Seyyah ve Şehir

 

Bir seyyahın seyahate çıkmak için birçok gerekçesi vardır. Bunlardan birisi, onu yolculuğa iten karşı konulmaz bir arzuyu içinde taşıyor olmasıdır. Fakat gerçek anlamda bir seyyah şehirleri, ülkeleri niçin gezmek istemededir, bilinmez. Onu çağıran, kendine çeken, peşinden sürükleyen şey nedir, anlamak gerçekten zordur. Ancak söz konusu olan insandır. Onun içten içe daima bir sefer halinde olduğunu kabul edersek, bir kişinin mekân değişikliğini arzulamasını bu kadar yadırgamamak gerekir.

Bir seyyah, çıkacağı seyahatte nelerle karşılaşacağını pek bilmez. Bir plan ve programdan ziyade burada bir belirsizlik söz konusudur. Seyyah, yolda olmak için seyahat eder. Edebiyatımıza dört seyahatnâme ile önemli katkılarda bulunmuş Cenab Şahabeddin, Suriye Mektupları’nda bu belirsizliği şöyle ifade eder: “İşte benim yorgun çantam bir ihtiyar seyyah gibi şâyân-ı hürmet duruyor: Hac Yolunda, Âfâk-ı Irak, Avrupa Mektupları onun üzerinde solan yaftalar gibi, birer şahâdetnâme-i seyahattir, (…) zavallı yorgun yoldaşım, bu seyahatinden de kimbilir hangi diyarın izleri ve hangi yolların imzâ-yı gubârı ile avdet edeceksin.”[1]

Her seyyahın pek tabii ki gezip gördüğü yerlerle ilgili şahsî kanaatleri bulunur. Şehir mevzu olduğunda bu durum biraz daha belirgindir. Çünkü şehir dediğimizde içimizdeki arayışın, arzuların, düşüncelerin ve tecrübelerin de konuya dâhil oluşu söz konusudur. Gittiğimiz mekân, aradığımız şey, huzur bulduğumuz bir diyar aslında içimizdeki aidiyet duygusunun bir ifadesidir. Biz hakikaten bir yere gitmeyi çok istiyorsak bence bu biraz da mekânın bizi davet etmesindendir.

Hemen her şehrin kendine has birtakım hususiyetleri vardır. Seyyah, bir şehri o hususiyetiyle sever. Bu, şehirlere bağlanmanın da bir yönüdür. Fakat aynı şeyi Avrupa şehirleri için söylemek güçtür. Her şehir bir diğerinin kopyası gibidir. Bu durum Ahmet Hâşim’in de dikkatini çekmiştir. O bir yerde şunları diyecektir: “Hayatında büyük bir Avrupa şehri gören bir adam, kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş sayabilir: Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir.”[2]

Seyyahların şehirlerle ilgili intibaları çok çeşitlidir. Şehirden anlaşılan şeyin hemen herkes tarafından aynı olmasını beklemek doğru olmaz. Herkes, seyahat ettiği şehri bir tarafından izlemeye koyulur. Bu yüzden bir şehri kaç kişi ziyaret etmişse şehir hakkında o denli intiba vardır demek, herhalde yanlış değildir. Bir şehir için aslında birkaç kişiye gitmeye de gerek yok. Aynı yazarın bir şehir ve başka medeniyetler hakkında hissettiği ve düşündüğü şeyler arasında zaman geçtikçe farklılıklar bulunabilir. Mesela Edmond de Amicis’in İstanbul adlı eserine bakmak herhalde bu konuda bize yeterli malzemeyi verecektir.

Şehir, seyahat söz konusu olduğunda anlam katmanları açıldıkça içinde yeni kapılar beliren çok şahsî intibalar bütünü demektir. Daima tefsir edilir şehir. Gelen her şair, seyyah, mütefekkir onu başka başka yaşar. Yaşamak da zorundadır. Çünkü seyyah olmak bizi peşinden sürükleyen şahsî bir merakın esiri olmak demektir. Hiçbir plana gerek kalmadan, şehrin arka tarafında, gözlerden ırak bile olsa mekâna şahsiyet ve ruh katan şeylerin peşinde olmak demektir. O hâlde şehirde gördüğümüz ilginçlikler, bizde merak uyandıran hususlar, bir bakıma bizi ifade eden şeylerdir. Bu yüzden bir şehri gören iki seyyah, oradan başka başka şeyler devşirir. Şehre teslim olanla onu sevmeyen arasında yine bu sebepten büyük bir fark vardır.

Şehir, bir karşılaştırma duygusunun en çok hissedildiği yerlerdendir. İnsan, garip bir ruh hâliyle gördüğü yeri geldiği yerle kıyaslar. Özellikle 19. yy.’dan itibaren kaleme alınan seyahatnâmelerde bununla sık sık karşılaşırız. Bu mukayese konusunda, seyahat intibalarının en ilginç olanlarını görmek için herhalde Tanzimat aydınlarının yazdıklarını okumak gerekir. Ziya Paşa’nın meşhur “Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm” beyti, 19. yy. aydınının Avrupa’yı nasıl gördükleri konusunda bize bir süre yol gösterici olabilir. Fakat bu tezatlı bir ruh halidir. Avrupa’ya gidenler ve Paris’i görenler gerçekten mutlu mudur? Bu soruya yine Ziya Paşa, bir şiirinde şöyle cevap verir:

Yârân-ı vatandan bizi özler bulunursa

Düştük sefer-i gurbete muhtâc-ı du’âyız[3]

Turgut Cansever, Ziya Paşa’nın ilk beytiyle ilgili çok ilginç bir şey söyler: “Ziya Paşa bunu yazdığı sırada Fransız sanayileşmesi başlamış bulunuyor, Fransa’nın bütün şehirlerinin kenar mahallelerinde akıl almaz bir sefalet yaşanıyordu. Ziya Paşa’nın bundan haberi yoktu. Yaşadığı ülkenin güzelliklerini takdir etmekten acizdi. Alphonse de Lamartine’i hayranlıklara sürükleyen şeyden habersizdi.”[4]

Tanzimat devri aydınlarının Avrupa şehirleri ve özellikle de Paris hakkındaki tipik değerlendirmelerini Hoca Tahsin Efendi’nin “Paris’e git bir gün evvel, akl ü fikrin var ise / Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e!” mısralarından da takip edebiliriz.[5] Paris hakkında daha sonraki devrin değerlendirmeleri ise epey farklılaşır. Örnek olarak Tanpınar’ın bir sözünü nakletmek istiyoruz. Tanpınar, “İstanbul ve Boğaziçi mimarîsini tanıyan ve seven bir insan, Paris’te kolay kolay mağlûp olmaz”[6] derken bu şehri görmüş, belki de diğerlerinden daha iyi anlamış bir aydın olarak konuşuyordu. Şu farkla ki, Tanpınar, İstanbul’u ve onun şahsında Türk medeniyetini seviyordu.

Yine bu devrin önde gelen isimlerinden Ahmed Midhat Efendi, Paris’le ilgili gözlemlerinde nispeten daha tarafsızdır. O da Paris’te medenî terakkinin son haddine vardığını, yalnız mânevî bir gerilemenin söz konusu olduğunu söyler. Ahmed Midhat’a göre biz Avrupa medeniyetini oluşturan şeyleri kendi gelenek ve göreneklerimize göre düzenledikten sonra tereddütsüz bir şekilde alabiliriz.[7] Ahmed Midhat, Avrupa seyahatinde tarafsız olmak için özel bir gayretin içindedir: “Benim için bu seyahat bir tetebbu’-i azîm olduğundan zihnimi hiçbir gayret-i husûsiyeye hiçbir nev-i taassuba mahkûm etmemek ve güya bu kürre-i arz ahalisinden başka bir adam imişim de ahvâl-i arzı tetebbu’a gelmişim gibi davranmağa cebr-i nefs eylerim.  İşte bu tavr-ı bî-tarafâne ile Avrupa’da gerek iyi ve gerek fena her ne hal görmekte isem piş- gâh-ı muvâzene ve mukayeseye alırım.”[8]

Osmanlı’nın cephelerden yenilgiyle ayrıldığı devirlerden itibaren Avrupa’ya gönderilen sefirlerin, öğrencilerin ve seyyahların yazdıklarında bir mukayese fikri genelde öne çıkar. Seyyah, bundan sonra gâlip Batılının karşısında mağlup bir Doğuludur. Muzaffer rakibinin medeniyetin her sahasında gösterdiği yenilik, onu hayranlık ve teslimiyet içinde bırakmaktadır. Görülen birçok şey mükemmeldir ve bizde örnekleri yoktur. Bu türden intibalar belki de artık psikolojik üstünlüğünü kaybetmiş bir medeniyetin, seyyahın yazdıklarına aksetmesidir. Böyle bir hâle Evliya Çelebi’de rastlamayız.

Meselenin ilgi çekici yanı, hemen hemen aynı dönemde Batılıların Osmanlı şehirleriyle yakından ilgilenmeye başlamalarıdır. Avrupalıların şehirlerimize bakışıyla bizim kendi şehirlerimize bakışımız arasındaki farkı görmek adına Turgut Cansever’in şu satırlarını okuyalım:

“… 1924’te, Le Corbusier Balkanlardaki Osmanlı şehirlerini, Trakya’yı, İstanbul’u geziyor. Buradan hareket ederek, müthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler, yaptığı tespitler Le Corbusier’in mimarîsinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üzerine cetvelle çizdikleri yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün dünyada şehir planlarına ‘şehir planı’ denirken, Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor. Sanki daha evvel mamur değilmiş de(?) sonra mamur olacakmış gibi.”[9]

Bir süre Türkiye’de yaşayan Fransız yazarlardan Alphonse de Lamartine “Doğu Seyahati” adlı eserinde şöyle der: “Bu memleketin iki özelliği var ki bunları hiçbir Batılının tasavvur etmesine imkân yoktur. Birisi, bu memleketin temizliği ki hiçbir Batılı böyle bir temizliği tasavvur dahi edemez. İkincisi de memleketin güzelliği.”[10] Lamartine’den sonra yaklaşık otuz sene sonra Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Avrupa memleketleri için benzer şeyler düşündüklerini söylemeye gerek yok. Fakat Namık Kemal’in 19. yy. Londrası hakkında yazdıklarıyla ilgili yine Turgut Cansever’in “Namık Kemal hayal görmüş bulunuyor” sözlerini ekleyelim. Çünkü onlar, küçük bir grubun gösterişli hayatını görmüşler, fakat büyük insan kitlelerinin yaşadığı sefaleti görememişlerdir.[11]

Türk aydınının Avrupa’ya bakışını yansıtması açısından Tanzimat yılları içinde yazılan ve oldukça dikkat çeken bir seyahatnâme vardır: Hayrullah Efendi’nin Yolculuk Kitabı. Kaynaklar Hayrullah Efendi’yi Osmanlı Devleti sınırları içinde yetişen Avrupaî zihniyette ilk seyyah kabul ediyor. Hayrullah Efendi, belirgin bir biçimde Doğu ile Batı’yı karşılaştırır ve şöyle der: “Bir yabancı Avrupa’nın hâlini husûsan Paris’in ahvâlini vatanına avdet ettikten sonra anlayabilir. Çünkü Frengistan’da bulunduğu müddette gözlerin her an ve dakika yeni şeylere müsadif olması hayret ve istiğrabıyla, her gördüğü eşyanın nef’ ve mazarratını fark ve temyiz için zihnini meşgul etmeye vakit bulamaz.”[12]

Bu karşılaştırma fikri seyahatnâmelerin muhtevasında az veya çok görülür. Bu Tanzimat Edebiyatı devrinde kaleme alınan seyahatnâmelerde biraz daha belirgindir. Aynı mukayese fikrinin Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kaleme alınan seyahatnâmelerde de görüldüğünü söyleyebiliriz.

[1] Bâki Asiltürk, “Edebiyatın Kaynağı Olarak Seyahatnâmeler”, Turkish Studies Dergisi, Volume 4 / 1-I Winter 2009, s. 967.

[2] Ahmet Hâşim, Bize Göre Gurebâhâne-i Laklakan Frankfurt Seyahatnamesi, Haz.: Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, s. 180.

[3] Önder Göçgün, Ziya Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Bütün Şiirleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 216.

[4] Turgut Cansever, Osmanlı Şehri, Timaş Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2013, s. 89. Ziya Paşa ve çağdaşlarının Avrupa’yla ilgili değerlendirmeleri için bkz. Bâki Asiltürk, Türk Edebiyatında Avrupa Seyahatleri (1839-1923), Marmara Ünversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul 1997; Baki Asiltürk, Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2000.

[5] Bâki Asiltürk, “Edebiyatın Kaynağı Olarak Seyahatnâmeler”, Turkish Studies Dergisi, Volume 4 / 1-I Winter 2009, s. 931. Paris’le ilgili intibalar belediyecilik konusunda da yoğunlaşmaktadır. Ömer Faiz Efendi’nin “Samimiyetle itiraf edeyim ki, Paris’i görünceye kadar belediyelerin şehir sokaklarını muayyen zamanlarda sulamalarının aslî vazifeleri arasında olduğunu bilmiyordum. Hatta geldiğimiz ilk günün sabahının çok erken saatlerinde tekerlekleri fazla patırtı yapmasın diye tedbir alınmış tek atlı arabalarla büyük fıçıların iki tarafındaki hortumlardan fışkıran sularla caddeleri bir temiz yıkıyorlardı.” Aktaran: Bâki Asiltürk, a. g. m., s. 935-936. Mîna Urgan da, Hoca Tahsin Efendi’nin bu mısralarını “Yerden göğe kadar hakkı var” diyerek destekler. bkz.: Mîna Urgan, Bir Dinozorun Gezileri, YKY Yayınları, İstanbul 2000, s. 150. 

[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Haz.: Birol Emil, Dergâh Yayınları, İstanbu 2000, s. 251.

[7] Bâki Asiltürk, a. g. m., 940-941.

[8] Carter V. Findley, Ahmed Midhat Efendi Avrupa’da, Çev.: Ayşen Anadol, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 14.

[9] Turgut Cansever, Osmanlı Şehri, Timaş Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2013, s. 89.

[10] Turgut Cansever, a. g. e., s. 88.

[11] Turgut Cansever, a. g. e., s. 88-89

[12] Hayrullah Efendi, Avrupa Seyahatnamesi, Haz.: Belkıs Altuniş-Gürsoy, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002, s. 187.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen