kocası herhalde. Saç tıraşı, giyimi, kuşamı yerli yerinde. Hastamız da… Ne diyeyim şimdi?”

“-Çok uygun görünmedi gözüne değil mi? Sanki kızcağızın yüzü, üstü başı başka bir aileye ait, dedi yaşlı adam. Bu fotoğrafa istemeden eklenmiş gibi, zoraki bir resim gibi diyecektin değil mi? Büyüt resmi. Hah. Bak kızcağızın gözlerine. Dudakları gülümsüyor. Ama gözler ağlıyor.”

“-Ağabey, bu resimdekiler hastamızı aradılar mı acaba, diye merakla sordu Başhekim. Telefon kayıtlarına bir bakalım.”

İhtiyar adam aramalara baktı. Geçen geceden beri ne kocası ne çocukları ne de başka biri onu merak edip aramamıştı! İsim listesine bakınca eşinin sevgili kocam” çocuklarının da “canım oğlum”, “canım kızım” diye kaydedildiğini gördüler.

Başhekim hasta yakınlarını arama alışkanlığıyla konuştu:

“-Hemen arayalım Ağabey, haber verelim. Telaşlanmasınlar, bilsinler. Kim bilir ne kadar üzülecekler.”

İhtiyar adam cevap vermedi. Bir müddet düşündü. Kızı annesini günde en az on defa arardı, kendisini de. Oğullarını, gelinlerini, torunlarını düşündü. Hepsi kendisine ne kadar düşkündü. O da evlatlarının, torunlarının sesini duymasa, hele rahmetli hanımının sesini birkaç saat işitmese içine hafakanlar basardı.

Eliyle çenesi sıvazladı. Üzüntüyle karşısındakinin gözlerine baktı:

“-Yok, dedi. Aramayalım. Kimsenin rahatını bozmayalım. Bu saate kadar aramayanlar bakalım ne zaman arayacaklar. Çanta sizde kalsın. Telefon bende dursun. Narkozun tesirinden çıkana kadar kızcağız sakin kalsın. Şimdilik kendi adına kayıt da açmayalım. Ne dersin fikrime?”

O sırada kapıda bir görevli belirdi:

“-Hastanız uyanmak üzere Efendim,” dedi.

Heyecanla ayağa fırladı ihtiyar adam:

“-Hemen gidelim üstadım, dedi. Yalnız olduğunu hissetmesin.”

İşte tam o anda Suskun Hanım ufuklara kadar uzanan büyük, dümdüz, bin bir renkli çiçeklerle dolu, yemyeşil çayırı döne döne seyretmeye başladı. Her şey nasıl da güzeldi, nasıl da huzur doluydu.

Sonra biraz uzakta bir ışık gördü. İyice yanaştı sakin adımlarla. Dikkatle bakınca onun pırıl pırıl parlayan bir karyola olduğunu gördü. Bembeyaz yorganı, çarşafı ve yastıkları, ardından içinde yatanı fark etti. Büyük bir şaşkınlık yaşadı. Yatakta yatan kendisiydi!

Ama birden ılık bir yel geldi, o güne kadar duymadığı güzel kokularla kendini sardı, bir tüy gibi uçurdu, yavaşça yatakta yatan kendi bedeninin içine bir ışık hüzmesi gibi kolayca yerleştiriverdi.

O gümüş ışıltılarla parlayan yatakta yavaş yavaş gözlerini açarken yanı başında biri belirmeye başladı. Dikkatle bakmaya çalıştı. Lâkin gözlerinde şeffaf bir perde vardı sanki.

Ve… Bedenindeki uyuşukluk dilinde de hüküm sürüyordu. Bir yeri çok ağrıyordu.  Neresi olduğunu da anlayamadı. İnledi. Acıyla gözlerini kapattı. Ama bakmak, görmek, anlamak istiyordu. Zorlanarak araladı göz kapaklarını. Karşısındakini tanıyınca dünyalar onun oldu sanki. Sevinçle bağırmak istedi. Sadece mırıldanabildi:

“-Baba… Babam, sen misin?”

Karşısındakinin hayal meyal gülümsediğini gördü, cevabını duydu:

“-Benim yavrum, canım kızım, benim. Yanındayım.”

Doğrulup kalkmak istedi. Ancak bir ses duydu ve şiddetli bir acı:

“- Aman dikkat! Kolu!”

“Biraz daha uyusun, hemen, evet, evet, hemen!

Bu sesler de neydi, beyninde yankılanan bu kelimler ne anlama geliyordu? Düşünmek istedi. Ama o tuhaf yorgunluk ve uyuşukluk engelledi. Zorlanarak mırıldandı.

“-Baba,  Bir… bir yerim çok ağ..rı.. yor.  Babam! Çok… Çok sus…tum.. Sa… na ne çok anla… tacak şey.. Gitme..”

Onun sesini duyuyordu, sevgili babasının:

“- Gitmem yavrum, gitmem. Yanındayım. Hiç gitmem.”

Sanki birileri bir yerini çimdikledi ve birden çok uykusunun geldiğini hissetti.  Yavaşça gözleri kapandı.

Özel odada Suskun Hanım sol koluna takılan seruma ilave edilen ağrı kesiciyle tekrar uykuya dalarken onun uyanışını bekleyen, sayıklamasını duyan ihtiyar adam bir kere daha cevap verdi:

“- Gitmem, başucundayım…”

Başhekim ona bakınca gördü ki yaşlı adam iki yıl evvel bu hastanede kaybettiği sevgili kızı için hissettiği acının neredeyse aynısını yine yaşıyordu.   Omuzundan tutup rahatlatmaya çalıştı:

“-Ağabey, gözdünüz, hastamız iyi durumda. Ama siz de çok yoruldunuz. Haydi gelin, odama gidelim.  Bu tür vakalarda ağrı çok fazla hissedilir. Bu sebeple biraz morfin verdik. Sabaha kadar uysun. Merak etmeyiniz, hep kontrolümüz altında olacak. “

Odaya geldiklerinde ihtiyar adamı büyük bir dikkatle muayene eden başhekim gülümsedi:

“-Ağabey, dedi. Eve gidip bir şeyler yiyip dinlenin bence. Vakit hayli ilerledi. “

İlk defa gülümsedi, başını salladı karşısındaki:

“-Olur. Uyanınca beni haberdar edersiniz değil mi? Kızcağızın çantası sizde. Telefonu da ceketimin iç cebinde.”

Az sonra hastanenin merdivenlerinden sakin adımlarla inip gök yüzüne baktı adam. Hüzünle kendi kendine mırıldandı:

“-Şükür Ya Rabbi, çok şükür. Ama hâlâ telefonu çalmadı. Bu nasıl bir acınası yalnızlık?”

Suskun Hanım yavaşça gözlerini açtı o sırada. Yine o ışıltılı yatakta yatıyordu. Yavaşça etrafına bakındı. Bin bir çiçeğin açtığı sonsuz büyüklükteki yemyeşil ovada sadece kendi yatağı vardı. Yine hayretler içinde kaldı bir müddet.

Sonra ayağa kalkmak istedi. Ama kalkamadı. Vücudu söz dinlemedi. Her tarafı sızladı, hele sağ kolu çok acıdı.

Birden aklına babasıyla konuştukları geldi. Nereye gitmişti o? Avazı çıktığı kadar bağırmak istedi ama sesi onu dinlemedi, sadece fısıltıyla çıktı:

“-Babam, neredesin?”

Yatağın yanında ışıltılarla beliren babası cevap verdi:

“-Buradayım yavrum. Bir yere gitmedim ki. Haydi gel, şu güzellikler arasında dolaşalım.”

 “-Kalkamam, dedi umutsuzca Suskun Hanım. Vücudum beni dinlemiyor.”

Sırlara gülümsedi ışıltılı adam:

“-Boş ver vücudunu. O yatakta dinlensin. Biz hem yürüyelim hem de sohbet edelim. Suskunluklarını anlat bana.”

Kızı uzanıp onun elini tuttu. Hem vücudundan hem de yataktan yavaşça süzüldü. Geriye dönüp bakınca bedeninin sakin sakin uyduğunu gördü. Gülümsedi. Babasının koluna girdi. Ufka doğru yürümeye başladılar.

“-Söyle bakalım, dedi ışıltılı adam. Anlat suskunluklarını, sebeplerini.”

Yine konuşamadı Suskun Hanım, yine sustu. Ama gözyaşları kadar çoktu ki yanaklarından aşağıya küçük pınarlar gibi akıyor, eteklerinden süzülerek çimlere, çiçeklere can suyu oluyordu.

Işıltılı adam onu kolundan tutup yere oturttu. Hemen yanına bağdaş kurdu.  Sonra elini uzattı, durmadan akan gözyaşından bir damla aldı. Mavi bilye gibi parlayan o damlayı ufka çevirdi.

O an bir ışık patlamasıyla birlikte ufukta bir perde açıldı.

Suskun Hanım sonsuz bir hayretle perdede olanı seyretmeye başladı. Kocasıyla ilk bakışması, yürek yangını sonra, sokaklarda el ele yürüyüşleri, nişanı, düğünü, evi, ilk bebeğini kucağına alışı, kızı…

Ama bütün bunlar olurken durmadan koşuşturması, kocasının, çocuklarının, kocasının akrabalarının, komşularının, etrafında kim varsa  herkesin mutluluğu ve rahatı adına, onları memnun etmek için  neredeyse ara vermeden çalışması, hiç kimsenin onun bu halini fark etmemesi, giderek mecburmuş gibi davranmaları,  son zamanlarda bir küçük teşekkürü bile söylememeleri, önemsememeleri, küçük bir sevgi sözcüğünü dahi unutmaları, hatta artık yok saymaya başlamaları…Kendisinin de  ümitsizlik ve çaresizlik sellerine kapılma korkusuyla boğuşup mutlu olmayı, sevinmeyi  dahi hatırlamayışı… Boş vermişliğin  çok ötesinde evine yabancılaşmaya başlamayı, terk edilmişliği yaşamayı, değer verilmemeyi, bir hiç olmayı  iliklerine kadar hissedişi…

Bütün bunları unutmak, hiç mi hiç hatırlamamak için deliler gibi çalışması, ama bedeninin de ruhunun da isyana kalkıp onu gizli gizli ve artarak göz yaşlarına boğması, durmadan kendisini suçlaması, horlamaya başlaması…

Başını omuzuna koyduğu babasıyla kendi hayatını seyrederken durmadan ağladı. Adam da mutsuz kızına sarıldı.

Ve… Perde kolunda duyduğu o dayanılmaz acıyla yavaşça kapandı.

Baba kız sonsuz büyüklükte olan, yemyeşil, bin bir çiçeğin açtığı, harika kokuların yayıldığı o ovada uzun müddet sessiz sessiz oturdular.

 Sonra ışıltılı adam yavaşça kızının çenesinden tuttu, eliyle göz yaşlarını sildi. Gülümsedi hüzünle. Uzun uzun gözlerine baktı ve fısıldadı:

“-Suçlusun benim iyilik meleğim, hem de çok suçlu!”

Suskun Hanım derin bir kederle inledi:

“-Ah babam! Sende mi?”

“-Evet, dedi babası. Ben de. Senin vicdanınla aynı fikirdeyim. Söyle bana, mutlu olmak, sevilmek ve sevinmek, güzel sözler duymak, dinlenmek senin de hakkın değil miydi?”

Melül melül baktı adamın yüzüne Suskun Hanım. Adam kararlılıkla devam etti:

“-Söyle bana. Sen hiç “hayır, olmaz, yapamam” deyip birini reddedebildin mi?”

Şaşkınlıkla düşündü. Hayretle cevap verdi sonra:

“-Hatırlamıyorum. Hiç hatırlamıyorum. Onların mutluluğu için…”

Babası derin bir nefes alıp iç geçirdi:

“-Ah benim saf kızım, İnsanlar ya alıcıdır ya da verici. Çok az insan dengeli ve adaletli davranır, hakkaniyeti bilir. Bir insan verici olursa etrafındakiler de alıcı olmaya o kadar kararlıdır artık. Nereye kadar gider bu alış, verici insan ne zamana kadar bu hale tahammül edebilir?”

“-Ama babam, onlar benim en yakınlarım. Benim sıkıntılarımı bir müddet sonra anlamazlar mı?”

Hüzünle gerildi ihtiyarın yüzü:

“-Öyle mi, hâlâ mı? Görelim mi? Bak avucuna, dedi. Seyret kendi gerçeğini!”

Suskun Hanım bakınca avucu büyüdü, büyüdü, neredeyse ev kadar kocaman kitap oldu, sırlarla dolu bir kitap… İlk sayfasını açtı. Birinci bölümün karşısında kocasının adı yazılıydı. İkinci bölümde çocuklarının, üçüncü bölümde akrabalarının, dördündü bölümde dost ve dost görünenlerinin…

Babası fısıldadı:

“- Bak ve… Ve gör o öğrenmekten kaçtığın hakikatini.”

Korka korka ilk bölümü açınca bir film sahnesi çıktı karşısına. O sahnede kocasını gördü. Çok pahalı bir lokantada arkadaşlarıyla yemek yiyordu. Hepsi neşe içindeydi, kahkahalarla gülüyorlardı. O sırada siyah ceketlinin telefonu çaldı. Adam hemen açtı, konuşmaya başladı. Durmadan “olur canım, hayatım, tamam aşkım,” diyordu.

Konuşma bitince arkadaşı suçlu suçlu konuştu:

“-Hanımı aramayı unuttum. Kızmış bana.”

 Kocası şaşırdı önce. Sonra dedi ki:

“- Garip! Çok yüz vermişsin dostum! Ben hanımı aramam arkadaş. Bilir benim huyumu. Öyle zırt pırt aramasına da müsaade etmem. Kazak adamım, ne dersem o. Benden haberiz nefes alamaz hanım. Ben olmazsam o bir hiçtir.”

Elinde olmadan hıçkırdı. “Hiç” kelimesi okkalı bir şamar oldu da yüzüne çarptı. Sayfayı hemen kapattı. Çocuklarının bölümüne ümitle salıp oraya baktı. Oğlu bir genç kızla kahvedeydi. Cilveli kızın sorusuna cevap veriyordu:

“-Annem mi? Ay! Çok akıllı bulmam annemi ya, çok saftır o. Babam nasıl beğenip evlenmiş, hayret ediyorum. Didinir durur. Yokla var arasıdır. Hepimizin isteğinden başka bir arzusu yoktur.”

Kızın omuzuna koluna atıp kendince övündü:

“- Ama babam… Babam kral adamdır. Herkes onu sayar. Boş ver şimdi annemi, babamı. Bizi konuşalım.”

Kız da sevimli olmaya çalıştı, kıkırdadı:

“-Ay! Asla olmam öyle. Annen… O ne öyle? Kişiliği kaybolmuş zavallının. Ay! Hizmet robotları gibi.”

Göz yaşlarına boğuldu Suskun Hanım. Hemen sayfayı çevirdi. Şimdi kızı karşısındaydı. Otobüsle bir ören yerine gidiyorlardı. Bütün otobüs şarkı söyleyip eğleniyordu.

Yan koltuktaki öğrenci ayağa kalkıp kendisine çarpınca meyve suyu beyaz gömleğini vişne rengine çevirdi. Arkadaşı telaşla kolonyalı mendille gömleğini silmeye çalışırken kızı çok rahattı:

“-Annem halleder, dedi. Yıkar, ütüler. Yine pırıl pırıl olur.”

Arkadaşı şaşırdı:

“-Nasıl yani? Lise son sınıftasın, annen gömleğini ütülüyor, öyle mi? Ben anneme bunu asla yapmam, kıyamam.. Koskoca kızsın. Yazık değil mi kadıncağıza? Bari ayaklarını da yıkat.”

“-Niye yazık olsun ki, dedi kızı. Annelik böyledir. Pestilin çıksa da sesini çıkarmayacaksın.”

Artık seyretmeye gücü yetmedi.  Avuçlarını sımsıkı kapattı, sustu. Başını babasının omuzuna koyup hıçkırdı bir müddet.

Işıltılı adam kızının titreyen saçlarını okşadı. Yavaşça kulağına fısıldadı:

“-Neden suçlu olduğunu anladın mı?”

Başını kaldırıp derin bir acıyla babasına baktı. Ama sanki dili tutulmuştu, konuşamadı.  Duyduğu büyük şaşkınlık ve ardından yaşadığı derin pişmanlık ulu dağlar oldu da omuzlarına çöktü, onu paramparça edecekti ki adam yine yavaş sesle konuştu:

“- Şimdi…  Canım kızım, şimdi her şeyi ama her şeyi geride bırak, pişmanlığı da. Olan oldu, yaşanan yaşandı.”

Derin bir nefes aldı kızı ve göz yaşları içinde fısıldadı:

“-Ama neden, neden baba, neden? Neden suçluyum? Ben onların iyiliği için…”

Babası tamamladı cümlesini:

“-Sen onların iyiliği için ömrünü verdin. Ama ya kendin için ne yaptın? İşte bunun için suçlusun.”

“-Nasıl,” diye hıçkırdı. Anlayamıyorum, anlat bana, ne olur, anlat!”

“-Dünya denen hediyede, hayat denen ve sana armağan edilen zaman diliminde, bilirsen, elinde bir terazin var. Bu terazinin bir gözü sensin, diğer gözü dünya. Dünya derken her şey, canlı cansız ne gördüysen ne duyduysan ne hissetiysen.”

Kızına derin bir sevgiyle baktı ışıltılı adam ve sakin sakin konuşmasına devam etti:

“-Bu teraziyi dengeli tutmak gerek. Hep verici olursan, verdiğin kim olursa olsun bir zaman sonra bunu kendi hakkı olduğunu zanneder. Senden o hak zannettiğini hiç düşünmeden alır da alır, hem de hiç durmadan. Bütün bunlara karşılık kendi kefendeki hakkını sen, evet, sen korumak zorundasın. Zira kul hakkı sadece başkalarıyla kendi aranda değil, seninle kendin aranda da var. Hayat bir dengedir benim saf kızım.”

Fısıltıyla sordu Suskun Hanım:

“-Kul hakkı benimle benim aramda da nasıl olur ki? Fedakârlık etmek gerek değil mi çocuğum için, eşim için?”

“-Elbette fedakârlık gerekir, elbette iyilik etmek bir erdemdir, diye cevap verdi babası.  Ama sen terazini yanlış kullanmışsın.  Düşün, annesin, geceleri kalkıp yavrunun başında beklemedin mi?  Evet bekledin. Hastalanınca üzüntüden ne yapacağını şaşırmadın mı? İşte budur fedakârlık.  Ama oğluna o pahalı oyuncağı almak için doktora gidip muayene olmaktan vaz geçtin. İki gün sonra o oyuncağı kırdı yaramaz. Sen de hastalığı ayakta geçirmeye çalıştın, perişan oldun”

Derin bir nefes aldı babası. Kızına sevgilerin en güzeliyle baktı  ve kelimeler gizlenen gerçekleri açan dualar gibiydi:

“- Gecenin bir yarısı uyanıp kocanın gömleğini ütüleyip ayakkabısını boyadın meselâ. Oysa kocan bir garibe ayakkabısını boyatsa o garip de evine ekmek götürecekti. Bütün bunları neden yaptın? Para biriktirmek için, size ait bir eviniz olsun diye. Evet, eviniz oldu. Ama zevkle oturacağınız, şirin, sevimli bir ev yerine durmadan bakım isteyen, masraflı, gösterişli bir ev.  Pekiyi de bu evin temizliğini kim yapacaktı, çimini kim sulayacaktı? Elbette sen hemen üstlendin Niye? Kocanın daha güzel arabası olsun diye.”

Yavaşça kızını gözyaşı içindeki yanağını okşadı. Ardından yavaş yavaş, tane tane konuştu:

“-Sana göre terazinin alıcı tarafı azaldıkça sen kendi kefende ne varsa o boş zannettiğin diğer kefeye doldurdukça doldurdun. Bir zaman geldi ki seni kimsenin artık umursamadığını gördün. Derdini, yorgunluğunu o alıcılara anlatmak yerine susmaya başladın. Sende bir şey kalmadığını, tükenmeye başladığını hissettiğin anda da çaresiz kaldığını sanıp ağlamaya başladın. “

Hıçkırıklara boğuldu suskun Hanım, ama sorusunu da sordu:

“-Ben bittim mi babam? Beni terk ederler mi? Bırakıp giderler mi?”

Kızına sarılıp onun başını göğsüne yasladı babası:

“-Hayır, hayır, sen bitmedin. Hem onlar seni niye bırakıp gitsinler ki. Hallerinden çok memnunlar. Sen onları terk etmedikçe onlar seni bırakmazlar. Yeter ki sen gitme.”

Öptü onun saçlarını. Sakin sesiyle devam etti konuşmasına ışıltılı adam:

“- Ben gitmem diyeceksin. Ama sen senden de gitme. Sen seni de bırakma. Lâkin bu halin devam ederse onları bırakacak kişi sen olacaksın. Onun için terazin çok önemli. Ayrıca…Bilmiyorsun ama terazinin gözü henüz boş değil. Sadece boş olmadığının farkına var ve terazini dengele artık.”

Burnunu çeke çeke sordu kızı:

“-Nasıl?”

“Kendi kendine yaptığın haksızlığı artık bırak. Kendi bedenin, ruhun, nefsin ile ilgili kul hakkını artık çiğnemeyerek. Terazinin alıcı gözünde bekleyenlere kendini hatırlat artık. Yaşadığını ve onlardan beklentilerinin olduğunu bildir, hissettir güzel kızım. İnan bana seni anlayacaklar. Her şerde bir hayır vardır buyurmuş Yüce Rabbim. Yarını, öbür günü, önündeki zamanı iyi değerlendir.”

Kızının başını okşadı yavaşça. Ufka bakıp derin bir nefes aldı. Konuştuğunda kelimelerini büyük bir özenle seçiyor, sanki kutlu bir tesbihe yavaş yavaş diziyordu:

 “- Ne diyor Rabbimiz Yüce Kitabında? Bak, gör, seyret ve iyi düşün, akıl süzgecinden geçir, gönlüne sor, yapacağını ona göre yap. “Kalbine doğru gelmeyeni de yapma” diyor Sevgili Peygamberimiz. Adil ol, kendine de bütün dünyaya da adaletli davran. Şimdiye kadar sakin olmaya çalışıp sadece susmuşsun. Şimdiden sonra yine sakin olup konuş, kırıcı olmadan, anlat, seni dinleyecek, seni anlayacaklardır.”

Bir müddet suskun kaldılar.  Sonra babası tekrar fısıldadı:

“-Anladın mı beni canım kızım? Haydi, artık uyuma vaktidir. Bak, güneşin son ışıkları da ufukta kayboluyor. “

Gerçekten de çok kısa bir zaman içinde hava karardı, gökyüzü  yıldızlarla ışıldamaya başladı.

Babasının koluna girdi Suskun Hanım.

 Ve… Çok uzaklardaki hüthüt kuşlarının ilahileri o sonsuz büyüklükteki ovaya yayıldı, bülbülle deme durdu, ılık saba yeli esmeye başladı. Baba kız o muhteşem sesleri dinleye dinleye, yavaş adımlarla pırıltılı karyolaya gittiler.

Yataktaki bedenine bir ışık hüzmesiyle geçiveren kızının saçlarını okşadı babası. Kızı gözlerini yumarken mırıldandı:

“-Babam, çok teşekkür ederim. Ama beni bırakma, beni yalnız bırakma, Hep yanımda dur, ne olur.”

Adamın gözlerinden ışıltılı bir damla akıp ay ışığında parladı. Sonra yavaşça yere düşünce mavi donlu küçük çiçek de hemen yapraklarını titretip fısıldadı:

“-Sonsuz şükür Sevgili Rabbim sana. Yine nevalem can damarlarıma yayılıyor.”

Baba uzandı, kızının gözlerinden öptü ve fısıldadı:

“-Hep yanındayım canım yavrum. Ben hep senin kalbindeyim.”

 Suskun Hanımı çabucak kollarına alan uyku susuzluktan ölen insanların beklediği su gibi oldu da onu içti kadıncağız, yudum yudum, kana kana. Yılların susuzluğunu gidermek istedi gariban bedeni.

Ve… Asla ne kadar uyuduğunu asla bilemedi.

Sonra yavaş yavaş gözlerini açtığında karşısında ihtiyar bir adam gördü ve beyaz gömlekli başka bir adam.

Şaşkınlık ve korku ile doğrulmak istedi. Ama gücü yetmedi. Kekeleyerek konuştu:

“-Nere.. deyim ben?”

Hayretle etrafa baktı. Beyaz duvarları, karyolayı, yandaki yatağı, ilerideki iki koltuğu, Sol kolundaki serumu, sağ kolundaki sargıları fark edince tekrar kekeledi:

“-Ne… Ne oldu bana?”

Güleç yüzlü doktor karyolaya yanaştı, ona doğru eğildi:

“- Geçmiş olsun. Bir kaza atlattınız, dedi. Hastanedesiniz.”

Korkuyla baktı doktorun yüzüne. Anlamaya çalıştı onu.  Ardından büyük bir telaşla sordu:

“- Çok mu kötüyüm?”

“-Hayır, hayır, diye cevap verdi doktor. Sadece kolunuz. Her şey yolunda.”

Bir müddet konuşamadı. Ama yavaş yavaş olanı anlamaya kavramaya çalıştı ve düşünmeye. Evi aklına geldi, kocası, çocukları. Tekrar telaşlandı:

“-Aman Allah’ım! Evin haberi oldu mu? Geldiler mi?”

O zaman kadar konuşmayan ihtiyar adam soruya cevap verdi hüzünle:

“-Geçmiş olsun yavrum. Henüz haber vermedik. Telaşlanmalarını istemedik.”

Suskun Hanım o an büyük bir şaşkınlık yaşadı. Bu adamın sesi babasının sesine ne çok benziyordu. Ardından babasıyla konuştuklarını hatırlamaya başladı. Uyumadan evvel o muhteşem ovada babasıyla uzun uzun konuşmuştu, ufka bakıp birlikte kendi hayatını seyretmişlerdi. Aklına terazi geldi, kendisiyle dünyadaki her şey ama her şey ve her canlı…

Başını pencere tarafına çevirip bir müddet düşündü. Aramamışlardı demek. Babası nasıl da haklıydı.  “Artık o terazide denklik vakti” diye düşündü. “İyi, cevaba cevap, sessizliğe sessizlik o zaman.” Hüzünle mırıldandı:

“-Ah!  Babam. Ne güzel akıl verdin bana. Rüya da olsa ne güzeldi. “

  Karşısında kederli gözlerle kendisine bakan ihtiyar adama çok yorgun ama kararlı bir sesle yavaş yavaş dedi ki:

“-Teşekkür ederim. İyi ki aramamışsınız. Şimdi de aramayın, telaş etmesinler. Eve kendi başıma giderim ben.”

Doktor ile ihtiyar adam üzüntüyle bakıştılar, bu cevaba şaşırmadıklarını gözleriyle birbirlerine anlattılar.

“-Sizi birkaç gün daha misafir edeceğiz, diye konuştu doktor. Ne zaman isterseniz ailenize haber veririz.”

Birden aklına sorulara şaşırdı Suskun Hanım: Buraya nasıl gelmişti, kolu kırık mıydı?  Hemen sorunca doktor ihtiyar adamı işaret etti. Yine gülümseyerek cevap verdi:

“-Sevgili Ağabeyimiz kaza anında oradaymış. Sizi hemen hastaneye getirdi. Ben Başhekimim. Gereken ne ise yapıldı. Telaş etmeyin, kolunuz da kırık değil. Şimdi dinlenin. Korkacak bir şey yok.”

O sırada kapı açıldı, genç hemşire içeri girdi.

“- Bu gece yanınızda kalacak hemşire hanım, diye konuşmasına devam etti başhekim. Şimdi hiçbir şey düşünmeyin. Güzelce dinlenin.”

İhtiyar adam yine hüzünlü gözlerle baktı Suskun Hanıma, gülümsemeye gayret etti. Yavaşça konuştu:

“- Geçmiş olsun, ben yarın tekrar uğrarım. “

Birlikte çıktılar.  Kimi ayakta kimi oturan kimi de bir o tarafa bir bu tarafa yürüyüp sıkıntılarını dağıtmaya çalışan hastalarla, yakınlarıyla dolu olan, ara ara kendinden geçmiş hastaların yattığı sedyelerin geçtiği, muayene ve doktor odalarının bulunduğu uzun koridorları geçtiler. Çıkış kapısının önüne geldiler.

Durdu yaşlı adam. Başhekime kibarca gülümsedi, iç cebinden çıkardığı Suskun Hanımın cep telefonunu uzattı:

“-Sevgili Üstadım, ben izin isteyeyim, dedi. Güzel uyandı kızcağız. Bugün daha da iyi olacak inşallah. Yarın gelirim dedim ama gelmeyeyim. Bana minnet duymasını istemem. Senden ricam, bana bilgi vermendir.  Telefonunu hep şarjda ve açık tuttum. Ama şimdiye kadar ailesinden mesaj da gelmedi telefon da. Bakalım aranıp sorulacak mı?  Evine ne zaman gönderirsiniz?”

“-Başım gözüm üstüne Ağabey, diye cevap verdi Başhekim. Durumunu takip edelim. Çok Kan kaybetti. Ona göre bir karar veririz. Sizi haberdar ederiz. Sizi sorarsa ne diyelim?”

“-Hele bir sorsun bakalım. Ona göre bir şey düşünürüm. Ama böyle tuhaf ilgisizliği de nasıl kaldıracak, doğrusu çok merak ediyorum. Gördüğüm kadarıyla pek naif, kırılgan bir kızcağız.”

Vedalaştılar, yaşlı adım hastaneden çıkarken Başhekim ona el salladı ve düşündü: “Bir işçisinin hanımı da yukarıda yatıyor. Bu kaçıncı yardım ettiği. Allah razı olsun. Ağabey adeta yardım meleği.”

 O gece sabaha kadar hiç rüya görmedi Suskun Hanım. Yorgun vücudu derin bir uykunun kollarında dinlenmeye çalıştı, ertesi gün de sonraki gün de. Serum takviyesi devam etti, iştahı biraz açıldı. Durmadan kan tahlili yapıldı, sedyeyle götürüldü, makinalara sokuldu… Suskun Hanım sanki garip rüyadaydı da bu olanı, biteni dışarıdan seyrediyor, hiçbir demiyor, sadece düşünüp duruyordu.

 Son gün de yemeklerin hepsini bitirdi. Meyve suyu aldırmak için çantasını sordu, bir de Başhekimden her gün yaşlı adamın gelip gelmeyeceğini. Ama onu ailesinden soran olmadı.

Başhekim o gün öğle vakti uğradı, çantasını getirdi, güzel haberleri de:

“-Evet, suskun hastamız! Her şey yoluna girmiş vaziyette. Kolunuzdaki alçı tedbir olarak üç hafta kadar kalacak. Evde kontrol ve bakım şartıyla yarın sizi evinize gönderebilirim. İsterseniz ailenize haber veririz. Onlar ilgilenirler. Bizim için ikisi de bir. Ne dersiniz?”

 Başını önüne eğip düşündü Suskun Hanım. Kazayla ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Hâlâ rüyada gibiydi. Ne zamandan beri hastanedeydi acaba?

Önce pencereden dışarıyı seyretti beş on saniye, sonra bütün soruları neredeyse nefes almadan sordu. Gözleri nemlenmiş, yüzü gerilmişti.

 Başhekim hastasının yüzüne baktı, düşündü o da: “Belli ki içinde fırtınalar kopmak üzere. Ah bir de şöyle yağmurları da yağsa, gönül gökleri ferahlasa.”

“-Bugün altıncı gün, dedi. Ama şükürler olsun Allah’a. Durumunuz çok iyi.”

Yüzü iyice kasıldı Suskun Hanımın, yutkundu, dudakları titredi:

“-Bugün de… Bugün de kimse sormadı değil mi?”

Bir an ne diyeceğini şaşırdı Başhekim. Ardından yılların tecrübesiyle elini hastasının omuzuna koyup hüzünlü durumu şakayla geçiştirmek istedi:

“-Boş verin. İşleri çoktur. Sizi yarın sabah ambulansla gönderirim. Bu şirin hemşire de arkadaşınız nasıl olsa.”

O an rüyası aklına geldi, babasıyla konuşmaları. Ne kadar da haklıydı. Suçlu ta kendisiydi.

”İş işten geçtikten sonra sızlanıyorum,” diye düşündü.  “Oysa kocam aynı durumda olsa ben acıdan ölecek hale gelirdim. Ya oğlum ya kızım? Hiç mi merak etmediler beni?  Öyle ya merak eden, endişelenen hep bendim. Ben… Ben niye bu kadar zavallı oldum?”

Hıçkırık sesine kendisi de inanamadı.  Yıllardır biriktirdiği göz yaşları birden boşaldı. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.

Hemşire gelip teselli için sarılmak istedi. Ama suskun Hanım onu engelledi:

“-Hayır, hayır! Dokunmayın bana. İyiyim ben. İyi olacağım!”

Ama fırtına kısa sürdü aklına gelen ve kendisine dehşete kaptıran soru ile. Bu özel hastanede altı gündür kalıyordu, bir de üstüne üstlük evde özel bakım…Masrafını nasıl ödeyecekti? Ne bankada ne de kıyıda beş kuruş parası yoktu.

Toparladı kendini, hemen elinin teriyle gözyaşlarını sildi, telaşla konuştu:

“-Bu… Bu masraflar… Ameliyat, ilaçlar, özel oda… Aman Allah’ım… Nasıl altından kalkacağım?”

“-Bütün masraflar ödendi, dedi Başhekim. Buna evde bakım ve bütün ilaçlar da dahil.”

“-Kim ödedi, diye şaşkınlıkla sordu. Kim, neden?”

Sandalyeyi çekip karşısına oturdu. Bir kongre ve olağandışı vaka takdimi masalını anlattı Başhekim. Masrafları ismi saklı bir firma ödemişti. Sonra yavaşça elini onun omzuna koydu ve dedi ki:

“-Suskun hastam, şimdi gelelim konumuza. Çok zayıfsın, kilo alman gerekiyor. Tansiyonunda ani düşmeler olabilir. Onun için dediklerimi harfiyen yapacaksın, dinleneceksin. Hemşire Hanım evinizde misafir olacak. Günlük ilaçlarını verecek, takip edecek. Sıkıntı olursa tekrar buradaki odana alacağız seni.”

Artık kendini toparlamıştı Suskun Hanım. Artık son soruyu da sorabilirdi:

“-Başıma gelen bu kaza nasıl oldu. Şimdi hatırlamıyorum. Ama birden hatırlarsam dehşete kapılmayayım. Bileyim durumumu.”

Olanı dinledikten sonra çok düşünmedi, aklına gelenleri hemen söyledi:

“-Ama ben hayatımı kurtaran size ve o beyefendiye teşekkür etmeliyim. Bana mutlaka onun bilgilerini vereceksiniz. Hayatımı kurtaranın adını bile bilmiyorum.”

“-Olur, dedi Başhekim. Hele siz iyileşin, birlikte ziyarete gideriz. Memnun olacağını sanıyorum.”

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Suskun Hanımı ambulansla evine getirdiler. Hemşire Hanımın kolunda evine girerken tuhaf şekilde büyük bir yabancılık hissetti. Yıllarca emek verip eliyle diktiği çiçekleri boyunlarını bükmüştü. Yemyeşil bahçesi su istiyordu. Yapraklar pörsümeye başlamıştı.

Baş tacı ettiği ailesi ile birlikte yaşadığı evine otele girer gibi girmesi, derli toplu, kendine göre zevkli, bir zamanlar çok şirin bulduğu yuvası ona niye şimdi hiçbir şey fısıldamıyordu? Şaşırdı, üzüldü.

 Görevlilerle yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Misafir yatak odasında hızla hazırlanan yatağa yattı. Serum takıldıktan sonra Hemşirenin dışındaki görevliler gitti.

Şirinler şirini, hafif kilolu hemşire gülümsedi, çantasını ve cep telefonunu başucundaki komidinin üstüne koydu.

Serumdan hemen sonra derin bir uyku bütün sardı Suskun Hanımı. Uykunun derin okyanusu onu yine kendine çekiverdi.

Nice sonra kapının zilini derinden derine duyunca birden uyandı. Hemşire Hanımın ayağa kalktığını görünce eliyle işaret edip oturtturdu onu:

“-Bizden biriyse anahtarı vardır, açar, dedi. Değilse şimdi kimseyle uğraşmayalım.”

Kapı ısrarla birkaç sefer daha çaldı. Sonra komidinin üstündeki telefonu. Açtı. Kızıydı, hırçın sesiyle onu azarladı:

“-Anne ya! Zili çalıp duruyorum. Şu kapıyı açar mısın lütfen. Açım! “

Yutkundu, gözleri doldu. Ama hemen toparladı kendini. Babasının sözlerini hatırladı hemen: “Terazi ve denge” Artık kendine haksızlık etmeyecekti. Yorgun bir sesle konuştu:

“- Kızım, anahtarın yok mu senin? Aç onunla. Kapıya gelmem mümkün değil.”

“-Of ya anne of! Yani bu şimdi eziyet, diye söylendi kızı. Bütün çantamı deşeceğim. Aman!”

Hırsla kapanan telefondan beş on dakika sonra kapı açıldı. Mutfağa giden kızın tiz sesi duyuldu:

“-Anne! Neredesin? Öğle yemeği vermediler. Açlıktan ölüyorum. Yoldan geliyoruz, annemiz ortada yok. Mutfakta yemek de yok. Bana bir sandviç hazırlar mısın? Anne ya!  Neredesin sen?”

Hemşire Hanım şaşkınlıkla Suskun Hanıma baktı.  O gözlerde derin bir keder gördü. Onun el işaretini görmezden gelip yerinden fırladı, merdivenin başından seslendi:

“-Küçük Hanım, lütfen yüksek sesle konuşma!”

Sesi duyup hışımla mutfaktan çıkan kız merdivenin başında hemşireyi göründe önce dondu kaldı. Yüzü allak bullak oldu, çığlıklar atarak üst kata çıktı. Annesini görünce avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:

“-Anne! Ne oldu sana! Ne oldu?”

Hemşire Hanımın ikazı ve açıklaması ile sakinledi. Ama diklenmeden de edemedi:

“-Niye haber vermedin, niye aramadın? Anne, nasıl yaparsın bunu?”

Bu bağırtı ve serzenişe şaşırıp heyecanlanan Suskun Hanımın rengi sapsarı oldu. Üzüldü yine, hem de çok üzüldü. Bir kelime de olsa farklı, güzel bir şey duymak istedi. Ama hatırlayamadı. Sahi neydi kızından beklediği o kelime? Bulamadı!

 Hemşire Hanım onun fenalaşmakta olduğunu görünce içi acıdı. Sonra çok hiddetlendi, neredeyse sinir krizi geçirecekti. İçinden “şu sersem benim kızım olacaktı, ben onu ayağımın altına almaz mıydım” diye geçirdi.

Kızı kolundan yakaladı, kulağına eğildi, fısıldadı:

“-Küçük Hanım, annen ameliyat masasından başını kaldırıp seni mi arayacaktı? Sen niye aramadın? Günde yüz kere arkadaşlarınızı ararsınız ama. Sakin ol, zor bir ameliyattan çıktı, yorma kadıncağızı. Allah Allah!”

Gidip köşedeki koltuğa oturdu kız. Annesini hiç böyle görmemişti. O hep ayaktaydı ve etrafında pervaneydi. Her işini, hatta ödevlerini bile yapan, durmadan kendisine övgü ve sevgi sözleri söyleyen, kendini dünyanın merkezinde hissettiren annesi nasıl olurdu da bir gaspçıyı fark edemez, onun hakkından gelemezdi? Ne olacaktı şimdi? Hani anneler fedakârdı, cefakârdı?

Suskun Hanım bayılmanın sınırında gidip gelirken gözlerini kapattı yavaşça. Beyni uyuşmuştu sanki. Hiçbir şeyi doğru dürüst düşünemiyor, sadece babasıyla yaptığı sohbet bir film gibi gözlerinin önünden geçiyor, onun sözleri kulaklarında çınlıyordu. Karar vermeliydi. Artık karar vermeliydi.

Onun halini telaşla seyreden Hemşire Hanım hemen tansiyonunu ölçtü. Küçük bir yükselme görünce yine çok hiddetlendi. Kızın yanına gidip yine kulağına fısıldadı:

“-Gelsene sen bir dakika dışarı.”

Sessiz adımlarla aşağı indirdi kızı. Birlikte mutfağa gittiler. Karşılıklı sandalyelere oturdular. Hemşire Hanım hırsla baktı kıza, ıslık gibi bir sesle sordu:

“-Kaç gün kaldın gezide? En azından bir hafta. Kadın kan kaybından ölecek hale geliyor, sen bir defa aramıyorsun. Üstelik bir de suçluyorsun.  Ya ölseydi? Ne biçim çocuksun sen ha? Maşallah içeri girince de emirler yağdırıyorsun açım diye. Söyle bana, bu kadın senin annen mi, kölen mi ha?”

Bu sözler şaşkına çevirdi kızı. Hiç düşünmediği şeyleri soran kadına korkuyla baktı, kekeledi:

“-Ama… Nereden bileyim? Kapıyı… Hep o açardı. Ne yemek istersem hazırlardı. Aklıma hiç gelmedi.”

“-Ya öyle mi? Lise son sınıfta, koca genç kıza annesi kölelik yapacak, öyle mi? Çok mu acıktın, kır bir yumurta, ye!”

Kız sızlandı:

“-Ben yumurta kırmasını bilmem ki?”

“-Annenin gönlünü kırıp suçluyorsun, azarlamasını biliyorsun ama! Söylesene bana, sen anneni hiç mi sevmedin? Ya ölseydi ha, söylesene, ölseydi?”

Hırsla çıktı mutfaktan, hemen hastasının yanına gitti. Dikkatle yüzüne baktı. Kapalı olan göz kapakları titriyordu. “Galiba rüya görüyor” diye düşündü.

Gerçekten de Suskun Hanım rüya görüyordu, rüyasında da kendisini. Ağlıyordu kendisi ve diyordu ki:

“-Artık sen sana sahip çık ki ben bana sahip çıkayım. Konuş herkesle, susma artık. Hayatın elinden gidecek susarsan. Bana bu ihaneti yapma. Lûtfen, söz ver bana.”

“-Söz… Söz veriyorum…”

Tam o sırada tekrar zil çaldı. Kız koştu, kapıyı açtı. Karşısında babasını görünce kollarına atılıp hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

  Zil sesine gözlerini açan Suskun Hanım kızın ağlayarak kazayı anlatışını dinledi ve Hemşire Hanıma kararlı bakışlarla bakıp fısıldadı:

“-Gelince bizi iki dakika yalnız bırakır mısınız? Telaş etmeyin, ben iyiyim. İlk dalgayı atlattım. Bu daha kolay.”

Merdivenleri hızla çıktı baba kız. Adam Suskun Hanımı görünce hemen yanına geldi. Şaşkın bir yüz ifadesi ile yatağa oturdu:

“-Ne oldu sana, bu ne hal diye sordu. Nasıl oldu?”

Hemşire Hanım sessizce dışarı çıkarken kocasına sadece kırgın bakışlarla baktı, sustu. Adam inanmaz gözlerle süzdü onu:

“-Ne oldu, söylesene, dedi merakla. Gaspçı saldırmış sana. Anlatsana!”

Derin bir nefes aldı Suskun Hanım, başını eğdi, fısıldadı:

“-Geçmiş olsun dileğin için teşekkür ederim, sağ ol.”

Bu kinaye karşısında afallayan adam birkaç saniye konuşamadı.  Sadece hanımının yüzüne hayretle baktı. Sessiz, suskun karısına neler diyordu?

“- Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ameliyattan sonra uyanınca ben de bana ne oldu diye sordum, diye devam etti Suskun Hanım. Doktorun söylediği bu.”

Başını sağa sola sıkıntıyla salladı. Hastaneden neden aranmamıştı? Aklına gelenle sinirlendi:

“-Eve ne zaman geldin? Neden hastane beni aramadı? Allah bilir telefonu evde unuttun, öyle değil mi?”

O an Suskun Hanımın üstüne garip bir sakinlik çöktü:

“-Seninki de pek tuhaf bir savunma, dedi. Sen neden aramadın? Sahi sen kaç yıldır, bir kere olsun beni aradın mı? Yok! Ne zaman ararsın beni sen? Düşün, sen beni ne zaman, niye ararsın? Telefonumu da yanıma almışım. Teslim ettikleri çantamım içindeydi.”

Hayretler içinde kaldı kocası. Karısına neler oluyordu, neler söylüyordu?

“-Yakınlardaki özel hastaneye götürmüşler, ameliyatı da orada yapmışlar. Bana bakacak olan hemşire Hanım da oranın elemanı.”

Etine iğne değmiş gibi ayağa kalktı adam, saçlarını elleriyle sıvazlayarak düşünmeye başladı. Özel hastane masrafı kim bilir ne kadar tutardı. Yapacak bir şey yoktu. Arabayı yenilemekten vaz geçecekti. Neticede yirmi iki yıllık eşiydi, saçını süpürge eden cinstendi. Sıkıntıyla ofladı.

Suskun Hanım bir bakışta anladı onu ve ferahlatmak istedi:

“- Korkma. Paralarını harcamana gerek kalmadı. Hastane masrafı yok. Doktor kolumu anlatacakmış bir kongrede. Bu yaralanma nadir bir durummuş. Onun için masraf almayacaklarmış. Yalnız takip edecekler.”

 

 

Elinde olmadan derin bir nefes aldı adam. Hanımının kinayesini de anlamadı. Hırsla düşündü. Daha dikkatli olamaz mıydı, o alçağın yanına yanaştığını fark edemez miydi? Zaten hep böyleydi, hele son zamanlarda iyice dalgın olmuştu. Bu kaza ile evin bütün düzeni bir müddet de olsa allak bullak olacaktı.

Tekrar yatağa oturdu. Merakla sordu.

“-Alçı ne kadar kalacak kolunda?”

Suskun Hanım üç beş saniye onun gözlerine baktı, kederle gülümsedi:

“- Üç dört hafta kadar. Sonra duruma bakacaklar.”

“-Ne durumu?”

“- Kolumda iki yerde sinir hasarı var. Artık sağ kolumu eskisi gibi çalıştıramayacağım. Anlayacağın artık o eski cevval hanımın yok. Artık o sayfa kapandı.”

Adam şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse. Suskun, pısırık karısına bu güven nereden gelmişti. Böyle konuşmak onun haddi miydi? Dikkatli olsaydı bu kaza başına gelmeyebilirdi. Hiddetlendi:

“-Nasıl konuşuyorsun sen? Ne demek artık o sayfa kapandı, ne demek?”

Sakin bir sesle cevap verdi Suskun Hanım:

“-Daha nasıl açıklayabilirim? Cevval hanımın arızalı sağ kolla artık hiç koşturamayacak demek!”

Kendisine deliler gibi aşık karısı neler diyordu. Acaba yıllar bu sevdayı sessizce, fark ettirmeden silmiş miydi? Eşinin bitmez tükenmez sandığı, çok emin olduğu büyük aşkı bitmiş miydi? Böyle bir şey olabilir miydi? Neden olmasındı? Böyle cevaplar verdiğine göre bütün düzen sarsılıyor demekti. Bunca yıldır kurulu olan, alışılan, herkesin çok rahat ettiği düzen. “Aman Allah’ım, diye dehşet içinde düşündü. “Ne olacak şimdi? Ne yapacağım ben?”

Büyük bir telaşla hiç düşünmeden soruverdi:

“-Nasıl sözler bunlar? Yoksa… Yoksa artık beni sevmiyor musun? Evet, sevmiyorsun artık. Benden bıktın sen!”

Suskun Hanımın hayalinde birden ışıl ışıl bit terazi belirdi. Dengesi bozulmuş teraziye ışıltılı bir el uzandı, yavaşça kefenin birindeki fazlalıkları öteki göze koydu, terazi dengelendi.

Gülümsedi, sakin sakin konuştu kocasının şaşkın yüzüne bakıp:

“-Ah, bunu ben değil, sen söyledin. Şu hasta yatağımda konuşmamızı nerelere götürdün! Sırası mıydı bu konuşma, gerekli miydi?  Ama dur bir dakika, soruna cevap vereyim. Şurası bir gerçek, sevda dünya güzeli bir çiçek. Devamlı emek istiyor. Bu emek tek taraflı olunca çok yorucu oluyor hem de çok. Sen bana en son ne zaman sevgi sözleri söyleyip başımı omuzuna koydun? Düşün bakalım!”

Adam düşündü. İlk evlendiklerinde çokça söylediği sevda sözlerini yıllardır söylemediğini hatırladı. Ama bu hali nefsi kabullenmeyip üste çıkmak istedi:

“-Sormadın ki. Ara ara da olsa bana seni sevip sevmediğimi sormadın ki!”

Hüzünle baktı pencereden hanımı ve dedi ki:

“-Sormam mı gerekiyordu?”

Ardından kocasının yüzüne baktı, kararlılıkla gülümsedi:

“-Çok yorgunum, dedi. Çok. Beni anlamanızı bekliyorum. Artık zorlanmak istemiyorum, kaldıramayacağım çünkü.”

Hemşire Hanım ilaç tepsisiyle içeri girince sıkıntıyla konuştu adam:

“-Neyse…Sen dinlen şimdi. Sonra konuşuruz.”

O akşam kızını lokantaya götürdü adam. Kız hiçbir yemeği beğenmeyip söylenip durdu. Ertesi baba kız gün kahvaltıda peynirin yerini bulamadılar. Yumurtaları yaktılar, reçeli döktüler. Kaynattıkları berbat çayı içtiler.

Adam o gün annesine telefon edip yardım istedi. Yaşlı kadın yaşlılıktan söz edip iyice azarladı oğlunu. Kız kardeşinin çok işi vardı, lokantaya gitmelerini tavsiye etti.

Evine yemeğe çağırıp hoşça vakit geçirdikleri arkadaşları çok üzüldüklerini söylediler. Hanımları da Suskun Hanıma telefon ettiler. İkisi kapıdan birkaç kap yemek getirip gitti.

Kabul günü arkadaşları meraklarından toplanıp geldiler. Şık çikolatalar getirip onu soru yağmuruna tutunca Hemşire Hanım yine müdahale etti. İlaç saatinden, dinlenmesi gerektiğinden bahsetti.

Birinci haftanın sonunda ev tozlanmaya, bahçede çiçekler susuzluktan iyice boyunlarını bükmeye başladı. Adam hortumu aldı, bahçeyi suladı güya.  Her tarafı su bastı. Çamurlu çizmelerle içeri girince Hemşire Hanım dayanamayıp azarladı onu. Eline paspası verip hasta hijyen kurallarını hatırlattı!

 Üçüncü hafta sonunda öğle vakti Hemşire Hanımla hastaneye gitti Suskun Hanım. Onları karşılayan Başhekim birkaç saat süren muayene ve tetkiklerden sonra güzel haberi verdi. Kolundaki alçıyı aldılar.

Başhekim onu hemen bırakmadı. Odasına götürdü. Güzel kokulu Yasemin çayı ikram etti. Ardından merakla sordu:

“-Söyle bakalım suskun hastam. Evde durum nasıl? Doğrusu çok merak ettim.”

Gülümsedi Suskun Hanım:

“-Galiba herkes kıymetimi anlamaya, durumu az da olsa kavramaya başladı, diye cevap verdi.  Ama daha ders bitmedi. Özellikle kızımın öğreneceği çok şey var.”

“-Sevindim, dedi Başhekim. İyi, iyi, artık sakalı kaptırmak yok! Elini de kolunu da zorlamak yok, buna sol kolun da dahil!”

Küçük bir kahkaha attı suskun hastası. Ardından ciddileşti hemen:

“-Ama, benim sizden çok önemli bir isteğim var.Hayatımı kurtaran o beyefendiye bir teşekkür ziyareti şart benim için. Size de sonsuz teşekkürlerim var, beni bugüne kadar destekleyen, kardeşim gibi sevdiğim Hemşire Hanıma da. Söz vermiştiniz, beraber gidecektik.”

Başhekim hemen aradı ihtiyar adamı.  İki gün sonrası için sözleştiler.

O akşam kocası ve kızıyla dışarıda yemek yedi Suskun Hanım. Elini de kolunu da zorlamadı.

Ertesi akşam kızı yanına geldi, kedi gibi sokuldu, başını omuzuna koydu:

“-Anne, dedi. Çok korkuttu Hemşire abla beni. Ya ölseydin?”

“-Merakla sordu Suskun Hanım:

“Çok mu üzülürdün? Niye ki?”

Kız birden ağlamaya başladı:

“-Anne, anneciğim! Ben sensiz ne yapardım! Canım annem, sen benim en sevdiğimsin.”

Ağlamamak için kendini zor tuttu, kızının gür saçlarını karıştırdı hemen. Sımsıkı sarıldı ona. Ama kızı hemen şımardı, terazinin gözünü zorladı:

 “-Üç gömleğimin üçü de ütüsüz.”

Suskun hanım onun yanağına şapırtılı bir öpücük kondurdu:

“-Kızım, ütü masasını aç, ütüle çocuğum.”

“-Ya yakarsam” diye sızlandı kız.

“Terazimi hemen dengeleyeceğim,” diye düşündü Suskun Hanım, “hem de hemen.” Ardından küçük bir kahkaha attı:

“-Yakmazsın, yakmazsın, dedi. Ben senin yaşındayken babamım gömleğini de ütülüyordum. Haydi kalk bakalım, kendi işine kendin yara. Ha, unutmadan, ütü bitince mutfağa gideceksin. Yanında oturamam. Ama. ben tarif edeceğim, sen hazırlayacaksın. Yemeği sen yapacaksın. Haydi bakalım!”

Akşam kızının ilk defa yaptığı dibi yanık, tuzu eksik yemekleri yediler ve pek beğendiler.

Kocası meyve suyuyla pastaneden aldığı çilekli pastayı tabağa koyup hanımıyla kızına getirdi. Baba kız bulaşıkları makinaya koyarken tabak dizme yüzünden tatlı tatlı tartıştılar. Kızı babasının dediğine uydu.

Saat ilerleyince kocası hiç yapmadığı bir şey yaptı, ilaçlarını getirip bir bardak su uzattı ve sordu:

“- Dört gün yokum. Tek başına kızınla idare eder misin? Başkentte önemli bir toplantım var.”

O gece baba kız uyuduktan sonra Suskun Hanım yavaşça çatı katına çıktı. İhtiyar adama, başhekime ve sevgili Hemşiresine eskilerden hediye seçmeye karar verip hatıra sandığını açtı.

Annesinin ne emeklerle ördüğü, kullanmaya kıyamadığı, kızının burun büktüğü çeyizlerine baktı. El işi harika bir şal beğendi hemşiresi için.

Kaç zamandır sandıkta sakladığı, yıllar ve yıllar evvel   ebru teknesinde has ipekle yaptığı, altın renkli ibrişimle işleyip diktiği iki kravatı görünce hasretle o günlere gitti. Birini babası, birini kocası olacak kişi, birini de olursa oğlu için hazırlamıştı. Üçüncü sınıfta aldığı tekstil dersi ödeviydi.

. Gözleri yaşardı. Ne çok beğenmişti babası. Ama kıyamamıştı bu emeğe, takamamıştı. Annesi vitrine koyup gelen giden misafirlere anlatmıştı. Kazadan sonra eve getirip sandığa saklamış, unutmak istemişti.

Kocası özel toplantılarda takıyordu. Oğlu hiç önemsememiş, “eski zaman modası” deyip geçmişti.

Çıkarıp eski masanın üstüne koydu onları, parmaklarını gezdirdi üstlerinde yavaşça. Hasretle iç çekti.

Sonra tekrar sandığa döndü. Dipteki dosyayı görünce derin bir nefes alıp bir daha iç çekti. Çıkardı onu, içindekileri tek tek çıkarıp inceledi ve mırıldandı hüzünle:

“- Ah ah… Bitirme tezim… Hoca haklıymış. Ne güzel bir tez olmuş… Giriş sayfası, bölümler ve çizimler ne hoş olmuş. Zavallı annem ”kızım, gözlerine yazık, o kadar eğilme, kamburun çıkacak” derdi durmadan. Evlendikten sonra kimse bakmadı yüzüne. Ben de kaldırıp sakladım. Bir daha açmak içimden gelmedi. Şimdi bunları tekrar çizebilir miyim acaba? Aman! Kimin ne işine yarar ki? Alt tarafı ayakkabı modelleri.”

Kapattı kapağını dosyanın. Farkında olmadan kravatların yanına koydu. Sandığı da hemen kilitledi.

Mavili olan bülbül yuvası ebrulu kravatı başhekime, İspanyol ebruluyu da ihtiyar adam vermede karar kıldı. Dosyaya içi acıyarak bir kere daha baktı. Aklına gelenle gülümsedi:

“-Bunu da götüreyim, dedi. Güzel sözlere hasret kaldım. Belki beğenip iltifat ederler. Hani demişler ya “marifet iltifata tabidir” diye.”

Ertesi gün, öğlede Başhekimin odasındaydı. Hemşire Hanım şalı görünce göz yaşlarını tutamadı. Ona sımsıkı sarıldı, durmadan teşekkür etti. Aziz hatıra olarak saklayacağını söyledi. Ama sormadan duramadı:

“-Evdekiler nasıl? Delikanlı geldi mi?”

“-Aklına gelip arayınca babası konuştu, dedi Suskun Hanım. Galiba herkes kendine çeki düzen verdi, daha da verecekler. Şüpheniz olmasın.”

“-İnşallah temizliğe girişmezsin değil mi ablam, dedi Hemşire Hanım. Sen boş ver. Elbette yanındakiler bir çözüm bulacaklar. Bulmalılar.”

Suskun Hanım yıllardır unuttuğu şakayı yapıverdi:

“-Yok yok! Kol kırılır yen içinde derler ya. Bu defa kol kesildi boydan boya, kan revan içinde. Kanım da yene değil de yerlere aktı! Elimi sürmem değil, süremem artık sevgili tozcuklarıma. Her tarafı kapladılar. Bahçe de perişan.”

Küçük bir kahkaha attı bu sözlere Başhekim. Ardından suskun hastasının kendisine verdiği hediye paketini açınca büyük bir hayranlıkla konuştu:

“-Aman Allah’ım! Ne güzel bir kravat böyle! Bu bir şaheser, asla, kat’a takılmaz, sergilenir ancak. Hanım hemen salondaki vitrine yerleştirecek, eminim.”

Suskun Hanım yıllar sonra ilk defa mutlu olmanın ne demek olduğunu hatırladı, gözleri doldu!

Yarım saat sonra ihtiyar adamın merkez binasına geldiler. Suskun Hanım büyük bir şaşkınlıkla etrafı seyretti. Çok modern, gösterişli binanın süslü cam kapılarından geçip tertemiz, çok düzenli koridorlarında yürüdüler. Herkes çok kibardı. Gülümseyerek konuşuyorlardı. Özellikle hanımlar çok güzel giyinmişlerdi ve çok zarif yürüyorlardı.

Asansörle beş kat çıktılar. Uzun koridoru geçip büyük ahşap kapının önünde durdular. Başhekim yavaşça kapıyı açtı. Büyük bir odaya girdiler. Koyu ceviz kaplı duvarlarda iki büyük tablo ile çerçeveli fotoğraflar misafirlere gülümsüyordu. Odaya açılan kısmen deri kaplı, iki kanatlı bir kapı daha vardı, biraz ilerisinde koyu cevizden yapılma hoş bir masa. Koltuklar, oymalı orta masa, hepsi birbirini pek güzel bir şekilde tamamlamıştı.

Masada oturan orta yaşlı, bakımlı hanım Başhekimi görünce gülümseyip ayağa kalktı:

“-Hoş geldiniz Doktor Bey, sizi görmek ne güzel. Beyefendi de sizi bekliyordu. Haber vereyim hemen.”

Telefonla haber verdikten sonra kapıyı açtı. İkisini ayakta karşılayan ihtiyar adamla başhekim sarıldılar birbirlerine:

“- Ağabey suskun hastamı getirdim, dedi şaka yapıp. Durumu çok iyi. Beklediğimizden daha iyi bir netice aldık.”

İhtiyar adam oturmalarını söyleyip onlara kahve teklif etti. Ardından Suskun Hanımın yüzüne dikkatle baktı. Hüzünle tekrar kızına nasıl benzediğini düşündü. Bir an iki yıl evvele gitti. Ama hemen kendini topladı ve gülümsemeye çalışıp hiç gizlemediği merakı ile sordu:

“-Seni iyi gördüm yavrum. Bir sıkıntı yok değil mi? Umarım ki durumun aileni çok zorlamamıştır.”

Boynunu büktü Suskun Hanım, zarif bir gülümseme geçti dudaklarından:

“-Alışacaklar Efendim, dedi. Yapacak bir şeyim yok. Çok yoruldum. Ama sayenizde hayata tutunmuşum. Siz olmasaydınız oracıkta kan kaybından ölebilirmişim.”

Gözleri buğulandı ihtiyar adamın. Yutkundu:

“-Allah vesile kıldı, bana denk düşürdü. Yüce Rabbime şükürler olsun. Böylece karşılaştık. Her şer gibi görünenden hayır doğarmış.”

Başhekim o hüzün havanın yine esmeye başladığını hissetti, hemen önlemek istedi:

“-Evet, böylece karşılaşmış olduk. Suskun hastam bana bir hediye getirdi, Ağabey görmelisiniz.!”

O sırada kahveler geldi. Görevli tepsideki kahveleri uzatırken Suskun Hanım odaya şöyle bir göz attı. Ne kadar sade, ağırbaşlı döşenmişti.  Hiç abartı yoktu. Her şey uyumlu, yerli yerindeydi. Çok beğendi. Ardından aklına gelen düşünce onu şaşırtıp telaşlandırdı: “Böyle zengin adamın kim bilir kaç kravatı vardır. Ya beğenmezse, eyvah! Bu hiç aklıma gelmemişti!”

Ardından “işi çoktur herhalde” diye düşündü. “Doktor Bey de beni kırmadı. Ama onun da hastaları, bekleyenleri vardır. Hemen hediyemi vereyim.”

Eski ama güzel elişi torbasından özenle süsleyip paketlediği kravatı heyecanla, elleri titreyerek uzattı. Kalbi deli gibi atmaya, sırtından terler süzülmeye başlamıştı.

Yavaşça süslü paketi açan ihtiyar adam hiç sesini çıkarmadan kravatı özenle masasının üstüne koydu, ayağa kalktı ve uzun bir süre inceledi.  Yüzünde hiçbir ifade değişikliği olmamıştı.

Sonra elini uzattı, kravatın üzerinde gezindirdi. Ardından Suskun Hanımın hiç beklemediği o soruyu sordu:

“- Bu pahalı şeyler antika değerinde artık. Evladım, çok para harcamış olmalısın. Bunu nereden satın aldın?”

Suskun Hanım utanarak cevap verdi:

“- Şey…Ben… Ben yaptım. Üniversitede okurken… Ödev olarak. Ebru da işleme de dikiş de benim.”

İhtiyar adam hayretle onun yüzüne baktı, şaşkınlıkla konuştu:

“-Muhteşem!  Böyle bir incelik… Hiçbir yerde görmedim. Çok teşekkür ederim. Ellerine kollarına, aklına sağlık evladım. Ama kıyıp nasıl takarım, bilemem.”

Suskun Hanım önce ne diyeceğini bilemedi. Sevinçle konuştu sonra:

“- Hayatımı kurtardınız, ne yapsam ödeyemem.”

Az sonra izin istedi başhekim. Tam kapıdan çıkacaklardı ki Suskun Hanım torbasındaki dosyayı hatırladı. Geri döndü, dosyayı çıkarıp ihtiyar adama uzattı:

“-Efendim, bitirme tezim. Kabul ederseniz bu da sizin.”

Dosyaya göz atan ihtiyar adam büyük bir hayretle sayfaları çevirmeye başladı. Çizimlere gelince şaşkınlığı daha da arttı. Hemen kapıda bekleyen Başhekime seslendi:

“-Üstadım, sizi biraz daha meşgul edeceğim. Lütfen. Buyurun.”

Suskun Hanımla Başhekim geri dönüp oturdular zarif koltuklara. Birbirlerine şaşkınlıkla baktılar.

İhtiyar adam hemen telefonla birine acele gelmesini söyledi. Gelen orta yaşlı, güzel giyimli bir adamdı. Büyük bir saygıyla masaya yanaştı.

İhtiyar adam ona Suskun Hanımın bitirme tezini uzattı:

“-Şu dosyaya bir bak bakalım, hemen fikrini söyle, dedi. Beklediğin bu mu?”

Adam uzanıp dosyayı aldı. İlk sayfada başlayan şaşkınlık giderek büyük bir hayranlığa dönüştü. Hemen sordu:

“-Kimden Efendim bu koleksiyon? Bu yıl için hazırlayacağımız modellerimize “Nostalji Rüzgârı” adını verelim diye kararlaştırmıştık. Bunların hepsi Harika, tam da beklediğimiz gibi. Kimse sanatkârı hemen görüşelim derim. Siz bilirsiniz ama çok profesyonel bir bakış.”

Şaşkınlıktan neredeyse serseme dönen, aklı karışan Suskun Hanımla Başhekimin şaşkın bakışları arasında ihtiyar adam ilk defa kahkaha attı:

“-Aramaya gerek yok, sanatkâr karşında, koltukta oturuyor. Bu yılın ayakkabı modelleri tamamdır o zaman. Dosyayı götür şimdi. Ben Hanımefendiyi ücret konusunda ikna ederim.”

“-Efendim, dedi adam heyecanla. Kadroya alınması daha uygun değil mi? Mâlumları üzere rakip firmalar…”

“-Hallederim, dedi ihtiyar adam. Hemen dosyayı götür, çalışmaya başlayın.”

Adam çıktıktan sonra Başhekim dayanamadı, önce o tebrik etti Suskun Hanımı:

“-Çok sevindim, hayırlı, uğurlu olsun.”

İhtiyar adam Suskun Hanımın yanına geldi, elini uzattı, gülümsedi:

“-Ne dersin?  Anlaşmamız tamam mı? El sıkışalım mı?”

Yılların verdiği yorgunlukla o ana kadar konuşmaları ve hızla gelişen durumu tam kavrayamayan Suskun Hanım ne ile karşılaştığını anlayınca birkaç saniye dondu kaldı. Sonra ayağa fırladı. Şaşkınlıkla ağzını açtı. Ama hiçbir şey söylemeden, söyleyemeden ellerini yüzüne kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

İhtiyar adam o an çok büyük bir üzüntü yaşadı. Karşısında ağlayan sanki kendi kızıydı. Uzandı, onu yavaşça kollarından tutup koltuğa oturttu, kendisi de yan koltuğa çöktü. Kahve tepsisindeki süslü peçetelerden birini kapıp onun eline tutuşturdu.

Başhekim üzüntüyle onlara bakınca yaşlı adamın sessizce akan göz yaşlarını gördü, sesini çıkarmadı.

Suskun Hanımın göz yaşı sağanağı yavaş yavaş azalırken adam da gözlerini silip yerine geçti, bekledi.

Dışarı çıkıp bir bardak su ile geri dönen Başhekim işi şakaya vurup havayı dağıtmak istedi:

“-İşten çıkarılanın ağladığını bilirim de iş teklif edilenin böyle hıçkırarak ağladığını ilk defa görüyorum, dedi suyu uzatarak. Haydi bakalım. Birkaç yudum iyi gelir. Benim suskun hastam, iyi misin?”

Süslü peçeteyle göz yaşlarını sildi Suskun Hanım. Heyecandan titreyerek gülümsemeye çalıştı. İçini çekip şaşkın şaşkın konuştu:

“-Affedersiniz, çok çok özür diliyorum. Ama… Ama ben… Her şeyi unutmuştum, bitirdiğim fakülteyi, sanatı, çizimi, ebruyu, resmi…Birdenbire taktir edilmek ve böylesine harika bir iş teklifi…Boş bulundum. Affedersiniz. Çok teşekkür ederim, çok. Ne diyeceğimi bilemiyorum.”

Başhekim kahkahalarla konuştu:

“-Evet de!”

Bir saat sonra İhtiyar adam onları uğurlarken bu defa o şaka yapıyordu:

“-Temizlik şirketinden gelecek elemanların parasını maaşından keserim, hiç acımam. Ev işi yok! Otur masana, yeni çizimleri en kısa zamanda görmek istiyorum.”

Ertesi gün kızı okula gittikten sonra temizlik şirketinin elemanları gelip evi de bahçeyi de pırıl pırıl etti. Bahçıvan ağaçları da çiçekleri de gözden geçirip yeni düzenlemeler yaptı. Hepsi bir hafta sonra tekrar geleceklerini söyleyip gittiler.

O gün akşama doğru cep telefonuna gelen mesajla havalara fırladı Suskun Hanım. İhtiyar adamın muhasebe servisi bankaya ilk maaşının ve dosya karşılığı paranın yattığını bildiriyor, ardından bankadan gelen mesaj muhasebeyi doğruluyordu. Bu kadar paraya düşüncelerinde bile yer vermeyen kadıncağız ağlayarak şükür namazı kıldı!

Eve gelen kızı şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Hemen annesine sırnaştı:

“-Anne! Bir ütücü tutarsın değil mi?”

“-Hayır, dedi Suskun Hanım. Haydi mutfağa. Kuru fasulye suda bir gece geçirdi. Onu pişireceğiz. Yanına tereyağlı, kekikli, zahterli, karabiberli misler gibi bulgur pilavı! Sonra, sonra da iki pantolonun var. Yemekten sonra iki dakikada ütülenecek.”

İki gün sonra maaş kartı elden teslim edildi banka kartıyla birlikte. Sevinçle göz yaşı döktü Suskun Hanım ve yine ağlayarak şükür namazı kıldı!

 Birkaç gün sonra da kocası geldi. Bahçeye adım atar atmaz düzeni görünce kendi kendine düşündü: “Nazlanması bitti, dayanamadı. Her tarafı temizledi. Bir tanedir benim hanımım. Kıyamaz benim paralarıma. Garibim, ne güzel yapmış her tarafı.”

Kapıyı kızı açtı. Hemen salona gittiler. Suskun Hanım telefonla konuşuyordu:

“-Evet, evet. Doğru adres. Yarın gelir değil mi? Malzemeleri dikkatli sarmanızı rica edeceğim. Özellikle fırçaları. Kâğıtların selüloz yüzdesi iyi. Bekliyorum.”

Etrafa bakındı adam, her taraf pırıl pırıldı. Salonun şekli de değişmişti. Çok farklı ve daha güzel görünüyordu. Ama eşi bu kadar eşyayı nasıl çekiştirip yerleştirmişti tek koluyla. Galiba tamamen iyileşmişti. Fedakârlığı çok hoşuna gitti. Demek ki artık eski düzen devam edecekti. İçin için sevindi. “Oh, çok şükür Allah’ıma” diye geçirdi içinden. “Neydi şu bir aydır süren curcuna? Nihayet, oh, nihayet her şey yerine oturdu.”

Yıllardır yapmadığı bir şeyi yaptı, gidip kendisine “hoş geldin” diyen hanımının omuzuna kolunu doladı, salladı onu. Teşekkür edip sevdiğini belli etti aklınca:

“-Benim aslan hatunum, hoş bulduk. Ne güzel olmuş ev. Hay ellerine sağlık. Bu kolla nasıl çektin koca kanepeyi, bir sürü eşyayı?”

 Suskun Hanımın beyninde ışıltılı terazi geziniverdi, babasının sözleri kulaklarında çınladı: ”Sakin sakin konuşmak gerek, kefeleri hep eşit tutmak gerek, dünyaya da  kendine de adil olmak gerek!”

 Kocasının burnuna bir fiske vurdu, güldü:

“-Ben yapmadım ki! Şirket geldi, her tarafı sildi, süpürdü. Aman ne uğraştılar ne uğraştılar. Ayna gibi yaptılar her yeri. Her hafta uğrayacaklar. A! Hayret ki ne hayret! Aşk olsun sana! Bu sakat kolla iş yapabileceğimi nasıl düşünürsün? Aklımı mı yedim ben?”

Adam dehşete kapıldı, hemen hesaplamaya çalışıp düşündü: “İki kat, çatı katı, etti üç!  Bodrum katı, etti dört! Bir de bahçe!  Her hafta da gelecekler! Kaç para tutar? Aman Allah, yandık biz”

, Şaşkın şaşkın bağırdı:

“-Ne! Hanım, delirdin mi sen?”

Küçük bir kahkaha daha attı Suskun Hanım:

“-Delirmedim! İşe girdim. Holdingin temizlik şirketinden geldiler.  Parası da maaşımdan kesildi.”

Kocasının hayret dolu bakışlarına aldırmadan, konuşmaya devam etti:

“-Haydi kutlamaya! Bu akşam yemeği dışarıda yiyeceğiz, ne isterseniz!  Hesaplar benden! Ama bu defalık! Lokanta kuşu değiliz herhalde!”

Suzan Çataloluk

Nilüfer-BURSA

Bitiş:15.04.2024

Saat::04.15

Son okuyuş: 28.04.2024

Saat: 04.25

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen