Halil ATILGAN
Halil SOYUER
O; Balıkesir’in Havran ilçesinde 1921 yılında dünyaya gelir. Adını Halil koyarlar. Daha anası Emine’yi emerken sevmeyi öğrenir. Dinlediği ninniler ise şiirle ilk tanışmasını sağlar.
Halil yaramaz ve de ellek bir çocuktur. O arsızlık yaptıkça anasının; “Sevgi selinde boğulasın” intizarına sevgi selinin ne olduğunu bilmediği hâlde keşke diyerek cevap verir. Bir gün anasına selin nasıl meydana geldiğini sorar. Kadıncağız bildiği kadarıyla: “Su buharlaşır. Sonra yağmur olup yere yağar. Yağmur suları derelere çaylara sonra da ırmaklara ulaşır. İşte sel budur. Önüne ne gelirse hırçın sular alır götürür onları taaa denize kadar” diye Halil’in sorusunu cevaplar.
Seli öğrenen Halil anasına;
-Peki sevgi seli nasıl olur?
Anası; “Onu ben bilmem büyüyünce kendin öğrenirsin” diye cevaplar.
Halil büyür, büyüdükçe de anasına sorduğu soruya cevap arar.
İlkokul yıllarında caddede bir kitap sergisine rastlar. Çeşitli kitaplar ulu orta serilmiş gelen geçen bakmaktadır. Kitaplar Halil’in de dikkatini çeker. Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Âşık Garip, Karacaoğlan, Ferhat ile Şirin ve Yunus’u ilk defa orada tanır. Kitapları şöyle bir gözden geçirdikten sonra yazılanların anasının söylediği ninnilerden farklı olduğunu görür.
Kitaplara bakan yaşlıca birisine Halil;
Emmi bunlar nedir?
Yaşlı adam;
–Yavrum onlar şiirdir.
Halil;
-Kim yazmış bunları? Nasıl yazmışlar?
Yaşlı adam;
–Sen daha çocuksun. Büyüyünce anlarsın. Şiir yazmak için sevmek gerek.
Halil;
Peki bunlar sevmiş mi?
Yaşlı adam;
–Elbette sevmiş… Şu gördüğün Karacaoğlan var ya, işte o bunların ustasıdır. Sevme konusunda onun sözüne kimse nokta konduramaz.
Halil;
Ya! Öyle mi? Peki Karacaoğlan ustada öbürleri değil mi?
Yaşlı adam;
Elbette öyle. Meselâ Yunus bir başka. Âşık Garip dersen öylesine. Hele Ferhat daha başka.
Halil;
Peki emmi Ferhat ne yapmış?
Yaşlı adam;
–Ne yapacak. Şirin’e kavuşmak için dağları delmiş.
Halil;
–Allah Allah! … Ferhat dağı Şirin için mi delmiş?
Yaşlı adam;
–Tabii ya.
Halil;
–Emmi adam tek başına mı dağı delmiş? Dağ delinir mi emmi?
Yaşlı adam;
–Oğlum seversen sen de dağı delersin. Amma velâkin sen daha çocuksun. Böyle şeylere aklın ermez.
Allah Allah ulan selâm verdik borçlu çıktık diyerek homurdana homurdana kitap sergisinden uzaklaşır.
Halil emmim emmim. “Hele Ferhat dağı nasıl delmiş” diye arkasından olanca gücüyle bağırsa da sorusu cevapsız kalır. Elleri cebinde umutsuz ve mahzun. “Adam nasıl olunur, nasıl sevilir acaba” diye düşünür… Derin bir iç çeker. “Ah bir büyesem. Ah bir büyüsem” diye söylene söylene sevmeyi ve adam olmayı zamana bırakarak düşer yollara. Kulaklarında ise yaşlı adamın “Seversen sen de dağı delersin” sözleri çınlamaktadır.
Az gider uz gider. Dere tepe düz gider. Derken lise yılları gelir çatar. Bu yıllarda sevgi selini meydana getirecek kavak yellerinin ilk işaretleri kendini göstermeye başlar. Herkes okuyup öğretmen olacağım, hâkim olacağım, subay olacağım derken, o sevgi doktoru olacağım diye tutturur. Ve bu konuda da oldukça iddialıdır. Baş koymuştur bu yola. Bu bir amaçtır, idealdir onun için.
Eriyen yıllar günbegün onu hedefine biraz daha yaklaştırır. Zaman dediğin nedir ki sağ olana. Su gibi akıp gider. Lise biter hayat başlar. Otuzlar kırk, kırklar elli olur. Gün döner güneş tutulur. O sevgi mektebinden mezun olur. Şiirler yazar, nesirler yayınlar. Şiirleri bestelenir.
Karakoç’un: “Aşk yolunun kanununu okudum” dediği hesap o da sevgi mektebinde sevgi yasalarını okur. Yasaların bentlerini satır satır ezber eder. Şiirinin inişini de çıkışını da sevgi üstüne kurar. Hastalarını sevgiyle iyileştirmeye çalışır. Reçetesine, Sevgi Çiçekleri, Sevgi Burcu, Sevgi Bende Hiç İzine Çıkmadı diye avazı çıktığı kadar bağırır. Cenap Şahabettin’in: “Hülyasız yürek petrolsüz lâmbaya benzer” sözü sanki onun için söylenmiştir. Yürek lâmbasının yağı sevgidir. Sevgi ekmek ve su gibidir. Yolunda ölüm bile kolaydır. Sevgi SEN’dir. Doymayana ganere denir. O da bir sevgi ganeresi olur çıkar. Bunu şu mısralarıyla ispatlar.
“Açar açmaz gözlerimi dünyaya
Uygun görmüş sana yazmış Hak beni
Yokuş ettin yollarımın hepsini
Yorulursan gel benimle çık beni
Ayaklarım tez alıştı çelmeye
Niyet yok mu bu tarafa gelmeye
Razı olmam uzağında ölmeye
Asarlarsa sen iplere çek beni”
Şiirlerinde başka konular işlese de ana tema sevgidir. Elbette şiirde gönül sevgiyi bütünleyen bir unsurdur. Birbirinden ayrılmaz. Amma on da bu kenetlenmiştir. Sevginin vatanı yüreğidir. Herkesin yüreği kendi sevgisinin vatanıdır ve bir sınırı vardır. Amma on da; sevgi vatanının sınırı yoktur.
Onun için:
“Yâr sevmeyi hoş görmeli yasalar
Herkes sevsin buna layık iseler
El yanında sana bir şey deseler
Ya ölürüm ya da aklım zay olur”
diyerek sevgiden dolayı gelecek belâların dahi yasalar tarafından af olunmasını arzu eder.
“Gözyaşımdan harcım yoksa yapında
Boynum kalsın sehpaların ipinde
Gün gelir de göremezsem kapında
Çık caddeye yolda ölmüş bul beni”
diyerek sevgi delisi olduğunu;
“Gençlik bir kuş misali uçtu ne fayda
Bir yıllık umudum bitti bir ayda
Bir de deli diye geçtiler kayda
Sicilliyim artık divanelikten”
diyerek de zır deli olduğunu kanıtlar ve de bu yaşta “zır deli” sıfatını kendine yakıştıranlar arasında birinci sırayı alır.
Saçına başına bakmadan yüreğine bir de sevgi termostatı taktırarak yürekte sevgi suyunun devir daimini sağlar. Yürekteki sevgi termostatıyla şu mısraları şaha kalkar.
“Sevgi ekmek gibi su gibi aziz
Gönlümdür yollarda hıçkıran iz iz
Şimdi dillerdeki efsane biziz
Çıktı Leyla Mecnun efsanelikten”
O şiirlerinde sevgiyi iplik iplik işler. Karacaoğlan’ın şiirine konu olmayan temalar onun mısralarıyla hayat bulur. Karacaoğlan yaşadığı yüzyıl itibariyle olanlarla yetinmiş, bir derginin özel sayısını bilmeden, görmeden bu dünyadan göçüp gitmiştir. Ama dergi özel sayılarında yazı yazan o, Özel Sayı başlığıyla şiir yazarak günümüzün modern Karacaoğlan’ı olduğunu:
“Gelirim demiştin Nisan sonunda
Dallarında sensiz kiraz kayısı
Nasıl anlatırım gelen Temmuza
Yollarında ağlayıp kalan Mayısı
Ben senden bir türlü çıkamıyorum
İçine düştüğüm sevda kuyusu
Bir tek satırını ele okutmam
Ey gönül dergimin özel sayısı”
dörtlükleriyle ispatlamış, geçmişle günümüzün birbirine bağlanmasını büyük bir ustalıkla yapmıştır.
“Tomurcuk memelerin verdi ağzıma
Yorgunsun sevdiğim em dedi bana”
diyen Karacaoğlan’ın duyguları on da:
“Yıllar yılı hoşgörüyle buluştuk
Aşk uğruna dert çekmeye alıştık
Yâr göğsünde gece derse çalıştık
Cilve göre göre naz göre göre”
diyerek daha da usturuplu bir ifadeyle dile gelmiştir. O:
“Benim şu beyazlık yağan kardaki
Yüreğimdir şu çatlayan nardaki
Karacaoğlan’nın Toroslar’daki
Türkmen kızlarında kalanı benim”
dörtlüğüyle dediğimizi doğrulayarak Karacaoğlan’ın Türkmen kızlarından, dağı delen Ferhat’ın yayla tozlarından, Kerem’in Aslı’sının gözlerinden, Leyla’nın Mecnun’undan, Yunus’un sevgisinden geride kalanlardan biri olduğunu açık yüreklilikle dile getirmiştir.
O: Üç harften oluşan SEV sözcüğüyle başlamıştı işe. Onun için her işin başı sevmekti. Sevmeyi, sevilmeyi, sevgi mektebinin yasalarını öğretmeye çalıştı yıllar yılı. Ömrünü bu uğurda harcadı. Boşuna denmemişti. “Tatlı dil yılanı dahi deliğinden çıkarır” diye. İşte o bunu çok iyi öğrendi ve de uyguladı. Sevmesini bilmeyenler onu anlayamadı. O hep kendi çabalarıyla sevgi mektebinin yasalarını anlatmaya çalıştı. Ne yazık ki: Koca devlet “Sevgiler paylaştıkça çoğalır” prensibinden hareketle bir sevgi mektebi kurup da müdürlüğüne bu sevgi delisi adamı getiremedi. Onun sevgisi onu tanıyanlarla, dostlar meclisindeki şiir sevenlerle yaşadı.
Ama yılmadı. Zira baş koymuştu bu yola. Talancılar vurguncular, caniler dahi yıldıramadı onu. Bir gün gelecek taş yürekli insanlar bile sevginin kıymetini bilecek diyordu. O umutla şöyle seslendi:
“Yunus’tan uzaklarda aşksız insanlar şehri
Ancak sevgi bal eyler kahırdaki her zehri
Zaman zaman kabartıp gözlerindeki nehri
Seller gönül bendini aşıyorsa sevgiden
Yönelme yokuşların yolların düzünde ol
Kaderle dokuduğun çilenin bezinde ol
Yunus’u Yunus yapan sevginin izinde ol
Yunus hiç ölmüyorsa yaşıyorsa sevgiden”
Yunus hiç ölmüyorsa onu yaşatan sevgi değil miydi? Bunu insanlar bilmiyorlar mıydı? İşte o bunun ıstırabıyla yaşadı. Ona göre ülkemizin insanları sevmesini bilmiyordu. Teşhisi ve tespiti buydu. Onun için insanlara sevmesini, SEV sözcüğünün sevda olduğunu, kavak yelinin de sevgi olduğunu defalarca söyledi. Saçlarını bu yolda ağarttı.
Aradan yıllar geçti. Halil yurt yuva sahibi oldu. Ama aklında “Sen küçüksün bunlara aklın ermez büyüyünce anlarsın” diyen adam vardı. Nihayet bir dost meclisinde yaşlı birine gözü takıldı. Birden dona kaldı. Adama baktı baktı baktı…”Bu adam o olmalı” diye düşündü. Yanılmamıştı. Gerçekten de Havran’da kitap sergisinde soru sorduğu yaşlı adamdı bu. Birden o günlerindeki konuşmalarını hatırladı. Adamın yamacına dikildi. Çocuksu bir eda ile. Emmi. Beni tanıdın mı? Adam heybetli bakışıyla uzun uzun Halil’i süzdükten sonra “Hıııı tanımaz olur muyum”. Tanıdım tabii. “Sen sevgi delisisin” dedi ve anlatmaya başladı:
“1960 yıllar Neşet Ertaş’ın çok popüler olduğu dönemlerdi. O dönemleri öyle debdebeliydi ki Neşet’in, koco çay bahçesini tek başına doldurur 3-4 bağlamayla sahneye çıkar, iki saat bağlama çalardı. Bir hayli taklit edenleri türemişti. Bağlamanın alt teline sırma tel takma da onunla yaygınlık kazanmıştı.
1969 yılında Adana’da Emirgan Çay bahçesine geldiğinde yer yerinden oynamıştı. Ben de o zamanlar bağlama çalıyor, Neşet’in tavır ve uslûbuna hayranlık duyuyordum. Kendisi davetlim oldu. Uzun uzun sohbet ettik. Bağlama çalma ve nota konusunda konuştuk. O ‘Nota benim yüreğimde kaynar’, kendi tabiriyle “büngülder, ” ‘Notayı bilmem amma eyi saz çalarım. Herkes saz çalar amma ben datlı çalarım’ diyordu. Gerçekten de Neşet Ertaş bağlamayı datlı çalar, türküleri de kendine has üslûbuyla tatlı okurdu. Onun bu özelliği halk müziğinde bir ekol olmasını sağlamıştı.
İşte sende öyle oldun. Herkes yazıyor amma sen tatlı yazıyorsun, üstelikte şiir doktoru olmuşsun. İhtisasın da sevgi üstüneymiş. “Sevgi Bende Hiç İzine Çıkmadı ile de deli olduğunu ispatlamışsın” der. Ak saçlarını sıvazlayarak” Sakın ola deli dediklerine gücenmeyesin oğul. Adamın iyisine deli atın iyisine doru derler.” Unutma…
O gerçekten sevgi delisiydi. O usta Şair Halil Soyuer’di. 1921 yılında Balıkesir’in Havran ilçesinde doğup büyüdü. Babası Baybur’tun Pulur bucağından Akkoyunlu sülalesinden Osman Soyuer, annesi Emine hanımdı. 1940 yılında Balıkesir Lisesindeyken şiir yazmaya başladı. Yetişmesinde Edebiyat öğretmenleri Mahir İz ile Cezmi Tahir Berktin’in çok büyük etkisi oldu. İlk şiiri Balıkesir Lisesinin yılsonu dergisi Alkım da yayımlandı.
1994 yılında Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığında memuriyete başlayan Soyuer, 1955 yılına kadar çalıştı. 1955’te görevinden istifa ederek gazeteciliğe başladı. Ankara’da yayımlanan gazetelerde muhabirlik, istihbarat şefliği, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı. 1982 yılında Adalet gazetesinin kadrosundan emekliye ayrıldı.
Şiirlerinin birçoğu, İngilizce, Fransızca ve Farsça’ya çevrildi. 1966–1969 yılları arasında Çaba adlı bir dergiyi 36 sayı çıkardı. 240 şiiri muhtelif makamlarda bestelendi. 19 kitabı yayımlandı. 1999 yılında İstanbul Şair ve Bestekârlar Derneğince yılın Şair Babası seçildi. Çeşitli dergi ve gazetelerde şiirleri yayımlanan Halil Soyuer Usta, bu ülkede sevgi üstüne doktora tezi yapmış olsa da sevgiyi öğretemeden 17 / 1 / 2004 tarihinde kara toprağa gelin oldu.
Onunla dosttuk. Sabah erken bir telefon çalarsa, arayan muhakkak Halil Soyuer’di. O gün çok güzel bir şiir yazmış, bana okumak için arıyordu. Onun aradığını bilir telefona ben bakardım. Hoş beşten sonra eşimi sorardı. Eşime “Gelin” diye hitap ederdi. Eğer ben çıkmışsam telefona “Gelin nasıl” der telefonda şiirini okumaya başlardı. Çok güçlü dizeleri tekrar oku dediğimde hiç üşenmeden yeter deyinceye kadar okur, bundan büyük bir zevk alırdı. Evet, o ustaydı. Şiir ustası, kafiye ustası, sevgi ustası.
Onu ben:
“Yokta noksan aranılmaz
Yasa budur var eksilir
Ne tükenir sırda insan
Ne insanda sır eksilir
Ölürsek bozulmaz denge
Halillerden bir eksilir”
dizeleriyle tanımıştım. Onu rahmetle minnetle yâd ediyor, yazımı: “Ölürsek bozulmaz denge / Halillerden bir eksilir” dizeleriyle noktalıyorum.