Evliya Çelebi, ünlü eseri Seyahatnâme’yi hayatının son zamanlarını geçirdiği Mısır’da kaleme almıştır. Buradan İstanbul’a, Hacı Beşir Ağa’ya gönderilen Seyahatnâme, hatırat şeklinde düzenlenmiştir.[1] Bu eser, bugün bizim için olduğu kadar Türkiye hudutları dışında kalan ve Osmanlı bakiyesi devletler ve milletler için de çok önemli bir kaynak durumundadır. Seyahatnâme’den; Bulgarlar, Sırplar, Ermeniler, Macarlar, İranlılar, Fransızlar, İngilizler, Romenler, Gürcüler, Yunanlılar, Araplar, Kuzey Afrikalılar istifade edip kendi ülkeleriyle ilgili zengin bilgilere ulaşabilirler.[2]
Seyahatnâme, öncelikle müellifi için eşsiz bir kaynaktır. Çelebi, uzun yıllara yayılan seyahatlerinin arkasında yatan sebepleri eserin satır aralarında bazen dolaylı bazen de doğrudan okuyuca takdim eder. Evliya Çelebi’nin çok yönlü bir şahsiyet olduğunu, insan ilişkilerindeki dikkatini, savaş ve seyahat konusundaki maharetini, bir olayı anlatırken ve bir durumu tasvir ederkenki ustalığını Seyahatnâmesinden öğrenebiliriz. Söylediğine göre o hakkâklık, mimarlık, hattatlık, musikişinaslık, okçuluk, kuyumculuk gibi mesleklerden anlayan biridir. Gittiği yerlerde bazı olaylara tarih düşürür. Dolayısıyla şairdir. Ayrıca hâfızdır. İyi silah kullanır, cirit oynar ve güreş tutar. İnsanlarla daima iyi geçinir. İnce bir dikkati ve zevki olduğu gibi bir seyyahın sahip olması gereken merak duygusu da daima canlıdır. Seyahat etmeyi çok sever. Memuriyetlerini bile daha çok seyahat etmek için bir vesile olarak görür.[3]
Onun Seyahatnâmesi birçok yönüyle dikkat çeken bir eserdir. Burada öncelikle Evliya Çelebi’nin yaptığı işin farkında olduğu ve seyahat etmeyi çok istediği görülür. Seyahatnâme’de, yolculuklarına başlamadan önce “Acaba anne, baba ve kardeş endişesinden kurtulup cihanı gezen bir âlem seyyahı nasıl olurum” diye İstanbul’da başıboş gezdiğinden bahseder. O başka bir yerde kendisine ezelden seyyahlık takdir edildiğini söyler. Seyahatlere başlamadan önceki hâlini anlattığı aşağıdaki satırlar onun seyahat konusundaki düşüncelerini yansıtır: “Belde‑i Tayyibe ya‘nî Mahmiyye‑i Kostantıniyye etrâflarında olan kurâ ve kasabâtları ve niçe bin hadîka ve gül [ü] gülistânlı bâğ‑ı iremleri seyr [ü] temâşâ ederek hâtıra seyâhat‑ı kübrâ ârzûları hutûr edüp, ‘Âyâ peder ü mâder ve üstâd [ü] bürâder kahırlarından nice halâs olup cihân-geşt olurum’ deyü her an Cenâb‑ı Bârî’den dünyâda sıhhat‑i beden, seyâhat‑i tâm, âhir nefesde îmân ricâsında idim.”[4]
Çelebi’nin seyahatlerinin esas başlangıcı bir rüyâ ile olur. Evliya Çelebi bir gün o meşhur rüyasını görür. 10 Muharrem 1040 (19 Ağustos 1630) tarihinde mânâda kendisini, Yemiş İskelesi yakınında Ahi Çelebi Mescidi’nde bulur. Mescidin içi nûrânî bir cemaatle doludur. Evliya içeri girer ve hemen bir yere oturur. Bir süre sonra mescidin kubbesi açılır ve içerisi yüzü aydınlık bir cemaatle dolar. O sırada yanındaki kişiye kim olduğunu sorar. O kişi, Sa’d b. Ebi Vakkas olduğunu söyler. Bunun üzerine sahabenin elini öper. Sa’d b. Ebi Vakkas, orada bulunan cemaati Evliya Çelebi’ye tanıtır. Dört halife, Veysel Karanî, Bilâl-i Habeşî, aşere-i mübeşşere, on iki imam gibi zatları gördükçe Evliya elini göğsüne koymakta ve onları görmekten adeta taze can bulmaktadır. Bir müddet sonra Sa’d b. Ebi Vakkas, Evliya Çelebi’ye kamet telkin eder. Hz. Bilal-i Habeşî ile birlikte neleri okuyacağını ona bir bir söyler. O esnada Hz. Peygamber, sağında Hz. Hasan, solunda Hz. Hüseyin olduğu üzere bismillah diyerek mescide girer. “Selamünaleyk ya ümmeti” diye selam verince hazır bulunanlar “Aleykümü’s-selam ya Resulullah” diyerek selamını alır. Resulullah mihraba geçer ve sabah namazının sünnetini kılar. Sünneti kıldıktan sonra Hz. Peygamber, Evliya Çelebi’ye bakar ve “Kamet eyle” der. Sa’d b. Ebi Vakkas’ın öğrettiği üzere Evliya, kamet getirir ve Hz. Bilal-i Habeşî ile birlikte müezzinlik vazifesini görür. Namaz bitip aşr-ı şerif okunduktan sonra Sa’d b. Ebi Vakkas, Evliya Çelebi’yi elinden tutup Hz. Peygamber’in katına götürür. Hz. Peygamber’in elinden öperken “Şefaat Ya Resulullah” diyecek yerde “Seyahat Ya Resulullah” der. Hz. Peygamber, gülümser ve şöyle buyurur: “Şefa’ati ve seyahati ve ziyareti v’Allahhümme yessir bi’s-sıhhati ve’s-selame” (Şefaatim, gezi dileklerim ve ziyaretim senindir. Hemen Allah sağlık ve selametle kolaylasın). Ardından dua eder ve akabinde “Fatiha” der. Bu esnada Evliya Çelebi hazır bulunan sahabelerin ellerinden öper. Onların duasını alır. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas belinden sadağını çıkarıp Çelebi’ye kuşatır, tekbir getirir ve şöyle der:
“Yürü sehm [ü] kavs ile gazâ eyle ve Allâh’ın hıfz [u] emânında ol ve müjde olsun sana bu meclisde ne kadar ervâh ile görüşüp dest‑i şerîflerin bûs etdinse cümlesini ziyâret etmek müyesser olup seyyâh‑ı âlem ve ferîd‑i âdem olursun. Ammâ geşt [ü] güzâr etdüğin memâlik‑i mahrûseleri ve kılâ‘‑ı büldânları ve âsâr‑ı acîbe ve garîbeleri ve her diyârın memdûhât, sanâyi‘ât, me’kûlât [ü] meşrûbâtını ve arz‑ı beledi ve tûl‑ı nehârların tahrîr edüp bir âsâr‑ı garîbe eyle. Ve benim silâhımla amel edüp dünyâ ve âhiret oğlum ol. Tarîk‑i hakkı elden koma, gıll [u] gışdan berî ol, nân u nemek hakkın gözle, yâr‑ı sâdık ol, yaramazlarla yâr olma, eyilerden eylik öğren.”[5]
Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas daha sonra Çelebi’nin alnını öper ve Ahi Çelebi Camii’nden çıkıp gider.
Evliya Çelebi şaşkınlık içinde uykudan uyanır. Sabah vakti bu şaşkınlıkla Kasımpaşa’ya geçerek rüya tabircisi İbrahim Efendi’ye gördüklerini anlatır. O da rüyasını “Bütün dünyayı dolaşan ünlü bir gezgin olup, temiz bir sonla işin tamam olup Hazretin şefaatiyle sonsuz uçmaklara girersin” diye yorumlar. Oradan Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’ye varır. O da rüyasını şöyle tabir eder:
“On iki imâmın destin bûs etmişsin, dünyâda hümâm olursun. Aşere‑i Mübeşşere ellerin öpmüşsün, dâhil‑i cinân olursun. Çâr-yâr‑ı güzînin yed‑i mübâreklerin bûs etmişsin, dünyâda cemî‘i pâdişâhların şeref‑i sohbetleri ile müşerref olup nedîm‑i hâsları olursun. Ol kim Hazret‑i Risâlet’in cemâlin görüp dest‑i şerîflerin takbîl edüp hayr du‘âsın almışsın, sa‘âdet‑i dâreyne vâsıl olursun. Ve Sa‘d‑ı Vakkâs’ın nasîhatı üzre ibtidâ bizim İslâmıbolcuğazımızıtahrîr etmeğe bezl‑i himmet edüp var makdûrun sarf eyle, ‘El-mukadder kâ’in’ fehvâsınca sana dahi takdîr olan nasîbin elbette gelir.”[6]
Şeyh Abdullah Dede, Evliya Çelebi’ye kitaplarından verir ve hakkında hayır dua eder. Çelebi de verilen kitapları evinde incelemeye başlar.
Evliya Çelebi, İstanbul dışındaki seyahatlerine Bursa’dan başlamıştır. Bursa’ya ailesinden izinsiz giden seyyahı, babası Derviş Muhammed Zıllî “Gel bakalım Bursa seyyahı” diye karşılar. Bundan sonra pederiyle Evliya Çelebi arasında şöyle bir muhavere cerayan eder: “Sultanım, hakirin Bursa’da olduğunu nereden bildiniz?”. Babası şöyle cevap verir: “Sen bin elli Muharreminin (1640 Mayısı) aşuresinde kaybolduğun gece ben nice eski duâlar okudum. Bin kerre ‘İnnâ a’tayna’ sûresini okudum. Ol gece uykuda seni gördüm ki Bursa’da Emir Sultan zaviyesinde ruhaniyetten istimdat ile seyahat rica edip ağlardın. O gece bana nice derviş kimseler rica ederek senin seyahate gitmen için izin istediler. Ben de ol gece cümlesinin rızasiyle sana izin verdim.” Bundan sonra Derviş Zıllî, oğlu Evliya Çelebi’ye uzun uzun nasihat eder.
Bu hadiseden sonra Çelebi muhtelif vesilelerle seyahatlerine başlar. Trabzon valiliğine tayin edilen Ketenci Ömer Paşa’yla Trabzon’a gider. Bu vesileyle Gürcistan’ı gezer. 1641 senesinde Azak Savaşı’na katılır. Kırım’ı gezer. Buradan dönüşte Girit’teki savaşa katılır. Evliya Çelebi, Seyahatnâme’nin ilk cildinde yirmi iki savaşa katıldığını söyler. Bazen katıldığı bu gazalar için tarih düşürür. 1651 senesinde Melek Ahmed Paşa’yla katıldığı bir gazaya düşürdüğü tarih şöyledir:
Evliyâ feth-i fütûhu göricek târîh dedi
Bârekallah olmamıştır bir dahi “Böyle gazâ[7]
Çelebi, daha sonra Erzurum valiliğine tayin edilen Defterzâde Mehmed Paşa’yla birlikte Erzurum’a gider. Buradan hareketle Tebriz, Revan, Nahcivan, Bakü, Tiflis gibi yerleri dolaşır. İstanbul’a döndükten sonra Murtaza Paşa’nın müezzinbaşısı olarak Şam’a gider. Melek Ahmed Paşa’nın müezzinbaşısı ve muhasebecisi olunca Özi ve Rumeli’de valiliklerde bulunan paşayla beraber Sofya, Silistre ve Orta Avrupa’nın içlerini dolaşır. Yine onun vesilesiyle Doğu Anadolu, Bağdat ve İran’ın bazı şehirlerini görme imkânı bulur. Paşanın vefatı üzerine Sultan Dördüncü Mehmed’le beraber Nemse Seferi’ne katılır. Elçilik heyetiyle beraber Viyana’ya gider. Viyana’dan hareketle Avrupa içlerine doğru seyahat eder. Dönüşte tekrar Girit’e gider. Kandiye’yi ve Mora’yı görür. Hac vazifesini yerine getirmek üzere Kahire’ye geçer ve bu vesileyle Mısır’ın birçok yerini gezer.[8]
Evliya Çelebi, seyahatlerinde bazı yerlerin fethine de şahitlik etmiştir. Kendi ifadesine göre Kırım, Leh, Moskov, Kazak, İran gazalarına katılan Evliya Çelebi, Girit’in fethinde ve Kandiye’nin alınışında bizzat bulunmuştur. Bu öyle büyük bir cenk olmuştur ki, Evliya’nın katıldığı diğer bütün gazalar Kandiye’nin fethi yanında bağ ve bahçe gezintileri gibi kalmıştır. Bu fetihte kendi ifadesine göre üç binden fazla ok atmış[9], iki buçuk sene kurşun sıkmış, her Cuma gecesi birer hatim indirmiş, her nerede bir gülle bulsa taşıyıp topların yanına getirmiştir. Çelebi ayrıca, bu fetihte birçok arkadaşını, devlet adamını ve tanıdığı vezirleri kaybetmiş, onların defin hizmetlerinde bulunmuştur. Fetihten sonra adada Güllük yöresi denilen yerde bulunan Cennet Kapısı’nda fetih ezanını okumak da ona nasip olmuştur. Bu gazanın sonunda sağ salim İstanbul’a dönen Evliya, babasının “Berhurdar ol oğul, yerimizi alarak Girit fethinde bulundun. Bizi varmaya muhtaç eylemedin”[10] iltifatına mazhar olmuştur. Bazen deniz üzerinde korsanlarla karşılaşan Evliya, bunlarla da mücadele etmiş, birçok esir ve ganimet almıştır.
Evliya Çelebi, elli yıldan fazla süren seyahatlerinde geriye mescitleri, hamamları, sokakları, köy ve kasabaları, çeşmeleri, türbeleri, yatırları, insanları ve daha birçok zenginliğiyle büyük bir coğrafyayı ilgilendiren bir kaynak eser bırakmıştır. O, Anadolu, Rumeli, İran, Kafkasya, Arnavutluk, Yunanistan, Bosna Hersek, Bulgaristan, Macaristan, Dalmaçya, Moldavya, Güney Rusya, Mısır, Suriye, Hicaz, Habeşistan, Sudan gibi ülke ve bölgeleri gezmiş ve gördüklerini tespit etmiş bir seyyahtır.[11]
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, hayalî unsurlara yer verilmesi ve kurgunun çok öne çıkarılması cihetiyle tenkit edilmiştir. Hatta bazı bölümleri uydurma kabul edilmiştir. Fakat bir seyahatnâme herhalde bir coğrafya kitabı gibi kesin bilgilerle kaleme alınmaz. Bu güç bir iştir. Bu yüzden Seyahatnâme’yi bu tarafını göz önünde tutarak kabul etmek herhalde daha doğru olur.[12] Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi’nde Evliya Çelebi’nin bu anlatım tarzını eserin daha rahat okunması için tercih ettiğini söyler.[13]
Seyahatnâme’nin bir diğer önemli özelliği eserin yazılışından sonraki zamanlarda kaleme alınan benzer eserlere “isim babalığı” yapmış olmasıdır. Sadece ismi değil eserin muhtevası da diğer gezi kitaplarının şekillenmesine etki etmiş olmalıdır.
Araştırmacılar Seyahatnâme’nin içeriğinde geleneksel birtakım motiflerin ve malzemelerin varlığına dikkat çekerler. Özellikle kıssa nakletmeye dayalı anlatım ve Doğu edebiyat geleneklerinde görülen ifade tarzının hâkimiyeti üzerinde durulur. Ayrıca eser, 17. yy. nesrinin de önemli örneklerinden birisi kabul edilir.[14]
Seyahatnâme’nin muhtevası oldukça renklilik arz eder. Fetihler, askerî hareketler ve savaşlar; bir şehrin nüfusu ve zenginliği; ülkelerin sosyal, ticarî ve askerî yapısı; dükkânlar ve bedestenler; ağaçlar, tarım ürünleri, ormanlık araziler, çiftlikler ve meyveler, dağlar, bağ ve bağçeler; inançlar, mescitler ve camiler, tekkeler, zâviyeler ve dergâhlar, kiliseler, ziyaret yerleri ve yatırlar, kervansaraylar ve imâretler, saraylar, çarşılar, medreseler ve diğer eğitim kurumları, bir yerde yaşayan erenler, şairler ve âlimler, zanaatkârlar ve sanatkârlar, şehirlerin ve kalelerin kapıları, iklim ve hava şartları, mesire yerleri, şehirlerin ileri gelenleri, yerleşim yerlerinin başka yerlere uzaklığı ve ulaşım, şehirlerin Osmanlı ordusuna hangi surette yardım ettikleri, zindanlar, limanlar, değirmenler, saraylar, şehirlerin temizliği, yerleşim yerlerinin tarihi, yiyecek ve giyecek kültürü, mahalli oyunlar, diller, peygamber kıssaları, meslekler ve pirleri, hastalıklar ve tedavileri, tarihî olaylar, eyalet ve sancak yöneticileri ve diğer devlet görevlileri, Yahudi ve Hristiyanların âdetleri ve inançları, meczuplar, kadınlar ve şehirlerin güzelleri, insanların fizikî özellikleri Seyahatnâme boyunca adeta geçit resmi yapar. Bu bakımdan eser Fuad Köprülü’nün de dediği gibi Osmanlı tarihi için emsalsiz bir kaynaktır.
Seyahatnâme’nin bir diğer önemli özelliği ihtiva ettiği biyografik malzemedir. Eser bu hâliyle bir âlimler, şairler, mutasavvıflar mahşeri gibidir. Bu husus eski tarih kitaplarında zaman zaman karşılaşılan bir durumdur. Buna göre bir tarih kitabı yazan müverrih, bir hükümdarın döneminde yaşamış âlimlere, şairlere, mutasavvıflara da eserinde yer vermekteydi. Gelibolulu Âlî’nin Künhü’l-Ahbâr’ı ile Hoca Sâdeddin Efendi’nin Tâcü’t-Tevârih’i burada örnek olarak zikredilebilir. Evliya Çelebi de Seyahatnâme’de benzer bir yol izlemektedir. Çelebi, ele aldığı kişilerin eserlerinden söz etmekte, şairse şiirlerinden örnekler vermektedir. Bazen de şairleri ve âlimleri kelime oyunlarıyla anlatmaktadır. Bu durum, Seyahatnâme’de bazen başvurulan bir üslup özelliğidir. Mesela Sultan II. Bâyezıd devri şairlerinden Sânî hakkında Çelebi şunları söyler: “Rûmî’dir, hüsn‑i cemâli mahallinde Yûsuf‑ı sânî derlerdi, mutarraş oldukda Yusûfluğu gidüp sâdece sânî kaldı.”[15] Yine aynı bölümde Kebîrî isimli şair için “Florinalıdır ammâ filorili değildir” der. Evliya Çelebi bazı şiirler ve eserler hakkında zaman zaman görüşlerini belirtir. Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi üzerine bir mersiye yazan Taşlıcalı Yahya Bey’in şiiriyle ilgili şu yorumu yapar: “Bir şehzâde‑i kerîmü’ş-şân ve bir şehzâde‑i âlîşân idi kim henüz kırk seneye bâliğ ve kâmil [ü] sâhib‑i ayâr şehzâde imiş. Şâh [u] Gedâ sâhibi Yahyâ Beğ, merhûma bir mersiye etmişdir kim gûyâ Hadîkatü’s-sü‘adâ’dır. Âdem kırâ’at etmeğe tâkat getiremez.”[16]
Evliya Çelebi, Seyahatnâme’de meslekleklerden ve pirlerinden de bahseder ve bu mesleklerin erbâbını ve dükkânlarını eserinde uzun uzadıya anlatır. Seyahatnâme’nin ilk cildinin bir kısmı bu yüzden “fütüvvetnâme” olarak okunabilir. Seyahatnâme, ayrıca tasavvufî konular; tekkeler, dergâhlar, tasavvufî ıstılahlar bakımından da çok zengindir. Evliya Çelebi’nin ziyâret yerlerine özel bir ilgi göstermesi boşuna değildir. O bir zikir ehlidir. Seyahatnâme’de Çelebi ayrı bir bölüm hâlinde tevbe, mürid, tarikat, iman, fakr, dervişlerin hâlleri, derviş çeyizi gibi konularda geniş bilgi verir.[17]
Evliya Çelebi, gezip gördüğü memleketlerin, içinde bir süre bulunduğu toplulukların özellikleriyle yakından ilgilenmiştir. Kendisi meraklı ve merakının peşinden giden bir insan olması sebebiyle şehir ve kasabaların dikkat çeken hususiyetlerini eserine taşımıştır. O, meşhur olmayan şeylerin uzun uzadıya anlatılmasında zarar vardır diyerek daha çok bilinmeyen veya bilinmesi gereken şeyler üzerinde durur.
Evliya Çelebi, diğer seyyahların aksine seyahati esnasında ayrıntılı notlar tutmuştur. Bu notları tutarken ve Seyahatnâmesini yazarken farklı kaynaklardan yararlanmıştır. Özellikle şehirlerin tanıtımında, tarihî bilgiler nakledilirken yararlandığı kaynakların ismi geçer. Çelebi, eserinin yazımında devletin arşiv belgelerinden de yararlanmıştır. Böyle durumlarda Seyahatnâme, Pîrî Reis’in Kitâb-ı Bahriyesindeki üsluba döner.
Seyahatnâme’de dikkat çeken konulardan biri de tercih edilen üsluptur. Evliya Çelebi’nin bu konuda “nev’i şahsına münhasır” üslupçulardan olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. O, anlatmak istediklerini abartarak ifade etmeyi sever. Bu mübalağa unsuru Seyahatnâme’nin ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat Çelebi’nin yazdıklarının samimiyeti eserinin her cildinde hissedilir. En önemlisi onun olağanüstü bir şeyle karşılaştığında işi derhal Allah’a havale etmeyi tercih etmesidir. Bu arada o, anlattığı mevzuyu bir âyet, hadis veya bir atasözüyle desteklemeyi ihmal etmez.
Çelebi’nin dikkat çeken üslup özelliklerinden bir diğeri de Seyahatnâme’de efsânelerin, yerleşim yerlerinin isimlerinin nereden geldiğine dair yorumların ve gerçekliği konusunda okuyucunun zihninde şüphe uyandırabilecek bazı olayların adeta kesin şeyler gibi kaydedilmiş olmasıdır. Evliya, yazdıklarında sıradan bir seyyah değil, Devlet-i Âliye’nin önemli, vazifeli, gördüğünden ve bildiğinden çok emin bir ferdi gibidir. Aşağıda İstanbul’la ilgili satırlar, bir bakıma Seyahatnâmesine hâkim olan bu piskolojiyi yansıtır:
Kân‑ı insân Belde‑i Tayyibe ya‘nî kal‘a‑i Kostantıniyye’dir kim bunda olan âdem deryâsı ve benî âdemin mahbûb [u] ra‘nâsı bir diyârda yokdur illâ islâmbol’da çokdur. Hattâ meşhûrdur, vech‑i arzda bin âdem ölür ve bin bir âdem doğup bir âdemden tenâsül bulur derler. Eyle bir sevâd‑ı mu‘azzam şehr‑i kebîrdir kim şehr‑i islâmbol içre bin âdem merhûm olsa yine âdem deryâsından omuz omuzu sökmez böyle bir gulgule‑i Rûm’dur {anıniçün islâmbol’a ma‘den‑i kân‑ı insân derler}. Eğer cemî‘i âsâr‑ı binâları ve imâretlerin birer birer takrîr ü tahrîr etsek bir mücelled kitâb olur.[18]
Seyahatnâme, şehirleri birçok cephesiyle tanıtmayı amaçlar. Eserin İstanbul bahsi çalışmanın sadece bir seyahatnâme olarak tasarlanmadığını; bir şehrin tarihî ve kültürel zenginliklerini, coğrafî ve askerî durumunu göz önüne sermeyi amaçladığını yeterince göstermektedir. Çelebi bir şehri anlatırken şu hususlara dikkat eder: Şehrin kuruluşu ve tarihi, yönetimi ve idare yapısı, önemli binaları, kale ve burçlar, şehrin çarşısı, ticari hayatı ve el sanatları, Müslümanların ve diğer dinlere mensup olanların ziyaret yerleri.[19]
Evliya Çelebi, gittiği yerleri tanıtırken buralarda sefer hâlinde olanların kaldığı han, zaviye, imâret, tekke, misafirhâne gibi yerlerden bahseder. Çelebi’nin bu dikkati bir seyyah olması dolayısıyladır. Çünkü bir yolcu için bunlar hayatî kıymete sahip yapılardır. Bir seyahat aslında bu mimârî eserler sayesinde mümkün olabiliyordu. Evliya Çelebi, Hersek’teki han, imâret ve vakıfları bir vesileyle şöyle anlatır:
“Ahmed Paşa bu cây‑ı latîfe yedi yüz hâne re‘âyâ meks etdirüp cemî‘i tekâlîfden mu‘âf [u] müsellem olmağiçün ellerine hatt‑ı şerîfler verüp ahâlî‑i belde ve âyende vü revendeye ibâdethâne olmak içün bir minâreli ve vâsi‘ haremli ve cânib‑i erba‘ası kıbâbları sütûnlar üzre ârâste iki kubbe‑i âlî ile pîrâste ve mihrâb ve minber‑i münîri ber tarz‑ı kadîm bir müzeyyen câmi‘‑i azîm binâ eder ve bir mescid ve bir medrese ve bir mekteb ve bir tekye ve iki hân ve bir hammâm ve bir imâret‑i dârü’l-it‘âm binâ edüp hâlâ cemî‘i âyende vü revende müsâfirîn ü mücâvirînleri mihmânsarâyda meks edüp mihmândârlar kârbânsarâyın her ocağına bir sini ta‘âm çobra ve âdem başına birer nân-pâre ve şem‘‑i revgân getirirler ve her at ve deve başına birer tobra şa‘îr getirüp mihmândârlar hizmet ederler, evkâf‑ı azîmdir.”[20]
İmâretler, hanlar, tekkeler kısacası yolcuların istifade edebilecekleri yerler Seyahatnâme’de çeşitli vesilelerle ele alınır. Zaten Çelebi çoğu zaman buralarda kalır. Bunlardan birisi olan Akyazılı Sultan Tekkesi, Seyahatnâme’de uzun uzun anlatılır. Evliya Çelebi’ye göre bu tekkenin duvarlarında Arap ve Acem seyyahlarının bir eseri ve “ibret verici yazıları” vardır. Tekkeden başka olarak burada bir de misâfirhâne bulunur. Burada her gün yüz, iki yüz civarında yolcu konaklamaktadır. Onlara, misâfirhânede üç gün ücretsiz hizmet verilmektedir.[21]
Tekke türü yapıların olmadığı yerlerde, yine onun seyahatlerini kolaylaştıran halkın misafirlere düşkünlüğünden, hânedan geleneğinden, insanların kendisine yaptığı ikramdan söz eder. Rodos ve İstanköy adaları için yazdıkları böyledir. Evliya Çelebi, seyahatlerini biraz da Osmanlı coğrafyasında misafire gösterilen hürmet sayesinde gerçekleştirir. Özellikle şehirlerde bulunan hânedanların, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamada belirli roller üstlendiği ve bunu da bir vazife hissiyle yaptıkları Seyahatnâme’den anlaşılıyor. Evliya Çelebi, Bitlis’teki imâretler vesilesiyle burada bulunan hanedanlardan şöyle bahseder:
“Mukaddemâ selefde Şeref Hân imâreti ve Hâtûniyye imâreti ve Hüsrev Paşa imâretleri imâr iken cemî‘i müsâfirîn ü mücâvirîne ni‘metleri mebzûl imiş. Hâlâ evkâfları harâb u yebâb olmağile mâh‑ı Âşûra’da ve mâh‑ı leyle‑i Ramazân’da çobrası çıkar ammâ bunlara ihtiyâc yokdur. Zîrâ cümle hânedânları bâbları meftûh olup dârü’z-ziyâfe gibi âyende vü revendeye ni‘metleri mebzûldur.”[22]
Görüldüğü gibi Seyahatnâme, bir seyyahın Osmanlı Devleti sınırları içerisinde nasıl seyahat edilebildiğinin cevaplarını da sergiler. Evliya, gittiği yerlerde izzet ve ikram görür. Sadece Müslümanlardan değil gayr-i Müslimlerin de gelen giden yolculara büyük saygısı vardır. Osmanlı tebaası milletler, yolculardan bir şey esirgemezler. Evliya Çelebi, Dürzîlerle savaşıldığı hâlde onların misafirperverliğini över. Kapılarının gece gündüz misafirlere açık olduğunu söyler.[23] Çelebi seyahatlerinde devlet adamlarından da itibar görür. Geniş mekânlara yayılan gezilerinin bir sebebi de devlet adamlarından gördüğü bu destektir. Gazze valisi Hüseyin Paşa, Evliya’nın gezmeyi çok sevdiğini öğrenince onun ilim adamlarından istifade etmesi için sohbet meclisleri düzenler ve faydalanması için ona kitaplar verir.
Çelebi, seyahatlerinde birçok defa tekkelerde misafir olur. Seyahatlerinin birinde Trablusşam’da bulunan bir Mevlevî tekkesinde misafir olarak kalır. Tekkenin gelen giden yolculara ikrâmı boldur. Dervişleri çalışkan ve sayıca fazladır. Turunç ve limon ağaçları olan, İrem bağını andıran bahçeleri vardır. Evliya Çelebi’nin seyahatlerini mümkün kılan biraz da Osmanlı coğrafyasına yayılmış olan bu zaviye, imaret, dergâh ve tekke gibi yapılardır. Seyahatnâme’de söz konusu edilen imâretler genelde Osmanlı hânedanı ve devlet adamları tarafından İstanbul, Bursa, Edirne, Konya, Manisa, Trabzon, Silivri, Amasya gibi yerlerde kurulmuştur. Evliya Çelebi, Üsküdar’da Mihrimâh Sultan, Orta Vâlide, Cedîd Vâlide adlı imâretleri sayar ve bunların tamamının on bir yerde olduğunu söyler.
Seyahatnâme’den anlaşıldığı kadarıyla Anadolu’nun diğer bazı şehirlerinde de imaretlere rastlamak mümkündür. Bu yapılarda ihtiyaç sahiplerine en çok çorba ve ekmek dağıtılmıştır. Daha geniş hizmetler sunan imâretler de olmuştur. Amy Singer, Budin’deki bir imârette çorba ve ekmeğin yanında pilav ve yahninin de dağıtıldığını söylüyor. Diğer bazı imâretlerde ise hayvanlara yem verilmektedir. Bu durumda imâretlerin işlevi kervansaraylar ve hanlarla birleşmiş oluyordu. Zira bu tür hizmetler genelde bu yapılarda verilmekteydi. İmâretlerde cuma gecelerinde daha zengin yemekler verilirdi. Evliya Çelebi’nin bahsettiğine göre bu yapılarda sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez yemek verilirdi. Bazı imâretler ise kaynaklarının yetersizliği sebebiyle Cuma ve aşure günleri ile Ramazanlarda hizmet verebilmekteydi.[24]
Çelebi, seyahat etmek için her türlü fırsatı değerlendirmeye çalışır. Hac yolculuğundayken dahi bunu, daha fazla yer görmek için bir vesile sayar. Yolculuk boyunca karşılaştığı yerleşim yerlerine büyük bir ilgiyle gider gelir. Eserinde buralara yer vermek için konakladığı yerlerle yetinmez. Mesela Şam kervanıyla çıktığı yolculuğunda sadece konakları tasvir etmez, yakınlardaki yerleşim yerlerini de anlatır. Çelebi, dönüşte Mısır kervanıyla yola çıkar ve bu sefer bambaşka bir güzergâhtan giderek farklı yerler görür. Gittiği yerlerde türbeleri ziyaret etmeye özellikle dikkat eden Çelebi, buralara çok önem verir ve ziyaret yerlerini görmeden geçmemeye çalışır. Seyahatnâme’de, kendisinin enbiya ve evliyâ ziyaretine memur olduğunu söyler. O, bir yerin ziyâret yerlerini gezememişse bunu özellikle belirtir. Bunun sebebi de genelde gezilecek yerlerin çok olmasıdır. Çelebi seyahate çıkmak istediğinde yahut kararsız kaldığında genelde İstanbul’da bulunan sahabe ve evliya türbelerine gider. Seyahatnâme’nin bir yerinde şöyle der:
“Bu hakîr Evliyâ âlem‑i şebâbda ve devr‑i felek‑i pür-şitâbda bu kuvâ‑yı beden terakkîde iken kuvvet‑i basarım ile her ne tarafa nazarım tîrini şast ber-kabza‑i sa‘y kavsı ile çeküp atsam ol ân nişân ururdum. Bi-emri Hudâ sayf u şitâda ne cânibe azîmet etsem elbetde ol diyâra vasıl olurdum. Ammâ İslâmbol’da altı ay meks edüp başıma zindân oldu. Âhirü’l-emr bin seksen bir Leyle‑i Kadr’inde himmet‑i merdân himmetin ricâ edüp cemî‘i evliyâ ve enbiyânın ervâh‑ı şerîflerinden istimdâd taleb edüp Ebâ Eyyûb‑ı Ensarî hazretlerin ziyârete azîmet etdim.”[25]
Seyahatnâme’de, Evliya Çelebi’nin birçok konuya hâkimiyeti hissedilir. Tarih bunların başında gelir. Eserin “Târih-i Seyyâh” olarak anılması bu bakımdan zikre şâyândır. Evliya Çelebi zaten Seyahatnâme’de eserin yazılış sebebini geçmişte yaşananların bilinip anlaşılması şeklinde ifade eder. Çelebi’nin, yazdıklarında seyahat intibâlarını yansıtmakdan ziyade târihî, folklorik, mahallî malzemeyi merkeze alma gayretinde olduğu görülür. Seyahatnâme’ye İstanbul’un tarihini anlatarak başlaması da herhalde yukarıdaki durumla beraber düşünülmelidir.
Onun tıp bilgisinin de iyi olduğu bazı satırlarından hemen anlaşılır. Bursa’da, Eski Kaplıca münasebetiyle söylediklerinden hareketle İhtifalci Mehmed Ziya onun “gâyet müdekkik hıfzu’s-sıhhaya âşinâ bir zât”[26] olduğunu söyler.
Evliya Çelebi, gezdiği yerlerin dili, şivesi, konuşma üslûbu hakkında bilgi vermeyi çok sever. Konuşulan diller hakkında Seyahatnâme’de sayfalarca malumat ve örnek bulmak mümkündür. Mesela Vardar Yenicesi’nde konuşulan Türkçe için şöyle der: “Ammâ ıstılâhât‑ı lisânları Rûm lehçelerine yakın, varmısık, gelmısık ve onlar ile görismısık ve şöyle etmısık ve böyle etmısık, el-hâsıl sık lafzını sık sık isti‘mâl ederler.”[27]
Evliya Çelebi, yerleşim yerlerinin isimlerinin kökeniyle çok fazla ilgilenir. Bunların bir kısmı yakıştırmadır. Ancak, onun böyle bir merakının olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuya “Evliyâ kelimelerle oynayarak kelime oyunu yapma fırsatını hiç kaçırmaz” diyen Robert Dankoff da dikkat çeker ve Seyahatnâme’deki bu yaygın durumun insana bazen yadırgatıcı gelebildiğini söyler. Evliya Çelebi; İstanbul’un “İslambol”, Bükreş’in “Ebû Kureyş”, Trabzon’un “tarab-efzûn”, İpsala’nın “İptidâ salâ”, Pravadi’nin “Bir er vardı”, Bursa’nın “Bulursa”, İznik’in “İznimdir var git” ve “İznim git”ten geldiğini söyler. Yine Dankof, Seyahatnâme’de çok sık karşılaşılan bu durumun bir tür “köken eşeleme hastalığı” olduğunu ileri sürer.[28] Evliya Çelebi, bu türden görüşlerini özellikle şehirlerin kuruluşuyla ilgili bölümlerde sıralar. Mesela Bursa’nın kuruluşu ve şehrin isminin nereden geldiğiyle ilgili şunları söyler:
“Tevârîh‑i Süleymânnâme’de ve Târîh‑i Evveliyyât‑ı Tuhfe’de tahrîr eder kim bir kerre Hazret‑i Süleymân kerr u ferr u dârât ile taht‑ı Süleymânîsi üzre ber-hevâ tayarân ederken Bursa hâyilinde sâbite olan cebel‑i Ruhbân’ın zirve‑i a‘lâsı üzre meks edüp cânib‑i erba‘aya nigerân edüp esnâ‑yı kelâmda Hazret‑i Süleymân vezîri Âsaf-ı Berhayâ’ya der kim, ‘Ne olaydı şu ferah-fezâ yerde bir şehr‑i azîm olaydı’ buyurduklarında hemân ecinne ve dîv [ü] perîlerden ba‘zı musâhib‑i mukarrebînler eyitdiler: ‘Yâ Emînallah! Bir kerre Tûfân‑ı Nûh’dan evvel bu mahalle bir Süleymân ile leşker-keş olup geldiğimizde bu kûh‑ı bülendin dâmeninde bir kal‘a‑i azîm ve bir şehr‑i kadîm var idi. Ol kal‘ayı cânn kavmi yapdı derler. Almada âciz olup bî-feth rücû‘ edüp gitdik. İşte Tûfân’da gark olup nâm [u] nişânı güm olmuş’ dedikde tiz Hazret‑i Emîn cümle ins ü cinne, vuhûş u tuyûra emr edüp derhâl taş u toprağın tathîr ederken kal‘anın burc [u] bârûları nümâyân olur, ammâ tathîrinde usret çekerler. Hemân Emîn‑i Mübîn rîha emr edince bir kerre Lodos rûzgârı Âd kavmine esdiği gibi bir rîh‑ı akîm esüp cümle taşı ve toprağı hevâya perrân edüp tarfetü’l-ayn içre kal‘anın der-i dîvârları ve burc [u] bârûları zâhir olur. Bir dîv‑i sefîd eydür ‘Yâ Emînallah! Bu kal‘anın altındaki kayalarda bir mutalsam kenz vardır. Anı bulsanız dünyâ halkına inkırâzu’d-devrân kifâyet ederdi’ der. Bir div dahi mu‘âraza edüp ‘Bulunmaz’ der. Biri dahi ‘Eğer ol dahme bulunursa ol defîne ile Emînullah bu şehri imâr ede’ der. Kimi bulunursa, kimi bulunmazsa derler. Derhâl dîvlere emr edüp ol dahmeyi bulup şehri ta‘mir [u] termîm edüp ismini Bulursa korlar. Bursa, Bulursa’dan galatdır.”[29]
Evliya Çelebi, seyyahların her dilden anlaması gerektiğini ifade eder. Seyahatnâme’de şöyle der: “Ammâ seyyâh‑ı âlem ve nedîm‑i benî Âdem olan kimesnelere her lisândan ekmek ve su isteyecek kadar ve kendüye bir zarar geleceğin fehm edecek kadar gûnâ-gûn lisân bile kim kendüyi girdâbdan halâs ide. Zîrâ her şey’in cehlinden ilmi yeğdir.”[30]Böylece seyyah, yabancı memleketlerde yolunu bulup güvende olabilecektir. Hatta Çelebi, seyyahın çeşitli dillerde söylenen küfürlü ifadeleri de bilmesi gerektiğini söyler.
Bu ilgi çekici fikir onun yabancı dillerle neden bu kadar çok ilgilendiğini de nispeten izah etmektedir. Evliya gittiği yerlerin dilleri ve şiveleri hakkında örnekler ve bilgiler verir. Onun en fazla örnek verdiği dil malzemesi Doğu Anadolu ve Azerbaycan bölgelerine aittir. Bölgenin çok farklı milletleri bir arada tutması Evliya Çelebi’nin bu ilgisi üzerinde etkili olmuş olmalıdır. Çelebi, burada bazı yapıların kitabelerini okumaya, bunları yorumlamaya çalışır. Bunları Çağatayca ve Moğolcaya benzetir, fakat başka yerlerde karşılaşmadığı bir dilde kaleme alındığını ifade eder. Evliya Çelebi’nin diller hakkındaki bu ilgisi üzerinde uzun uzadıya duran Robert Dankof onun dilciliğinin tarihçiliğinden daha iyi olduğunu söyler.[31] Evliya Çelebi, Seyahatnâme’de Kırım’da konuşulan diller hakkında şu bilgileri verir:
“Ve elsine‑i muhtelifeleri birbirlerine mugâyirdir, zîrâ cümle Tatar on iki lisân üzre tekellüm edüp birbirlerinin lisânların tilmaş ile ya‘nî tercümân ile anlanır kelimât‑ı lugatları vardır. Ve asfah u fasîh u belîğ elfâz‑ı dürerbârları var. Evvelâ lisân‑ı Çağatay ve lisân‑ı Kumuk ve lisân‑ı Moğol ve lisân‑ı Boğol ve lisân‑ı Türkmân ve lisân‑ı Noğay ve lisân‑ı Kaytak ve lisân-ı Kozak ve lisân‑ı Heşdek ve lisân‑ı Dağıstân. Acem ve Hind ve Özbek ve Bulgar, bunlar dahi Tatar olmağile başka lisânları ve başka gûne kitâbetleri var kim bir lisâna müşâbih değildir. Her biri birer gûne lehçe‑i mahsûsaları vardır.”[32]
Gerçekten de Seyahatnâme dil ve lehçe örnekleri bakımından zengin bir çeşitliliğe sahiptir. Evliya, Çorum münasebetiyle yörenin diyalektini yansıtan bir örnek verir. Kırım’ı anlattığı yerde Kırım Türkçesi örnekleriyle metni zenginleştirir. Çelebi, sadece Türkçe örnekler değil, Boşnakça, Hırvatça, Latince, Slavca, Sırpça, İtalyanca, Arnavutça, Romence, Macarca, Almanca, Yunanca gibi Avrupa dilleriyle ilgili örneklerle Seyahatnâmesini besler. Bunlar üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bunun yanı sıra Kafkasya ve Afrika’da konuşulan dillerle ilgili notlara yine Seyahatnâme’de rastlamak mümkündür.[33] Evliya Çelebi, eserinde bildiği diller hakkında da bilgi vermektedir. Seyanatnâme’nin birinci cildinde Yunan ve Latin dillerinden anladığını söyler.
Evliya Çelebi’nin Seyâhatnâme’de dikkat çeken bir başka özelliği gidip gördüğü yerlerin folklorundan edebiyatına, ticaretinden ekonomisine, insanlarından tabiat güzelliklerine kadar hemen her şeye duyduğu tecessüsüdür. O, bunları tıpkı konuşur gibi, birilerine başından geçenleri anlatır gibi nakletmektedir. Tanpınar bu sebeple Evliya’yı “güzel konuşan, gördüklerini anlatan adam”[34] diye tarif eder ve onunla ilgili şöyle der:
“Bizim eskilerin arasında bile bundan derbeder üsluplu bir muharrir bulmak güçtür. Fakat yazmak, bir okuyucu kalabalığına bir şeyden bahsetmek, gördüğü veya işittiği veya düşündüğü bir şeyi anlatmak ve hepsinden daha gücü olan mâşerî bir zihniyeti vermekte Evliyâ Çelebi emsalsizdir. O zaman bütün edebiyatımızda yaradılıştan büyük muharrir doğanların başında onu saymak lâzım gelir.”[35]
Çelebi, Tanpınar’ın da söylediği gibi mâşerî zihniyeti vermekte emsalsizdir. O, bize sanki eksik kalmış yahut tamamlanması için yazıya geçirilmesi gereken koca bir birikimle gelir. Efsaneler, masallar, insanlar, devletler tarihi ve hadiseler o kadar birbirine geçmiştir ki, bunu çözmeye ve ayrıştırmaya çalışmak herhalde Seyâhatnâme’nin ruhuna aykırı düşerdi. Nitekim Evliya Çelebi bu anlamda medeniyetimizin ve bu kültürün tam bir sözcüsü gibidir. Yine Tanpınar’ın dediği gibi,
“Onun gözü ve muhayyilesi bir fertten ziyade, bir mâşerin gözü ve muhayyilesidir. Zaten asrın sonunda, Kosova muharabesinde veya İstanbul fethinde bulunmuş gazilerin sade diliyle yazmakta tereddüt etmeyen bu İstanbul çocuğunda her şey, bütün zenginlikler halktan gelir. O halkın gözüyle görür, onun muhayyilesi ile düşünür, onun sinizmiyle kabul ve inkâr eder ve onun derin imanıyla yaşar.”[36]
Bu sözler, aslında Evliya Çelebi gibi bir şahsiyetin niçin yetiştiğine dair sorulara da bir cevap teşkil etmektedir.
Semih Tezcan, “Türlerüstü devasa bir yapıt…” dediği Seyahatnâme için “İçinde yalnız seyahat yok, seyahat sanki bahane, bu eserin içinde seyahatin yanında her şey var”[37] derken, eserin muhtevasının tayin edilemez renkliliğine ve çeşitliliğine işaret eder. Seyahatnâme bu hâliyle efsanelerin, destanların, masalların, kahramanlıkların, tarihin arkasında duran ve müthiş bir yaşama iradesi gösteren kuvvetin kaynadığı bir eser görünümündedir. Belki zengin, köklü ve derinden derine hâlâ yaşayan bir birikimin bir seyâhat kitabında açığa çıkmasıdır. Seyahatnâme için bir bakıma “milletin tarihi”[38]demek herhalde daha doğru olur. Buradan hareketle Çelebi için ise “milletin tarihçisi” tâbiri herhalde uygun düşerdi. Çünkü o “mensup olduğu medeniyetin bütün ruh ve zekâ inceliklerine sahip olan [bir] seyyah”tır.[39]
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, bu kısa yazının sınırları içerisinde ele almak gerçekten çok zor. Çelebi, Ahmet Midhat Efendi’nin de söylediği gibi her medeni milletin yetiştirmekle iftihar edeceği şahsiyetlerden birisidir. Seyahatnâmesi ise münferit olarak çeşitli konular çerçevesinde tek tek ele alınabilecek zenginlikte bir eserdir. Ancak eserin Türk Edebiyatında seyahatnâme türünde çok belirleyici bir rol oynadığını, bu türe isim babalığı yaptığını burada tekrar vurgulamak gerekir.
Dipnotlar
[1] Nuran Tezcan, “Seyahatnâme”, TDVİA, Yıl: 2009, c. 37, s. 16.
[2] Rıdvan Canım, Divan Edebiyatında Türler, Grafiker Yayınları, Ankara 2010, s. 251.
[3] Musa Duman, “Evliyâ Çelebi Yalancı mıydı?”, Evliyâ Çelebi Konuşmaları/Yazılar, Haz.: M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 172.
[4] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi 1. Kitap: İstanbul, Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay, YKY, İstanbul 1996, s. 10.
[5] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi 1. Kitap: İstanbul, Haz.: Orhan Şaik Gökyay, YKY, İstanbul 1996, s. 10-11. Bu satırların günümüz Türkçesinde karşılığı aşağı yukarı şöyledir: “Yürü, ok ve yay ile gaza eyle, Allah seni korusun ve onun emanetinde ol. Muştularım seni, burada ol kadar ruh ile görüşüp ellerini öptünse, sana hepsini ziyaret etmek fırsatı doğar. Dünyayı gezen tek bir kişi olursun. Ama gezip dolaştığın bakımlı ülkeleri, kale ve memleketleri, olağanüstü olayları ve yapıları, her diyarın kendine özgü ürünleri, san’atlarını, yiyecek ve içeceklerini, ülkelerin enlem ve boylamlarını yazarak olmayacak bir eser meydana getir ve benim silahımla iş gören, dünya ve ahirette oğlum ol, hak yolu elden koma, kuşkudan, kuruntudan beri ol, ekmek, tuz hakkını gözle, dost görünen yaramazlarla yar olma, iyilerden iyilik öğren.” bkz.: Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Giriş), Haz.: İsmet Parmaksızoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 5-6. Evliya Çelebi, söylediğine göre hac yolculuğunu da rüya üzerine gerçekleştirmiştir. Bir Kadir Gecesi Eyüp Sultan’ı ziyaret eder. O gece rüyasında hocası Evliya Mehmed Efendi ile babasını görmüş ve onlar Çelebi’ye hacca gitmesini tavsiye etmişlerdir. Bunun üzerine Evliya Çelebi, arkadaşı Sâilî Çelebi ve köleleriyle birlikte hac için İstanbul’dan yola çıkmıştır. bkz.: Mücteba İlgürel, “Evliya Çelebi”, TDVİA, C. 11, s. 531.
[6] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi 1. Kitap: İstanbul, Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay, YKY, İstanbul 1996, s. 11.
[7] Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap-2. Cilt, YKY Yayınları, İstanbul 2012, s. 458.
[8] Evliya Çelebi’nin seyahatlerinin gerçekleşmesinde Melek Ahmed Paşa’nın büyük yardımları olmuştur. Çelebi, paşanın memuriyeti boyunca yanından ayrılmamış, o her nereye giderse onunla birlikte gitmiş ve bunu seyahati için önemli fırsat bilmiştir. Kendisine “Melek Ahmed Paşalı” denmesi de bunu göstermektedir. bkz.: Mücteba İlgürel, “Evliya Çelebi”, TDVİA, C. 11, s. 531. Evliya Çelebi, Melek Ahmed Paşa’nın vefatı üzerine çok üzülmüş, hatta bir saat kendinden geçmiş, baygın bir hâlde kalmıştır. Çelebi, Melek Ahmed Paşa’ya duyduğu sevginin anne tarafından akraba olduğu cihetten değil, onun “âşık-ı şeydâsı” olduğu cihetten kaynaklandığını söylemektedir. Melek Ahmed Paşa, Evliya Çelebi’nin birçok seyahatine vesile ve yardımcı olmuştur. Çelebi onun hizmetinde yirmi bir sene kalmıştır. Paşanın vefatından sonra Çelebi acısını dindirmek ve gönlündeki yangıyı hafifletmek için başka bir yolculuğun hazırlıklarına girişir. bkz.: Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, 6. Kitap-1. Cilt, Haz. Seyit Ali Kahraman, YKY Yayınları, İstanbul 2010, s. 169-182.
[9] Bu arada Evliya Çelebi’nin usta bir okçu olduğunu ifade edelim. Onun meşhur rüyasında okçuların pîri olarak kabul edilen Sa’d b. Ebi Vakkâs’ın yanına oturması da boşuna değildir.
[10] Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Akdeniz Adaları ve Girit Fethi), Haz.: İsmet Parmaksızoğlu, Kültür ve Turzim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 110.
[11] Nail Tan, Evliya Çelebi Seyahatnamesi: Folklorik Dizin Denemesi, Ankara 1974, s. 3’ten aktaran; Bâki Asiltürk, “Edebiyatın Kaynağı Olarak Seyahatnâmeler”, Turkish Studies Dergisi, Volume 4 / 1-I Winter 2009, s. 920.
[12] Bâki Asiltürk, a. g. m., s. 919.
[13] W. Barthold-M. Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, DİB Yayınları, Ankara 1984, s. 235.
[14] Bâki Asiltürk, a. g. m., s. 921.
[15] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi I. Kitap, Haz.: Robert Dankoff, Seyyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, YKY, İstanbul, s. 161.
[16] Evliya Çelebi, a. g. e., s. 166.
[17] Bu konuda yapılmış bir çalışma için bkz.: M. Askeri Küçükkaya, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde Tasavvuf Tarikatlar-Şeyhler-Tekkeler-Ziyâretgâhlar, Mostar Kitaplığı, İstanbul 2012.
[18] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi I. Kitap, Haz.: Robert Dankoff, Seyyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, YKY, İstanbul (?), s. 31.
[19] Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Hatay, Suriye, Lübnan, Filistin), Haz.: İsmet Parmaksızoğlu, Kültür ve Turzim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982, s. 6.
[20] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi III. Kitap, Haz.: Seyyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, YKY, İstanbul 1999, s. 7.
[21] Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap 2. Cilt, Haz.: Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, YKY Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2012, 456.
[22] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi IV. Kitap, Hazırlayan: Yücel Dağlı-Seyyit Ali Kahraman, YKY, İstanbul 2000, s. 81. Ayrıca bkz.: Amy Singer, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde İmâretler”, Çev.: H. Nazlı Pişkin, Evliyâ Çelebi Konuşmaları/Yazılar, Haz.: M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 227.
[23] Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Hatay, Suriye, Lübnan, Filistin), Haz.: İsmet Parmaksızoğlu, Kültür ve Turzim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982, s. 66.
[24] Amy Singer, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde İmâretler”, Çev.: H. Nazlı Pişkin, Evliyâ Çelebi Konuşmaları/Yazılar, Haz.: M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 228; Aynı eser, s. 230-231.
[25] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi IX. Kitap, Haz.: Yücel Dağlı-Seyyit Ali Kahraman-Robert Dankoff, YKY, İstanbul 2005, s. 6.
[26] İhtifalci Mehmed Ziya, Bursa’dan Konya’ya Seyahat, Yayına Haz.: Melek Çoruhlu, Kırk Ambar Kitaplığı, İstanbul 2009, s. 25.
[27] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi VIII. Kitap, Haz.: Seyyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff, YKY, İstanbul 2003, s. 77.
[28] Robert Dankoff, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesini Okuma Sözlüğü, Katkılarla İngilizceden Çeviren: Semih Tezcan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2008, s. 19; Aynı eser, s. 48.
[29] Evliyâ Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, II. Kitap, Haz.: Zekeriya Kurşun-Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, YKY Yayınları, İstanbul 1998, s. 9. Evliya Çelebi bu “köken eşeleme hastalığı” konusunda ısrarcıdır. Pravadi münasebetiyle şöyle söyler: “Niçe kimesne kitâbetde Pirevâdi, niçeler Perevadi, niçeleri “Bir er var idi” yazar. Hakkâ ki Belh [ü] Buhârâ’da Türk‑i Türkân Hoca Ahmed‑i Yesevî hazretleri Hâcı Bektâş‑ı Velî’yi Rûm’a Sarı Saltık ya‘nî Muhammed Buhârî hazretlerin gönderdikde Saltık‑ı Buhârî Sinop’dan Varna’ya, Varna’dan bu Pirevadi’de Dobruca krala gelüp bir ejderhâyı katl edüp bu Perevadi’de neşv [ü] nemâ bulduğundan “Bir er vardı”dan galat Pirevadi derler.” Evliyâ Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, III. Kitap, Haz.: Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, YKY Yayınları, İstanbul, 1999, s. 172. Çelebi’nin Niğbolu ismi hakkındaki yorumunda bunu bilinçli olarak yaptığı anlaşılmaktadır. O Niğbolu hakkında şöyle der: “Bânîsi Rûm krallarından İslâmbol bânîsi Kostantin‑i sânî karındâşı Nigepoli kraldır. Ya‘nî “Cennet kuşu kral” demek olur. Lisân‑ı Yunan’da poli kuşdur. Nige bir uçmağın ismidir. Ol kralın ismiyle müsemmâ Nigepoli’den galat Nigebolı derler. Rûy-ı dîvârlarında çok Urûm hattıyla târîhleri var. Gâyet kal‘a‑i kadîm imiş. Ba‘dehû sene (‑‑‑) târîhinde Yıldırım Hân feth edüp Nîkbolı demiş. Ya‘nî eyisi çok dimek ola.” Evliyâ Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, III. Kitap, Haz.: Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, YKY Yayınları, İstanbul, 1999, s. 178.
[30] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi III. Kitap, Haz.: Seyyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, YKY, İstanbul 1999, s. 230.
[31] Robert Dankoff, a. g. e., s. 35.
[32] Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi VII. Kitap, Haz.: Yücel Dağlı, Seyyit Ali Kahraman, Robert Dankoff, YKY, İstanbul 2003, s. 191.
[33] Robert Dankoff, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesini Okuma Sözlüğü, Katkılarla İngilizveden Çeviren: Semih Tezcan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2008, s. 41-42.
[34] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz. Zeynep Korkmaz, Dergâh Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 2005, s. 166.
[35] Ahmet Hamdi Tanpınar, a. g. e., s. 166.
[36] Ahmet Hamdi Tanpınar, a. g. e., s. 167.
[37] Semih Tezcan, “Türk Dilinin Büyük Ustası Evliyâ Çelebi”, Evliyâ Çelebi Konuşmaları/Yazılar, Haz.: M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 276.
[38] Musa Duman, “Evliyâ Çelebi Yalancı mıydı?”, Evliyâ Çelebi Konuşmaları/Yazılar, Haz.: M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 187.
[39] Ahmet Hamdi Tanpınar, a. g. e., s. 167. Evliya Çelebi, Seyahatnâme’de masalları ve destanları adeta konuşturur. Bir örnek olmak üzere Seyahatnâme’nin ilk cildinde İstanbul’un tılsımlarıyla ilgili anlattıklarını burada zikredebiliriz.