“Lâle”Ye Müştâk “Gül” Vezinli Aşkın Hâdimi
Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hoca Efendi (K.S.)
7 Ocak 2002 tarihinde
Âlem-i Cemâl’e vuslat için Hakk’a yürüyen;
Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı
Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hoca Efendi(k.s.)’yi
vefâtının 22. Sene-i devriyesinde
rahmet, hürmet, hasret ve Fâtihâlarla yâd ediyoruz.
Şeyh Edebalı’nın dediği gibi “İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğup akşam ezanında ölürler…” İnsanlar vardır, semânın dilinden ilham alarak konuşur ve yürekleri fethederler. Meskeni gönül bahçesi olan bu güzel insanlar, diri bir yürek kaldıkça unutulmazlar. Onlar; bulundukları yerlere maddî-mânevî nice güzellikler kazandırır, çevresindeki insanların gönül dünyasını nurlandırır, meskûn oldukları şehirlere rûhânîyet verir ve bulundukları bölgeleri şereflendirirler. Bu sebeple olsa gerek ecdâdımız; “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” demişlerdir.
Zamanı ve mekânı şereflendiren bu güzel insanlardan mânâ sultânı olanlar; gönülleri Mekke’nin Tevhid nûru ve Medîne’nin “Gül” kokusuyla mayalamış, yağmur misâli herkesin yüreğine rahmet olup yağmış, sevdâ ufuklarına mânevî bir güneş gibi doğmuş, irfan geleneğimizin semâvî aydınlığında kalplere irtifâ kazandırmış, “ilim, hâl ve irşât” ile ruhlarda çerağ uyandırmış; ülfet, muhabbet ve sohbet halkasına girenleri Rahmânî bir aşkla sonsuzluk âlemine kanatlandırmışlardır.
Bu gönül süvârîlerinden bâzılarının ismi bulunduğu şehirlerle öylesine özdeşleşmiştir ki, yaşadığı veya medfûn olduğu yere damgasını vurmuş yahut bu şehirler hatırlandığı ya da zikredildiği zaman, akla hemen o mübârek zâtların ismi gelmiştir. Eyüp Sultan’la nurlanan İstanbul, Yunus Emre’yle anılan Eskişehir / Mihalıççık / Sarıköy, Hacı Bayram’la hatırlanan Ankara, Emir Sultan’la mayalanan Bursa, Mevlânâ ile özdeşleşen Konya, Aziz Mahmûd Hüdâyî’yle ziynetlenen Üsküdar, Âhî Evrân ile şekillenen Kırşehir, Hacı Bektaş’la aynîleşen Nevşehir / Hacı Bektaş, İznik’le bütünleşen Eşrefoğlu Rûmî ve daha nice büyük zâtlar bulundukları yerleri ve yaşadıkları zamanı varlıklarıyla şereflendirmişlerdir.
İşte bu güzel insanlardan birisi de Fahr-i Kâinât Efendimiz(s.a.v.)’in her hâlini davranışlarına taşıyan, kalplere “Gül” yaprağıyla sevgi döşeyen ve Asr-ı Saâdet’ten günümüze gönderilmiş ‘bir nübüvvet mektubu’ olarak Yozgat’ın gönül dünyasına güneş olup ışıyan Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi(k.s.)’dir. Herkesin ortak kanaati odur ki; Şeyhzâde Ahmet Efendi (k.s.), “Altın Silsile” olarak tâbir edilen mürşîd-i kâmiller kuşağının son halkalarından birisi ve irfân geleneğimizin Yozgat’taki en mümeyyiz temsilcisidir. Ahmet Efendi Hazretleri; Cenâb-ı Allah’ın nusreti ve mürşîdi Dedikhasanlı Şâkir Efendi’nin himmetiyle; “nefsi tezkiye, kalbi tasfiye” diye târif edilen tasavvuf yolunda nice mânevî mertebeler kat etmiş ve ikmâl ettiği seyr-ü sülûk sâyesinde -bir kâmil zâtın tâbiriyle- “Yeryüzünde insanların imrendiği, gökyüzünde meleklerin gıpta ettiği” çok muallâ bir makâma yükselmiştir.
Tasavvuf; nefsin terbiye edilerek insan-ı kâmil olma istikametinde mesâfe katedilmesi esasına dayanan eğitim bilgisi ve metodunu hâvi; îman, irfan, aşk ve şevk ikliminde yaşanan derûnî bir kemâlâttır. Tasavvuf; Allah(c.c.)’a tam bir teslîmiyet içinde bulunulması, her an Allah(c.c.)’la birlikte olunması, insanı Allah(c.c.)’tan uzaklaştıran her şeyden âzâde kalınması, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün Sünnet-i Senîyyelerine titizlikle uyulması, kulun “hulûkin ‘azîm”i[1] örnek alarak ahlâklanması, Rızâ-i Bârî’ye erişmek için sâlih amel işlenmesi, zühd ve takvâda derinleşilmesi, vaktin Zikrullâh’a vakfedilmesi, kalbin maddîve mânevî kirlerden arındırılması, rûhun nurlandırılması prensiplerini “bire bir eğitim” temelinde gerçekleştiren İslâm’ın çok özel bir parantezidir. Tasavvuf; “kâl” ile değil “hâl” ile yaşanan, bâtınî âlemdeki mânevî yolculuk aşamalarıyla gerçekleşen, “Mutlak Hakîkat”e vuslat gâyesine mâtuf olan ve “Vahdet Makâmı”na ulaşmayı hedefleyen bir “ilm-i ledün”dür. Tasavvuf; sözle anlatılamayan ve anlaşılamayan, mürşit rahlesinde tedris edilen ve ancak yaşanarak öğrenilebilen “bir aşk iklimi” ya da daha açık bir ifâdeyle söyleyecek olursak; “İlâhî aşkla yaşanan bir hayat tarzı”dır. Bidâyette de ifâde ettiğimiz gibi bu kutlu yolun mümtaz temsilcilerinden birisi de Yozgat’ın mânevî mîmârı olan Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hoca Efendi(k.s.)’dir.
* * *
Yozgat’ı ziyârete gelenler, bu şehre adım attığı ilk andan îtibâren Şeyhzâde Ahmed Efendi’nin halk tarafından ne kadar çok sevildiğine ne büyük ölçüde tâzim edildiğine ve hürmet gösterildiğine her gittiği yerde şâhit olurlar. Gerçekten de hangi meşrebe, hangi mesleğe, hangi mizâca ve hangi kanaate sâhip olurlarsa olsunlar, yediden yetmişe bütün Yozgatlılar ve ondan feyz alanlar Efendi Hazretleri’ne karşı derin bir hürmet ve muhabbet beslerler. Ve hatta tasavvufla hiç alâkası olmayan, tarîkat kelimesine -bugün olduğu gibi dün de- soğuk bakan insanlar bile Şeyhzâde Ahmed Efendi’ye “özel bir saygı” gösterirler ve O’nunla alâkalı hep güzel şeyler söylerler.
Öyle ki, Yozgat ve ilçelerindeki dükkânların hemen hepsinin başköşesinde asılı duran, yüz çizgileri “Tevhid kaleminden bir satır” olan; sîmâsındaki nur, gözlerindeki mâsumiyet, duruşundaki asâlet, ötelere yaslanmış mütebessim bakışlarındaki derinlik ve letâfetle sizi gayrı ihtiyârî olarak etkileyen ve çehresinden yayılan mânevî ışıkla yüreğinize nüfûz eden bir resimle karşılaşırsınız. Bakışlarıyla insanın içini ısıtan, çehresinden “bir tatlı huzur” yayılan ve “göz değince Allah’ı hatırlatan” bu kişinin, “Efendi Hazretleri” diye hitap edilen bu mübârek zâtın; çok farklı ve sıra dışı bir insan olduğunu gördüğünüz anda hisseder, resmin altındaki “Seni Hiç Unutmayacağız!” ibâresini okurken bile kendinize çekidüzen verme ihtiyâcını duyarsınız. Zâten her Yozgatlının Şeyhzâde Ahmed Efendi’nin mânevî şahsiyetine çok büyük bir hürmet beslediğini hemen fark ettiğiniz gibi, O’nun resmiyle müşerref olan herkesin bu nur yüzlü insana çok özel bir tâzim gösterdiğini bizzat görür ve bu ruh hâlini siz de bizâtihi yaşarsınız.
Yozgat’a geldiğinizde, Şeyhzâde Ahmed Efendi’yi ziyâret etme bahtiyarlığına erişen herkesin ve her Yozgatlının, O’nunla ilgili; belki küçük, ama insanın içini ferahlatan ve ruh dünyasına tâç olan bir hâtırâsının olduğunu da müşâhade edersiniz. Câmideki cemaatten, sokaktaki vatandaşa kadar herkesin gönlünde O’nun yeri çok farklıdır ve Yozgat’ta kime sorarsanız sorun, “Şıhzâde” diye de vasfedilen Ahmet Şevki Ergin Hoca Efendi(k.s.)’ye dâir hep sıra dışı şeyler işitirsiniz. Pek çok kişiden Şeyhzâde Ahmed Efendi’nin; ziyâretine gelenlere gösterdiği saygı ve hürmetten dolayı elini öptürmekten imtinâ ettiğini, elini öpmek isteyenlere; “Yavrum, öpülecek eli bulsak da biz de öpsek!” diye mukâbelede bulunduğunu ve yanına gelen çocukların elini öperek; “Eli öpülecek olan işte bu günahsız sâbiler!” dediğini mükerreren işitir ve bu davranışın içinde yatan Peygamberî hâl ve tevâzuun hangi boyutlarda olduğunu ister istemez düşünürsünüz.
* * *
Şeyhzâde Ahmet Efendi’nin şahsiyeti, fazîleti, hizmetleri ve ahlâkî özellikleri hakkında bilgi sâhibi oldukça O’na karşı çok daha fazla muhabbet besler ve O’nun ne büyük bir Allah Dostu olduğunu daha iyi anlarsınız. Bu sebeple Efendi Hazretleri’ne bağlı olanlardan ve O’nu yakından tanıyanlardan, Şeyhzâde Ahmet Ergin Hoca Efendi(k.s.)’nin; insanlık ufkunda tulû eden İlâhî aşkın aydınlığını Bozok semâlarından dört bir yana yansıtan bir nur şelâlesi olduğunu defaâtle dinler, bütün Yozgatlılardan onun “Yozgat’ın Mânevî Sembolü” olduğu müşterek kanaatinin farklı ifâdelerle dile getirildiğini işitir ve halkın O’na duyduğu sevgi ve saygının ne denli büyük ve derin olduğuna da şâhit olursunuz.
Bu müşterek sevgi ve hürmetin bir muhabbet sağanağına dönüşerek Efendi Hazretleri’nin şahsında tezâhür etmesi elbette sebepsiz değildir. “Hâkîkat Aşkı”nın, aşkın bir şuur hâlinde yansıması en kâmil mânâsıyla O’nda temâyüz ettiği için insanımız Ahmet Efendi’yi gönül dünyasına tâc eylemiştir. Çünkü O; İslâm’ı aslî mânâsıyla idrâk etmiş, Ehl-i Sünnet çizgisinden hiçbir zaman ayrılmamış, davranışlarıyla her zaman ve her zeminde ‘Kâinatın Solmayan Gülü’nü örnek almış bir “Gül” Goncası’dır.
Ahmet Efendi Hazretleri’nin; “Gül”den yansıyan nûrânî güzelliklere mesken olmuş sîmâsını her nazar edişinizde yâdınıza Üstad’ın;
“O yüz, her hattı Tevhid kaleminden bir satır;
O yüz ki, göz değince Allah’ı hatırlatır…”[2]
dizeleri düşer, yüreğinizi tatlı bir huzûr kaplar ve rûhunuzda cennet-âsâ baharlar filizlenir.
Bazı insanlar vardır, uzaktan devâsâ görünürler, yaklaştıkça azametini kaybederler, küçülüp giderler. Ama bazı kişiler de vardır ki, tanıdıkça, yakınlaştıkça gitgide büyüdüğünü görür, tevazuun zirvesindeki heybetine şâhitlik edersiniz. İşte Şeyhzâde Ahmet Efendi de yaklaştıkça büyüyen, yakınlaştıkça farklı pek çok özelliğinin farkına varılan, tanıdıkça güzellikleri daha çok ortaya çıkan ve O’na karşı duyulan muhabbet duygusu ziyâdesiyle artan velî kullardandır. O; kemâl mertebesine erişmiş cümle büyük Allah Dostları gibi her cümlesinde kitaplık çapında hikmetler saklı olan ve konuşmalarıyla sohbetine iştirak edenleri alıp “Asr-ı Saâdet”e götüren bir gönül sultânıdır.
İşte bizim âcizâne olarak; ‘Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı’ diye vasfettiğimiz ‘Bu Güzel İnsan’ hakkındaki tespit ve düşüncelerimiz de şöyledir:
O; Rahmân ve Râhîm olan Allah(c.c.)’ın emrettiği istikamette Kur’ânî bir hayat yaşayan, Âlemlere Rahmet olan Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyyelerini hayatına taşıyan ve İki Cihan Güneşimiz’in “İz”inden gittiği için insanların gönül dünyasına güneş olup ışıyan müstesnâ bir mânâ sultanıydı.
O; diliyle kalbi arasında mesâfe bulunmayan muttakî bir mü’min olup; kerâmet faslını çoktan geçip, “Hakîkat”e ulaşan; ilmiyle, irfânıyla, samîmî tavrıyla, mütevâzı kişiliğiyle, güler yüzüyle velhâsıl kâmil şahsiyetiyle çevresindeki insanların gönlünde taht kuran, Nebevî vezinli yaşantısıyla dikenleri gül edip goncaya durduran, ömrünü irşât ve tebliğe adayan kâmil bir “Ehlullâh” idi.
O, 96 yıllık dünya hayatına onlarca asırlık bir ömür sığdıran, bulunduğu meclislere nûrânî güzellikler yağdıran, günah kiriyle kararan kalpleri irşat zemzemiyle yıkayıp Hak yoluna revân eyleyen, çöle dönmüş gönülleri İlâhî sevdânın rahmetiyle gülistana çeviren, zinhar dünyaya ve dünyalığa meyletmeyen, söyledikleriyle yaptıkları arasında en ufak bir tenâkuz bulunmayan örnek bir mutasavvıftı.
O; mânânın vârisleriyken maddenin köleliğinde körelen, maddeye mânâ penceresinden bakamadığı için ruh dünyası daralan, mânâsız maddenin girdâbında nefsin ipine sarılan ve böylece hayatın dış yüzünde yorulan insanımızın iç dünyasını îmar eden bir gönül mimârıydı.
O; düşünce kutuplarımıza îman ateşi taşıyarak yüreklerimizi tutuşturan, İslâm’ın rahmet ve hidâyetiyle gönüllerimizi buluşturan, kalplerimize “Gül” yüzlü güneşler bölüştüren, “Tasavvuf bir ilaçtır; kullanmasını bilmezsen berbâd olursun, bir de bilirsen âbâd olursun.” diyen ve Anadolu’nun bağrından fışkıran berrak bir tasavvuf pınarıydı.
O; muhabbet duygusunun Allah (c.c) aşkına yâni “Muhabbetullâh”a vâsıl olduğu zaman hedefine varacağını; ilmin, “Mârifetullâh” ufkuna ulaşmasıyla müspet mânâda bir anlam kazanacağını hikmet ve irfan dolu sözlerle ifâde eden; İslâm’ı aşkla yaşayan, “Din aşktır” hükmünce Mâverâ ikliminde aşkı yaşatan, İlâhî sevdâlarla gönülleri kuşatan, ilhâmını “Gül Devri”nden alan, İki Cihan Güneşi’nin ahlâkıyla ahlâklanan, inancını hayatın bütün safhalarına yansıtan ve “sırât-ı mustakim”den[3] aslâ ayrılmayan bir ahlâk kahramanıydı.
O, tadına doyulmaz sohbetlerinde; “ruh kökünden” uzaklaştırılan “Mâsum Anadolu’nun saf çocukları”nı[4]“Sonsuzluk Kervânı”yla[5] buluşturan ve milletimizin gönül fâtihleri olan “Velîler Ordusu”nun günümüzdeki muazzez temsilcilerinden birisiydi.
O; Kur’ân-ı Kerîm’deki “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların îmanlarını arttırır. Onlar sâdece Rablerine tevekkül ederler.”[6] Âyet-i Kerimesinde ifâde buyurulan mü’minlerdendi. Çünkü O; ne zaman Allah(c.c.)’tan söz edilse ya da Allah Resûlü(s.a.v.)’nün ismi geçse gayrı ihtiyâri olarak ürperen, sanki kalbi dışarı fırlayacakmış gibi titreyen bir Allah Dostuydu.
O, kalplere ve zihinlere “Nakşî” bir irfân ile semâvi sevdâlar nakşeden, zühd ve takvâya dayalı “Halvetî” bir hayatın bütün güzelliklerini her hâliyle gösteren, kudret sahibi olan Allah(c.c.)’ın esmâsını “Kâdirî” bir üslupla terennüm eden ve ‘Hakk’ın zikrini halkın dilinde ziyâdeleştiren’ mânevî dünyamızda ruh hamurkârmız olan velî kullardandı.
O; aklı, fikri ve gönlü; “Hakîkat-i Muhammedî”, “Sırr-ı Muhammedî” ve “Aşk-ı Muhammedî”nin nûruyla ışıyan, büyük-küçük bütün Sünnetlere sıkı sıkıya sarılan, nâfile ibâdetleri hiç bırakmayan, her hâliyle Allah Resûlü(s.a.v.)’nü hatırlatan ve Muhammedî bir hayat yaşayan büyük bir Peygamber âşığıydı.
O; Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in Sünnetlerini en ince teferruatına kadar kendi hayatında uygulayan; her sözü, her hâlî ve her davranışı mutlakâ bir Sünnet-i Seniyyeye istinât eden, Nebevî ahlâkın bütün güzelliklerini her hâliyle sergileyen,“tefekkür, şükür ve zikir” ikliminden ayrılmama husûsunda tâvizsiz bir hassâsiyet gösteren, evrâd-ı ezkâra ve Zikrullâh’a hiç ara vermeyen fâzıl bir insandı.
O; mezarı türbe yapan sırrın, tebliğden çok temsilde saklı olduğunu bilen, bu sebeple de tavır ve üslûbunu davranışlarıyla güzelleştiren bir tevâzû âbidesi olup; “Dîdârı Muhammed rûh-ı pâkinde ayândır.”[7] övgüsüne lâyık olan ve “Allah tarafından ne kadar sevildiğinizi öğrenmek istiyorsanız, Allah’ı ne kadar sevdiğinize bakın.” diyen tasavvuf ehlinin nûrânî bir halkasıydı.
O; sıra dışı bir insan olduğu halde, -mânevî zenginliğinin aksine- sıradan birisi gibi sâde ve mütevâzı bir hayat yaşardı. O; son derece zarif ve sâkin bir kişiliğe sahipti. O; ânî ve fevrî hareketlerden kaçınan ve “Yürürken mûtedil ol, konuşurken sesini alçalt”[8] Âyetini serlevhâ eden bir mürşîd-i kâmildi.
O; karşısındaki herkese -büyük-küçük demeden- insan olduğu için saygı gösterir, muhatabına yumuşak bir sesle hitap eder, konuştuğu insana doğru yönelerek söz söyler, kısa, öz ve mânîdâr konuşurdu. Konuşmak istediği her konu ile ilgili âyet ve hadisleri ezberden okur, konuşmalarına okuduğu bu âyet meâlleri ile başlar, sonra aynı konuda birkaç Hadis ilâve eder ve sözlerini güzel bir tavsiye, dilek ve duâ ile bitirirdi. Mütevâzı odasında ve o güzelim bahçesinin havuz başındaki doyumsuz sohbetlerinde gönülleri aşka getirir, soru sormak için gelen her insan kafasındaki suâlin cevabını bu konuşmalar sırasında bir şekilde alır ve ziyâretçiler “müşkülleri hâllolarak” huzûrdan ayrılırdı.
O; kendisine müracaat eden herkese imkân nispetinde yardımcı olmağa çalışır, kimseyi reddetmemeye gayret gösterirdi. O; herhangi bir konuda kendisiyle istişare etmeye gelenleri önce dinler; menfî cevap vermesi gereken kimselere bile, onları incitmemek için olumsuz cevabı doğrudan söylemez, bir kıssa, bir hikâye veya büyüklerin hayatlarından alınmış bir menkîbe anlatarak muhatabına mesaj verirdi.
O; kılık-kıyafetine çok dikkat eder, temiz giyinir, genelde ayakkabı dahil, açık renk veya beyaz giyinmeyi tercih eder, aheste yürür, yürürken önüne, ayaklarının basacağı yere doğru bakardı. “Koşmak insanın vakarını bozar!” derdi. Gerektiğinde hızlı yürür, ama telâş etmezdi. Hoşuna gitmeyen söz ve olaylarla karşılaştığında itidalle neticeyi bekler ve böyle durumlarda yanındakilere; “Ya kızmayacaksınız ya da kızdığınızı belli etmeyeceksiniz!”; “Kızmak yasaktır, öfkeyi yenmek esastır.” tavsiyesinde bulunur ve “Sabır demirden leblebi, yiyebilene aşk olsun!” demeyi de ihmâl etmezdi.
O; her hâlinden yansıyan nezâket, zarâfet, muhabbet, sükûnet ve samîmiyet sebebiyle çevresindekileri pozitif bir enerjiyle buluşturur; ışığın pervâneyi kendine çektiği gibi genç-ihtiyar onu tanıyan herkes için kuvvetli bir câzibe merkezi oluştururdu. O; herkes kendisinden bir parça bulduğu, kendisini çekim alanı içine alıp götürdüğü, ismi söylendiğinde herkesin güven duyduğu bir gönül süvârisiydi.
O; hayatın îmanla kemâl bulması için aklımıza aşkla abdest aldıran bir Hak âşığıydı; bu sebeple, başta “bağlıları” olmak üzere bütün bir Yozgat; birlik ve dirlik rûhunun ışığını ondan almış, maddeyle kavrulan kalpler onunla hayat bulmuş, noksanlarımız onun “el”iyle tamam olmuş ve yürekler onun nefesiyle “gönül” hâline gelmişti.
O; ince ruhlu, edebî zevkli, bir insan olup; şiiri, edebiyatı ve güzel sanatları seven bir kişiydi. İlk gençlik yıllarında hece ve aruz vezniyle deneme mâhiyetinde şiirler yazmış, şiirlerinde “Şevkî” mahlasını kullanmış, fakat daha sonra buna devam etmemiş, şiirlerinin yayılmasını da istememiştir. Ezberinde pek çok şiir ve vecîze mâhiyetinde manzûmeler bulunur ve onları konuşmaları esnâsında sırası geldikçe yumuşak bir ifâdeyle okuyarak sohbetlerini ziynetlendirirdi. O,konuşmalarında sık sık;
“Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.”[9]
. . .
“Âdemi bul, âdem ol, âlemde âdem gizlidir,
Etme tahkîr âdemi, âdemde âlem gizlidir.”[10]
. . .
“Tîz olma teemmül kıl,
Her hâle tahammül kıl,
Tedbîri bozar takdîr,
Allah’a tevekkül kıl.”[11]
. . .
“Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hüdâ’dan
Giy o tâcı emîn ol her belâdan.”
. . .
“Ne mâl iledir ne kâl iledir,
Beyim ululuk kemâl iledir.”
. . .
“Kâbiliyet dâd-ı Hakk’tır, her kula olmaz nasîb;
Sad-hezâr terbiye etsen bî-edeb olmaz edîb.”
. . .
“Gönülden ağlarsan, Rabbin; gözyaşını silmez mi hiç,
Tâ ciğerden âh edersen, matlûbunu vermez mi hiç.”
kıt’a, beyit ve kelâm-ı kibarlarını tekrar ederdi.
O; hiçbir sözün lisân-ı hâl kadar gerçekçi ve etkili olmadığını /olamayacağını yaşadığı hayatla herkese tasdik ettiren ve “Ya hayır söyle ya sus!”[12] hâdîsini hayatına âmir kılan bir “Sessiz Bilge”ydi. O; “Sükûtumuzu anlayamayan, sohbetimizden de bir şey anlamaz.” hükmünü sertaç eden mânevî rehberlerden olduğu için hiçbir zaman gereksiz ve faydasız konuşmaz, konuştuğunda ne eksik ne de fazla söz söylerdi. O; tebliğini yaşantısıyla, söylediklerini yaptıklarıyla konuşturur, sükûtun bütün lehçelerini bildiği için hâl diliyle konuşur ve İlâhî aşkı sâdece diline tespih etmeyip hayatıyla çekerdi.
O; konuşmasıyla da, susmasıyla da etrafındaki insanları etkiler, sohbet meclisinde bulunanlara devamlı olarak; “..çocukları ak saçlı ihtiyarlara döndürecek o günde..”[13] hesaptan yüz akıyla çıkabilmeyi ve “defterini sağ taraftan alan”lardan [14] olabilmek için “istikâmet üzre” yaşamayı öğütlerdi.
O; günahların nefislere çok hoş geldiği, insanın kendi ayıplarına karşı âmâ olduğu, güzelliklerin firâr, huzûrun terk-i diyâr ettiği fizikî coğrafyamıza; vahiy ikliminin Nebevî ölçülerini hâkim kılan hem başı dik dağın hem de boynu bükük menekşenin hâlet-i rûhiyesiyle aklımıza, irâdemize, duygularımıza, duruşumuza yön veren ve “Emrolunduğumuz gibi dosdoğru ol”[15]mamız gerektiğini öğütleyen, “en güzel örnek”[16] olan ve Kâinâtın Solmayan Gülü’nü her işimizde rehber edinmemiz gerektiğini söyleyen ismiyle müsemmâ “Ergin” bir Müslümandı..
O, ömür serencâmındaki yolunu ölümsüzlük çeşmesine uğrattığı için; “şiir gibi” bir hayatın, “su gibi” azîzliğin, “Gül gibi” ebedî bir rahmetin nûrânî güzelliklerini yudumlayan ve çevresindekilere ikrâm eden, “Aşkullâh”ı ve “Muhabbet-i Rasûlullâh”ı yüreklere ilmik ilmik işleyen, kalbinde Allah (c.c.) ve Resulullah (s.a.v.) aşkını gölgeleyecek hiçbir sevgiye yer vermeyen bir güzel insandı.
O; Rahmân’ın nefesinden bir parça olan sohbetleriyle çevresini aydınlatır, “Nasıl ki, direksiz bir çadır olmazsa, amelsiz bir îmanın da olamayacağını” hatırlatır ve dünyanın, ihtirasları kamçılayan görkemli hâline hiç tenezzül etmezdi. Yüreklerin madde ateşinde kavrularak mânâsını kaybettiği bir devirde, gönül ve fikir ikliminden nasîpdâr olanları mânâ meltemleriyle serinletir, küfrün katran siyahı gecelerine inat, sînelerde îman çiçekleri yeşertir, gönül bahçelerinden gonca güller dererdi.
O; âhireti unutup dünyaya demir atacağını zanneden insanlar bile, onun nûranî yüzünü görünce bir başka âlemin iklimine vâsıl olurdu. Yıllarca ot bitmeyen kıraç topraklar, onun “eli” değdiği zaman yemyeşil bir vâdiye dönerdi. Çünkü o, tevhidin tevekküle bakan yamaçlarında tefekkür çiçekleri deren, gizli tecellilerin esrarına eren, sevdâsıyla gönülleri serinleten ve yeni bir diriliş yolunu gösteren müstesnâ bir insandı.
O; İslâm’ın tahrif edilmeye çalışıldığı bir zaman diliminde; Müslüman’a şuur, gönüllere nûr, kalplere sürûr ve herkese huzur veren örnek bir mürşitti. O; İslâm’ın mü’minlere bahşettiği izzet duygusunu ve ümmet olma şuurunu, “Müslümanlık en büyük nîmet ve şereftir” sözleriyle dile getirirdi.
O, takvâ sâhibi olmadaki tâkatsizliğimizi irşâdıyla güçlendiren, nefis terbiyesinin her şeyin başı olduğunu öğreten, millî, İslâmî ve insânî hasletlerimizi, medeniyet tasavvurumuzu, kültür kodlarımızı, tarih şuûrumuzu mübârek ecdâdımız Osmanlılardan almamız gerektiğini çok güzel bir üslûpla anlatan ve “Tarihini bilmeyen yönünü tâyin edemez.”ölçüsünü konuşmalarıyla tebellür ettiren gerçek bir muallimdi.
O; kavlen ve fiilen siyâsettten uzak durur, fakat vatan, bayrak ve millet sevgisinin önemini her zaman sohbetlerinde dile getirir ve kendimize âit mukaddes rüyâlar görmemiz gerektiğini ifâde ederdi. O; bin yıldan beri İslâmiyet’in sancaktarı olan bu azîz millete ve Sahâbe-i Kiramdan sonra Dîn-i Mübîn-i İslâm’a çok büyük hizmetler yapmış olan mübârek ecdâdımıza duyduğu engin muhabbeti de devamlı izhâr ederdi.
O; İ’lâ-yı Kelimetullah aşkıyla canını ve kanını sebîl eden, tarihte inşâ ettiğimiz muhteşem medeniyetimizin yeniden ihyâsının bir mecbûriyet olduğunu söyleyen ve Müslüman Türk milletine mensup olmakla iftihar eden Hilâl bakışlı bir Osmanlı çelebisiydi. O’nun sohbetinden feyz alanlar, O’nda mevcut olan birçok üstün vasfın yanında; tarih kültürünün, tarih şuurunun ve ecdat sevgisinin ne kadar büyük ve derin olduğunu bizâtihî görür; onlarla ilgili müthiş tespitler dinler, tarihimize ve tarihî kahramanlarımıza ne kadar önem verdiğine de sık sık şâhit olurlardı. O’nun İslâm büyüklerine karşı derin bir hürmeti ve Osmanlı sultanlarına karşı çok özel bir muhabbeti vardı. Osmanlı’nın hiçbir İslâm devletine nasip olmayan altı asırlık ihtişamını; “Hâdim-ül Kur’ân” olmasıyla, Peygamber sevgisini her açıdan -itaât, hürmet ve hizmet yönüyle- bayraklaştırmasıyla, İ’lâ-yı Kelimetullah için gönül fethine çıkmasıyla ve “ardında çil çil kubbeler”[17]bırakmasıyla açıklardı. 400 çadırlık bir aşiretten cihana hükmeden bir devlet kuran Osmanlı’ya hürmet ve muhabbetin milletimiz için bir mükellefiyet olduğunu söylerdi. Odasında Devlet-i Âliyye’nin ulaştığı sınırları gösteren büyük bir Osmanlı haritası vardı. Bu harita üzerinde yazılı olan, “Sen istersen tekrarı hayâl değildir.” ibâresi, onun tarih şuurunu, millî mefkûresini ve büyük özlemini âşikâr bir biçimde ortaya koyuyordu. Ve eliyle Osmanlı Cihan Devleti’nin 24 milyon kilometre karelik hakimiyet coğrafyasını işâret ederek; “Ecdadımız üç kıt’aya yayılan bu toprakları uçakla değil, araçla değil, at sırtında fethetti” sözünü dilinden hiç düşürmezdi. O; Muhabbetullah ve Muhabbet-i Rasûlullah ile yetişen Osmanlı sultanlarının tarihe altın harflerle yazdığı şeref levhalarından bahseder, tarihî mefâhirimizi zihinlere nakşeder ve Türk milletinin, mübârek ecdâdı Osmanlı gibi İslâm’ın bayraktarlığını yaparak yeniden cihâna adâletle hükmetmesi için duâ ederdi.
O, tadına doyulmayan muhteşem bir rüyânın son cümlesiydi. Osmanlı’dan arta kalan son yâdigârdı. O, bu toprağın nûruydu. O, insanımızın gururuydu. O, kerâmeti zâhir bir mânâ sultanıydı. O, her hâliyle “kalb-i selîm”in[18]tercümanıydı. O, ilim ve ahlâk âbidesiydi. O, gönül tahtımızın sâhibiydi. O, “Kevser akan, ‘Gül’ kokan”[19] gönüllerin gülüydü. O, Yozgat’ın mânevî sembolüydü…
Hülâsâ, Efenedi Hazretleri’nin irfan bahçesindeki hikmet yüklü sohbetlerinden feyz alanlar; insan olmanın, İslâm’ı yaşamanın ve Müslüman Türk olmanın ne demek olduğunu yıllar yılı hep onun rahlesinde tedris ve tâlim etmişlerdi.
O; “Lâle”ye müştâk bir aşkla aydınlanmış nûrânî bir yüzün sâhibiydi.
O, “Yaratılana Yaradan’dan ötürü”[20] sevgiyle bakan bir gözün sâhibiydi.
O, Mâverâdan esen meltemlerle gönlünü âbâd eyleyen ulvî bir özün sâhibiydi.
O, Kıble yürekli, Sünnet ahenkli, tasavvuf mihenkli pek çok sözün sâhibiydi.
O, gönül dünyamızı “Allah’ın boyasıyla”[21] telvîn eden Nebevî bir izin sâhibiydi.
O, cümlesinin her hecesinde “Gül” kafiyesi bulunan bir vezin sâhibiydi.
O, “Ben”likteki nefse bendelik etmeyen, birlik şuurundaki “Biz”in sâhibiydi.
O, Türk milletinin İslâm’a yaptığı hizmetlerle müftehir olan bir hazzın sâhibiydi.
O, insanlığın felâhı için yeni bir Hilâl doğmasını hayâl eden duâ ve niyâzın sâhibiydi.
Hâsıl-ı kelâm O; Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hoca Efendi(k.s.)’ydi
Şeyhzâde Ahmet Efendi, Dede Korkut’un;
“Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya”
diye târif ettiği bu fâni dünyaya 7 Ocak 2002 Pazartesi Günü saat 10.15’te elvedâ dedi ve müjdeli şafaklarla buluşmak için gurûb etti. Ahmet Efendi Hazretleri, 96 yıllık bu dünya hayatını tamamlayarak aramızdan zâhirî olarak ayrıldı ve her zaman beraber olduğuna inandığımız rahmet-i Rahmân’a kavuşmak için Âlem-i Cemâl’e yürüdü. Hayatını, Hakk’a kulluğa, halka hizmete ve insanları irşâda adayan mümtaz bir gönül sultanı olan Ahmet Efendi Hazretleri’nin rûhu şâd, kabri nur, mekânı Cennet, makâmı âli olsun. Yüce Rabbimiz, O’nu Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’e, bizleri de O’na komşu eylesin inşaAllah…
Ve bütün sözlerin nihâyeti, Kur’ân-ı Kerîm’in bidâyeti olduğu için, sözün bittiği yerde İlâhî Kelâm başlar:
“Küllü nefsin zâigatü’l-mevti sümme ileynâ turce’ûn.” [22]
“İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn..”[23]
El Fâtiha…
Dipnotlar
[1] Kalem, 68/4; “En yüce ahlâk”
[2] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Müslüman Yüzü, 92
[3] Fâtiha, 1/5; * “Apaçık, dosdoğru ve hak yol”
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sonsuzluk Kervanı, 63
[6] Enfâl, 8/2
[7] Kemal Edip Kürkçüoğlu
[8] Lokman, 31/19
[9] Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Tefviznâme
[10] Yozgatlı Mehmet Sâid Fennî Efendi
[11] Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemâl
[12] Hakîm, Müstedrek, IV, 286
[13] Müzemmil, 73/17
[14] Enfâl, 8/39; Beled, 90/18
[15] Hûd, 11/112
[16] Ahzâb, 33/21
[17] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 397
[18] Şuarâ, 26/89
[19] Nurullah Genç, Rüveyda, Rüveyda, 65
[20] Yunus Emre
[21] Bakara, 2/138
[22] Ankebut, 29/57; * “Her nefis ölümü tadacak ve sonra bize döndürüleceksiniz.”
[23] Bakara, 2/156 “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz”