Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hocaefendi

kirmizilar.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kıble Yürekli, “Gül” Gönüllü, Hilâl Bakışlı Bir Güzel İnsan Tanımıştım

 

Şeyh Edebalı’nın dediği gibi İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezânında ölürler.” Kendilerine tahsis edilen ömrü tamamladıktan sonra, bu fânî dünyadan göç edip, bâkî âleme vâsıl olurlar. Bu insanların büyük çoğunluğu; hayata, mâneviyâta, edebiyata, sanata, ilme, irfâna ve zamana dâir önemli izler bırak/a/madıkları için, geceye misafir olan akşamla birlikte unutulup giderler. İnsanlar vardır, semânın dilinden ilhâm alarak konuşur ve yürekleri fethederler. Meskeni, gönül bahçesi olan bu insanlar, diri bir yürek kaldıkça unutulmazlar. Bu insanlar; yaptıkları, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla toplumun hâfızasında derin izler bırakır; geceye karışıp gitmez, nisyâna terk edilmez, geceleri yırtan müjdeli bir şafak gibi hayâtiyetlerini devam ettirirler… 

Bu unutulmaz insanlardan birisi olan, yürekleri “Gül” kokularıyla dolduran, “Yozgat’ın Mânevî Sembolü” olarak gönüllerde taht kuran; Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı O Güzel İnsan da nesiller boyu hep hatırlanacak, rahmet ve tâzimle yâd edilecektir. Çünkü O, insanlık ufkunda tulû eden İlâhî aşkın aydınlığını Bozok semâlarından Anadolu’nun dört bir yanına yansıtan bir nur şelâlesiydi. Çünkü O; Kur’ân’ın emrettiği istikâmette bir hayat yaşayan, Fahr-i Kâinât Efendimiz(s.a.v.)’in her hâlini davranışlarına taşıyan, kalplere “Gül” yaprağıyla sevgi döşeyen ve Yozgat’ın gönül dünyasına güneş olup ışıyan bir mânâ sultanıydı. O; “En Sevgili”nin “Ahmed” ismini alan, “Şevk-i cihan” diye anılan, “Ergin” bir Müslüman ve bir güzel insandı.

Bir güzel insan tanımıştım;

O; 96 yıllık dünya hayatına onlarca asırlık bir ömür sığdıran, bulunduğu meclislere nûrânî güzellikler yağdıran, günah kiriyle kararan kalpleri irşat zemzemiyle yıkayıp Hak yoluna revân eyleyen, çöle dönmüş gönülleri İlâhî sevdânın rahmetiyle gülistan eyleyen müstesnâ bir mutasavvıftı. 

O; Allah (c.c.) ve Rasûlullah(s.a.v.)’a âşık, her hâli sünnete murâfık, dili kalbine sâdık, kalbi diliyle mutabık, kapısı herkese açık, yürekteki paslı kilitleri açmaya muvâfık, “Dîdârı Muhammed rûh-ı pâkinde ayândır”[1] övgüsüne lâyık bir gönül süvârisiydi. 

O; İslâm’ı aşkla yaşayan, “Din aşktır” fehvâsınca Mârifetullâh ve Muhabbetullâh ikliminde aşkı yaşatan, İlâhî sevdâlarla gönülleri kuşatan bir Hak aşığıydı.

Bir güzel insan tanımıştım;

O; kalbindeki îmanın ışığı çehresine yansıyan, gözlerine Mâverâ’nın parıltıları vuran, gözbebeklerindeki ışıltılardan nurânî güzellikler yayılan ve yanında olmaktan tatlı bir huzur duyulan “Gül” yüzlü bir Allah (c.c.) dostuydu. 

O; tavır ve davranışlarındaki nezâket, zarâfet, muhabbet, sükûnet ve samîmiyet sebebiyle çevresindekileri pozitif bir enerjiyle buluşturur; ışığın pervâneyi kendine çektiği gibi genç ihtiyar O’nu tanıyan herkes için kuvvetli bir câzibe merkezi oluştururdu.

O, konuşmasıyla da, susmasıyla da etrafındaki insanları etkilerdi. Sohbet meclisinde bulunanlara, “..çocukları ak saçlı ihtiyarlara döndürecek o günde..[2] hesaptan yüz akıyla çıkabilmek ve “defterini sağ taraftan alanlardan[3] olabilmek için “istikâmet üzre[4] yaşamayı öğütlerdi. O’nun irşâdıyla zihinlerdeki fırtınalar durulur, tevcih edilen sorular en güzel cevabını bulur ve sohbetlerinden herkes nasîbince feyz alırdı.    

Bir güzel insan tanımıştım;

O; mânânın vârisleriyken maddenin köleliğinde körelen, maddeye mânâ penceresinden bakamadığı için ruh dünyası daralan, mânâsız maddenin girdâbında nefsin ipine sarılan ve böylece hayatın dış yüzünde yorulan insanımızın iç dünyasını îmar eden bir gönül mimârıydı. 

O; sâde ve örnek bir hayat sürerdi. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ahlâkını, hayatıyla tebliğ ederdi. O, “el”inden tutanları; îman, amel ve ihlâs dairesinde buluşturur, geceye dönmüş yüreklere mânevî bir ışık oluşturur ve bir metafizik ürpertiyle gönülleri coştururdu. 

O, İslâm’ın eşsiz güzelliklerini şahsında tebellür ettiren, hafv ve recâ[5] (korku ve umut) ikliminden ayrılmayarak kulluğunu tekemmül ettiren, sünnet merkezli her davranışıyla Allah Resûlü(s.a.v.)’nü tahayyül ettiren bir îman burcuydu.

Bir güzel insan tanımıştım;

O; ilmiyle, hilmiyle, irfânıyla, irşâdıyla, samîmi tavrıyla, mütevâzı kişiliğiyle, güler yüzüyle velhâsıl kâmil şahsiyetiyle gönüllerde taht kuran, Nebevî vezinli yaşantısı, ahde vefâsı, kadirşinaslığı, âlîcenaplığı, zühd ve takvâsıyla numûne-i imtisâl olarak karşımızda duran, dikenleri gül edip goncaya durduran Yesevî erenlerinden mümtaz bir mürşitti. O; düşünce kutuplarımıza îman ateşi taşıyarak yüreklerimizi tutuşturan, kalplerimize “Gül” yüzlü güneşler bölüştüren, İslâm’ın ferâhfezâ ikliminde gönülleri buluşturan ve Anadolu’nun bağrından fışkıran berrak bir tasavvuf pınarıydı.   

Bir güzel insan tanımıştım;

O, İslâm’ın özünü anlayan ve anlatan; İslâm’ın topyekûn bir hayat nizâmı olarak kabul edilmesi gerektiğini kavrayan ve kavratan; yaratılış gâyesini idrâk edemeyen hiçbir idrâkin, idrâksizliğin ötesine geçemeyeceğini bilen ve bildiren; “dînî bir hayatın ve hayatlı bir dînin” ifrat ve tefrîte kapalı, vasat ve îtidâle açık olması gerektiğini zihinlere nakşeden bir “Sessiz Bilge”ydi. O; Müslümanların ruh ve akıl irtifâlarını yükselterek “akl-ı selîm-kalb-i selîm-zevk-i selîm” dâiresinde yaşamasının bir mecbûriyet olduğunu belirten neslimizin ruh hamurkârıydı.            

Bir güzel insan tanımıştım;

O; “akleden kalbe”[6] hayatiyet kazandıran, îman eden aklı yüreklendiren, nefsimizi nedâmet sırrına erdiren, dünyevî tutkulara İlâhî aşkın güzelliklerini bildiren ve hayâtın “Hakikat”le kemâle ermesi için aklımıza aşkla abdest aldıran kâmil bir insandı. 

O; Allah (c.c.) rızası için fânî olan her şeyden vazgeçen, Bekâ Âlemi’nde gülmek için “Gül” Pınarı’ndan âb-ı hayat içen, İslâm’ı aşk ikliminde aşkın bir biçimde yaşamak için tasavvuf deryasına yelken açan, insanlara îmanla dirileceği bir hayatı “hâl” diliyle anlatmak için, “alâ hulukin azîm[7] (yüce bir ahlâk üzere) olan Efendiler Efendisi’ni her konuda örnek alan güzîde bir muallimdi. 

O; günahların nefislere çok hoş geldiği, insanın kendi ayıplarına karşı âmâ olduğu, güzelliklerin firâr, huzurun terk-i diyâr ettiği fizikî coğrafyamıza; vahiy ikliminin Nebevî ölçülerini hâkim kılan, hem başı dik dağın, hem de boynu bükük menekşenin hâlet-i ruhiyesiyle aklımıza, irâdemize, duygularımıza ve duruşumuza yön veren Kıble yürekli bir mürebbîydi. 

Bir güzel insan tanımıştım;

O, İslâm’ı Sünnet ölçülerine göre yaşama hususunda en ufak bir ayrıntıyı dahi ihmâl etmez; Sünneti ihyâ etmenin, Kur’ânî bir hayat inşâ etmek olduğunu sık sık vurgulardı. O’na göre, İslâm’ın hayata uygulanış biçimi olan Sünnet, bir anlamda Kur’ânî hükümlerin “ete-kemiğe bürünmüş” şekliydi. 

O; “Gül”e duyulan muhabbet ve itaâti, “Lâle”ye müştâk ve müteveccih bir hayatın vazgeçilmez ölçüsü olarak görürdü. 

O; Hakk’ın lûtfettiği nîmetleri hakkıyla idrak ettiği için, “Ne kadar şükretsek azdır” sözünü sıradan bir “kâl” olmaktan çıkarıp, en kâmil mânâsıyla “hâl”e dönüştüren ilmiyle âmil bir mübelliğdi. Çünkü O, sayısız nimetlere karşı sayılı şükrün büyük bir eksiklik olduğunu çok iyi bilir ve hep hamdetmeyi, şükretmeyi, zikretmeyi tâlim eder ve ettirirdi. 

O, “Rezzâk”, “Vehhâb”, “Lâtîf” ve “Kerîm” olan Yüce Rabbimizin bizlere lûtfettiği sonsuz nîmetleri anlatır ve kulun her an şükrân-ı nîmet olması gerektiğini defaâtle tekrar ederdi.

Bir güzel insan tanımıştım;

O; dünyanın, ihtirasları kamçılayan görkemli hâline hiç tenezzül etmezdi. Yüreklerin madde ateşinde kavrularak mânâsını kaybettiği bir devirde, gönül ve fikir ikliminden nasipdâr olanları mânâ meltemleriyle serinletir, küfrün katran siyahı gecelerine inat, sinelerde îman çiçekleri yeşertir, gönül bahçelerinden gonca güller dererdi. 

O, bizleri gaflet girdâbından kurtarıp îmanın emîn sâhiline kavuşturur, “Tebessüm sadakadır”[8] diyen mütebessim bakışlarıyla hayâtımızı Muhammedî sevdâlarla buluşturur, tebliğini yaşantısıyla, söylediklerini yaptıklarıyla konuşturur, sükûtun bütün lehçelerini bildiği için lisân-ı hâl ile konuşur, kalbinin nabzını lîsânına döker, İlâhî aşkı sadece diline tespih etmeyip hayatıyla çekerdi.

Bir güzel insan tanımıştım;

O; kendimize âit mukaddes rüyâlar görmemiz için mânevî dünyamızı aydınlatan, Emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker”[9] (İyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek) için ömür boyu durup dinlenmeden çalışan, tevâzuun zirvelerinde dolaşan, gökkubbede unutulmaz hâtıralar ve “hoş sadâ”lar bırakan “Gökteki yıldızlar”ın[10] varisiydi. 

Bir güzel insan tanımıştım;

O, dünya hayatına âhiret zâviyesinden bakardı. Ölüm sonrasına göre ömrümüzü tanzîm etmemizin ehemmiyetini zihinlerimize nakşederdi. 

O, âhiret günü yanmadan ateşi geçmenin, ebedî saâdet iklimine erişmenin yegâne yolunun; Kur’ân ve Sünnet çizgisine tâbî olmaktan geçtiğini devamlı vurgulardı.

O, Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamız”,[11] sünnet üzre bir hayat yaşamamız, âhiretteki büyük hesâba göre kendimizi hazırlamamız gerektiğini anlatırdı. Rahmân’ın nefesinden bir parça olan sohbetleriyle çevresini aydınlatır, “Nasıl ki, direksiz bir çadır olmazsa, amelsiz bir îmanın da olamayacağını” hatırlatırdı. 

O; takvâ sâhibi olmadaki tâkatsizliğimizi irşâdıyla güçlendirir, nefis terbiyesinin kemâlat için ne kadar önemli olduğuna mütemâdiyen dikkat çekerdi. 

O; millî, İslâmî ve insânî hasletlerimizi, medeniyet tasavvurumuzu, irfan geleneğimizi ve tarih şuurumuzu; önce kendisine, sonra da âleme nîzam vererek dünyaya hükmeden mübârek ecdâdımızdan almamız gerektiğini çok güzel bir üslûpla ifâde ederdi.

Bir güzel insan tanımıştım;                                                                                                  O, İslâm’ın mü’minlere bahşettiği izzet duygusunu ve ümmet olma şuurunu, “Müslümanlık en büyük nîmet ve şereftir” sözleriyle dile getirirdi. 

O; İ’lâ-yı Kelimetullah aşkıyla canını ve kanını sebîl eden, tarihte inşâ ettiğimiz muhteşem medeniyetimizin yeniden ihyâsının bir mecbûriyet olduğunu söyleyen ve Müslüman Türk milletine mensup olmakla iftihar eden Hilâl bakışlı bir Osmanlı çelebisiydi. 

Bir güzel insan tanımıştım;    

O, tadına doyulmaz sohbetlerinde; “ruh kökünden” uzaklaştırılan “Mâsum Anadolu’nun saf çocukları”[12]“Sonsuzluk Kervânı”yla[13] buluşturan, insanımızın rûhunda bir nübüvvet mektubu olarak duyulan ve milletimizin gönül fâtihleri olan “Velîler Ordusu”nun günümüzdeki son temsilcilerinden birisiydi.  O, şâirin;

“O yüz, her hattı tevhid kaleminden bir satır;

O yüz ki, göz değince Allah’ı hatırlatır…”[14]

 

mısralarıyla ifâde ettiği “Müslüman Yüzü”nün günümüzdeki numûne-i imtisâliydi.  

O; gönlünü Hakk’a bağlamış, her işine Allah(c.c.)’ı vekîl eylemiş, Ehl-i Sünnet çizgisinden hiçbir zaman ayrılmamış, “üsve-i hasene”[15] (en güzel örnek olan  Kâinatın Solmayan Gülü’nü herdem örnek almış, “Yeşil yaprak arsında kırmızı gül goncası”[16] olmuş, ismiyle müsemmâ bir Müslümandı.  

Bir güzel insan tanımıştım;    

O, vahyin ışığıyla aydınlanmış nûrânî bir yüzün sâhibiydi.

            O, “Yaratılana Yaradan’dan ötürü”[17] sevgiyle bakan bir gözün sâhibiydi.

            O, Mâveradan esen meltemlerle gönlünü dolduran ulvî bir özün sâhibiydi.

            O, Kıble yürekli, sünnet ahenkli, tasavvuf mihenkli pek çok sözün sâhibiydi.

            O, gönül dünyamızı “Sıbgatullâh”[18] (Allah’ın boyasıyla) telvîn eden Nebevî bir izin sâhibiydi.

            O, cümlesinin her hecesinde “Gül” kâfiyesi bulunan bir vezin sâhibiydi.

            O, “Ben”likteki nefse bendelik etmeyen “Biz”in sâhibiydi.

            O, Türk milletinin İslâm’a yaptığı hizmetlerle müftehir olan bir hazzın sâhibiydi.

O, insanlığın felâhı için yeni bir Hilâl doğmasını hayâl eden duâ ve niyazın sâhibiydi.

O, Kıble yürekli, “Gül” gönülllü, Hilâl bakışlı bir îman âbidesiydi.

Hâsıl-ı kelâm O;  Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hocaefendi’ydi.

                                     * * *

O’nun adını ve mübârek bir zât olduğunu daha Yozgat’a tayinim çıkmadan çok önce duymuş ve ilk defa 1982 yılında tanıma bahtiyarlığına ermiştim. Meslekî bir toplantı için Yozgat Sağlık Müdürlüğü’ne gelmiş ve bu vesileyle de ikindi namazını Şeyh Ahmet Efendi Camii’nde kılmıştım. Namazı müteakip musâfahadan sonra, Şeyhzade Ahmet Efendi (k.s.) -câmi cemaatinden olmadığı her hâlinden belli olan- bana dönerek; “Hoş gelmişsin evlâdım, nerelisin?” diye sordu.  Ben de “Kahramanmaraşlıyım Hocam!” cevabını verince gülümsedi, “Hoş gelmişin Gâzî Maraşlı evlâdım!” dedi ve tavzîhen; “Siz ‘Kahraman’ değil, ‘Gâzî’ Maraşlısınız… Gâzîlik dînî bir mertebedir ve siz bu pâyeyi bihakkın elde eden bir şehirsiniz. Maraş’ın kurtuluş destanı, Ulu Cami minberinden ateşlenen İslâm şuurunun cihad aşkıyla şahikalaşması neticesi başarılmış bir zaferdir. Ve sizin memleketiniz gâzî şehirlerimizdendir.  Ben yıllar önce Sütçü İmam’ın kabrini, Ulu Cami’yi, Maraş Kalesi’ni ziyaret ettim. Kimin hangi tarihte nasıl kurtulduğuna, kimin kime yardıma gittiğine, kimin neye karşı çıktığına ve kimin neleri nasıl hak ettiğine muttaliyim… Doğruyu dosdoğru bilmeden, yanlışın ne olduğu anlaşılamaz…” meâlindeki sözlerle kısa bir açıklamada bulundu. Bunlar sıradan sözler değildi; bu sözlerin her kelimesi bir îman ehlinin dilinden dökülen “akleden kalbin”[19] sesiydi. Bu beyânın her cümlesi bir fıkhî tespit ve târih şuurunun veciz bir ifâdesiydi. Kahramanlığın dünyevî bir sıfat, gâzîliğin dînî bir rütbe olduğunu O’nun sâyesinde öğrenmiştim. İman, inanç, tasavvuf ve tarih şuurunun çağladığı “bahçedeki havuz başı sohbetinde” de, Maraş’ın Kurtuluş Destanı’nın “çok özel bir yorumunu” dinlemiştim. Kalbimi fetheden bu müthiş tespitler ve çarpıcı îzahlar; bir yandan yüreğimde Şeyhzâde Ahmet Efendi(k.s.)’ye karşı bir muhabbet hâlesi oluştururken, öbür yandan da beni alıp başka diyarlara götürmüştü. Bu sohbetle tefekkür dünyama yeni bir cemre düşmüştü. Düşünce iklimim, Kurtuluş Savaşı’nın îman cephesinde yaşanan destanları farklı bir pencereden yeniden görmüştü. Zihnimde İstiklâl Harbi’nin “Sarıklı Mücâhitleri” at koştururken, siyah-beyaz bazı resimler de bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmişti. Ve hafızamda; mukaddes gâyeler, hak edilen pâyeler, mukallit sâyeler, Kıblesiz himâyeler ve hazin hikâyeler belli-belirsiz renklerle ard arda resm-i geçit yapmaya başlamıştı; yakın tarihin uzak detayları arasında… 

Şeyhzade Ahmet Efendi(k.s.)’yi zaman zaman ziyaret edip, sohbetinden feyz aldığımız sonraki yıllarda da O’nda mevcut olan birçok üstün vasfın yanında; tarih kültürünün, tarih şuurunun ve Osmanlı sevgisinin ne kadar şümullü olduğunu görecek; ecdâdımızla ilgili müthiş tespitler dinleyecek, tarihimize ve tarihî kahramanlarımıza ne kadar önem verdiğine şâhit olacaktık. O’nun İslâm büyüklerine karşı derin bir hürmeti ve Osmanlı sultanlarına karşı çok özel bir muhabbeti vardı. Osmanlı’nın hiçbir İslâm devletine nasip olmayan altı asırlık ihtişamını; “Hâdimü’l Kur’ân” olmasıyla, Peygamber sevgisini her açıdan -itaât, hürmet ve hizmet yönüyle- bayraklaştırmasıyla, İ’lâ-yı Kelimetullah için gönül fethine çıkmasıyla ve “Ardında çil çil kubbeler”[20] bırakmasıyla açıklardı. 400 çadırlık bir aşiretten cihana hükmeden bir devlet kuran mübârek ecdâdımız Osmanlı’ya hürmet ve muhabbetin milletimiz için bir mükellefiyet olduğunu söylerdi. Odasında Devlet-i Âliyye’nin ulaştığı sınırları gösteren büyük bir Osmanlı haritası vardı. Bu harita üzerinde yazılı olan, “Sen istersen tekrarı hayâl değildir” ibâresi, O’nun tarih şuurunu, millî mefkûresini ve büyük özlemini âşikâr bir biçimde ortaya koyuyordu. Ve eliyle Osmanlı Cihan Devleti’nin 22 milyon kilometre karelik hâkimiyet coğrafyasını işâret ederek “Ecdadımız üç kıt’aya yayılan bu toprakları uçakla değil, araçla değil, at sırtında fethetti” sözünü dilinden hiç düşürmez; Muhabbetullah ve Muhabbet-i Rasûlullah ile yetişen Osmanlı’nın tarihe altın harflerle yazdığı şeref levhalarından bahseder ve tarihi mefâhirimizi zihinlere nakşederdi. Farklı dünya görüşlerine sâhip kalabalık bir grubun bulunduğu bir sohbet meclisinde; fakirin, İran, Humeyni ve Şia hakkındaki yorumunu almak için tevcih ettiği bir suâle: “Bunlar zor sorular, ben bu mevzûları nerden bileyim; bu suâli mübârek ecdâdımız Yavuz Sultan Selim Hân’a sormak gerekir…” diyerek; bir cümlede, kitaplık çapında bir cevap vermişti. Böylece, hem Ehl-i Sünnet itikâdıyla ilgili çok mühim bir mesaj vermiş, hem Osmanlı’ya olan inancını göstermiş, hem de târih şuurunun ne demek olduğunu ortaya koymuştu. Bu cevâbın ardından; “Hocam, bâzı arkadaşlar ‘Müslümanlık bize yetmiyor mu, bir de Türklük çıkartıyorsunuz’ diyorlar bu konuda siz ne buyurursunuz?” diye ikinci bir soru daha sormuş ve; “Evlâdım, Türk milleti elinin tersiyle kenara itilecek bir topluluk değildir. Biz; Cündullâh olan ve bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını yapan mücâhit bir milletiz. Türkler; hilâfeti dört asır Anadolu’da misâfir etmiş ve Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın tebşirine mazhar olmuştur.” cevâbını vermişti… 

Hülâsâ; Şeyhzâde Ahmet Efendi(k.s.)’nin irfan bahçesindeki hikmetli sohbetlerinden feyz alanlar; insan olmanın, İslâm olmanın ve Müslüman Türk olmanın ne demek olduğunu ve bu değerleri ihyâ etmek için nelerin yapılması gerektiğini; hep O’nun hayatına bakarak, yıllar yılı O’nun rahle-i tedrisinden geçerek ve devamlı O’nun gösterdiği ufku idrâk ederek öğrenmişlerdi.          

                                    

* * *

Her zaman muhabbetle yâd ettiğimiz, kalbimizde yaşattığımız, hürmetle anlattığımız, hasretle aradığımız  ve rahmetle andığımız Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hocaefendi (k.s.)  “7 Ocak 2002” tarihinde Hakk’a yürüdü.

Mevlânâ, Mesnevî’sinde; “Ölüm günümde tabutum harekete geçince, artık beni bu dünya derdinde sanma” diyor. Zâten Efendi Hazretleri (k.s.), hiçbir zaman bu dünya derdinde olmadı; o hep Mâverâ aşkıyla yaşadı, hayatında dünya değil, hep ukbâ vardı. Şâir;

 “Öyle bir ömür geçir ki olsun; 

 Mevtin sana hande, halka mâtem”[21]  

diyerek sanki O’nu anlatmıştı.

Ve öyle de oldu… Emr-i Hakk vâki olunca yine gönül tahtında hayatını sürdürdü ve sevinçle ebedî âleme hicret etti. Bizleri târifsiz bir matemde bırakıp gitti. O, Dede Korkut’un;  

“Gelimli gidimli dünya

 Son ucu ölümlü dünya

diye târif ettiği bu fâni dünyaya elvedâ dedi. Vuslata ermek için Bâki Âlem’e göçtü.  Firâkıyla, geride kalanların kalbinde onulmaz acılar bıraktı. 

Bir ehl-i dil; “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir.”[22] demektedir. O, her zaman hayırla yâd edilmiştir ve inancım odur ki, kıyâmete kadar da hayırla yâd edilecektir. Zâten bütün Yozgatlıların ve O’ndan feyz alanların Şeyhzâde Ahmet Efendi(k.s.)’yi hayırla anmasından daha tabii ne olabilir ki… Fakat asıl önemli olan, bizim onu hayırla yâd etmemiz değil, onun bizim hakkımızda hayır dua etmesidir. Umulur ki, işte o zaman öbür dünyada ayağımız yere daha sağlam basar. Ve inşallah, Cenâb-ı Hakk, o mübârek insanın şefaatine bizleri de nâil eyler.  

Eskilerin “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” diye güzel bir sözü vardır. Yâni bir yer, orda yaşayan kıymetli zâtlarla şereflenirler. Şehzâde Ahmet Efendi(k.s.)’de, varlığıyla Yozgat’ı şereflendirmişti. Hayattayken, nice gönüller îmar etmişti. Ölümüyle de, bu toprağın; insanıyla îmânının, inancıyla devletinin, devletiyle milletinin, milletiyle Anadolu’yu vatan yapan kutsî değerlerin kucaklaşması gerektiğini, mânevî değerlerle barışık yaşamanın fert, millet ve devlet için ne kadar önemli olduğunu  “lisân-ı hâl” ile gösterdi, vefâtı ve cenâze merâsimiyle de herkese bu son dersini de verdi…  

Şehzâde Ahmet Efendi(k.s.)’yi sevenlerin ve bütün Yozgatlıların hâline, Şeyh Gâlib’in; 

“Efendimsin, cihanda îtibârım varsa sendendir

 Miyân-ı âşıkanda iştihârım varsa sendendir[23]

mısraları tercümân oldu…

* * * 

Efendi Hazretleri(k.s.)’ne hasretin 20. yılındayız. Şeyhzâde Ahmet Efendi(k.s.)’nin Âlem-i Cemâl’e yürüdüğü, biz “Gül”Yetimleri’ni öksüz bıraktığı, ‘Gittikçe Artan Yalnızlığımız’a[24] târifsiz bir hüzün eklediği ve gönül yangınımızın yeniden alevlendiği her “7 Ocak”ta koyu bir kasvet çöküyor âsumâna… Ve yüreğimize öksüz duygular hükümrân olurken, derûnî bir hasret demir atıyor zamâna ve mekâna…

Öyle bir hasret ki; kışın bahara, gözün ışığa, çölün suya hasretine benzer bir tahassür ve yüreğimizi yakan bir hüzn-i tahattur… Hiç şüphesiz artan bir ivmeyle içimizi sızlatan bu hasretin daha yoğun hissedilmesi, gidenin yerini doldurma noktasında tâkâtsiz kalışımızdan ve gittikçe artan yalnızlığımızdan kaynaklanıyor olsa gerek… 

Bu vesîleyle şunu söylemek isterim ki; “Sensiz dünya eskisi kadar güzel değil” sözü Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hocaefendi (k.s.) gibi Allah Dostları’nın ebedî âleme irtihâli üzerine söylenince, bu söz, içine riyâ karışmayan bir kelâm-ı kibar hâline geliyor… 

Şimdi bizler, Şeyhzâde Ahmet Efendi(k.s.)’yi âhirete uğurlamanın yeni bir yıldönümünü daha idrâk ediyoruz. “Ne ağla, ne gül bugün; anla yeter” diyen ârifler, ne güzel söylemişler… Gerçekten de asıl meselemiz; O’nun muazzez hatıralarını anmanın ötesine geçmek, O’nu anlamak ve O’nun işaret ettiği  ‘irfan ve ihlâs sâhibi kâmil Müslüman’ olabilme ufkunu kavramaktır.  

                                                                  

* * *

İnancımız odur ki, Şeyhzâde Ahmet Efendi (k.s.), şâirin;

“O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;

Azrail’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner.[25]

dizelerinde ifade ettiği hüsn-i hâtimeyle bu dünya hayatına ölümle bir noktalı virgül koymuş, ebedî hayatın güzellikler ummânına yelken açmıştır. Şair;

“Ezelî varlığa candan vurulan âşıklar,

Ses alır tâ ötelerden ebedî dünyanın.

            

Yerin altında devam etmesidir bence ölüm,

 Yerin üstünde görüp geçtiğimiz rü’yânın”[26]

 

demiştir. Bizim de inancımız aynı minvâldedir: Şeyhzâde Ahmet Efendi, bu dünyada Emrolunduğu gibi” yaşamıştır ve yerin üstünde yaşadığı rüyâya mümâsil aynı güzellikteki bir hayatı, ebedî saadet ülkesinde de yaşamaya devam edecektir. Çünkü Peygamber Efendimiz(s.a.v.); “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz ve nasıldirilirseniz öyle hesaba çekilirsiniz”[27] buyurmaktadır. Efendi Hazretleri (k.s.) de; Kur’ân’ı hayatına âmir kıldığı, Ölmeden önce ölün, hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin”[28] diye buyuran Rahmet Peygamberi(s.a.v.)’nin emirlerine harfiyen uyduğu, âhiret düşünceli yaşadığı ve bu hayatın mahşerdeki hesabına göre kendisini hazırladığı için, -bi-izn-illâh- ölüme “Safâ geldi, hoş geldi.”[29] diyebilenlerden olmuştur. Üstad’ın diliyle söylersek;

“Kapı, kapı bu yolun son kapısı ölümse;

Her kapıda ağlayıp, o kapıda gülümse[30]

beyitinde ifâde edilen o âsûde gülümsemeyle ötelere şehbâl açmıştır. 

Kıraç gönülleri gülistan eyleyen bu “Güzel İnsan”ın; -bütün Allah Dostları gibi-  Cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabrinde nûr içinde yattığına, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmetiyle O’nu sarıp örttüğüne ve O’nun “Yâr ile bayram kıldı”[31]ğına inanıyoruz. Yüce Rabbimizden Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hocaefendi (k.s.)’nin ukbâdaki makamını âli eylemesini, bizleri de O’nun himmet ve şefaâtinden mahrum bırakmamasını niyaz ediyoruz.

Hatm-i kelâmı şair diliyle yapıyor ve “Gelin Ey Fâtihalar, Yâsinler”[32] diyoruz. 

Ve sözün bittiği yerde İlâhi kelâm başlar; El Fâtiha…         

 Dipnotlar

[1] Kemâl Edip Kürkçüoğlu

[2] Müzzemmil, 73/17

[3] Beled, 90/18

[4] Fussilet, 41/30; Müslim, İman, 62

[5] A’râf,  7/56

[6] Kâf, 50 /37

[7] Kalem, 68/4

[8] Tirmîzî, Birr, 36

[9] Âl-i İmrân, 3/104, 110

[10] İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XII, 418, Hadis Nu: 4368

[11] Hûd, 11/112; Şûrâ, 42/15

[12] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-399

[13] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Sonsuzluk Kervanı, 63

[14] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Müslümaan Yüzü, 94

[15] Ahzâb, 33/46

[16] Sabâ makâmındaki bir anonim türkü

[17] Yunus Emre

[18] Bakara, 2/138

[19] Kâf, 50 /37

[20] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-399

[21] Şeyh Sâdî Şirâzî

[22] İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal

[23] Şeyh Gâlib

[24] Dr. Mehmet Güneş, Gittikçe Artan Yalnızlığımız, Cümle Yayınları, Ankara, 2015.

[25] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Hüner, 148

[26] Fâruk Nâfiz Çamlıbel, Han Duvarları, Sonsuz Rüyâ, 235

[27] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663

[28]Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, II, 260

[29] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Boş Dünya, 130

[30] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Kapı, 149

[31] Hacı Bayrâm-ı Velî, N’oldu Bu Gönlüm

[32] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Naat, 74

Yazar
Mehmet GÜNEŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen