Otuz yılı aşkın süredir Japan siyasetinin en önemli aktörlerinden biri olan Shinzo Abe (安倍 晋三) geçtiğimiz hafta suikaste uğradı. Suikast Japonya’nın Deniz Kuvvetleri’nin eski bir çalışanı olan Tetsuya Yamagamu adlı bir tetikçi tarafından gerçekleştirildi. Japon güvenlik güçlerine verdiği ifadede annesinin bir ‘dini gruba’ çokça bağış yaptıktan sonra iflasa uğradığı, bu nedenle bu dini grubun liderini öldürmeyi hedeflediğini belirtti.
Bu anlamlandırılamayan açıklama, milyonları neden Abe’nin öldüğü konusunda ikna etmekte yetersiz kalıyor. Dünyadaki diğer siyasi suikastlerde olduğu gibi Abe’nin neden ve kim tarafından öldürülmek istendiğine net bir cevap bulmak mümkün değil. Ancak Japonya’nın kaderini değiştiren kişi olarak bilinen bu liderin, miras bıraktığı önemli politikalarından, Japonya’nın Asya Pasifik’te ve uluslararası sistemde değişen konumundan bahsetmek önemlidir.
Japonya’nın en uzun süre görevde kalan başbakanlarından bir olan Abe, ekonomi, dış politika, askeri ve yargı alanındaki radikal reformları ile tanınıyordu. Abe’nin bu alanlarda yapmış olduğu ve gelecekte yapmayı hedeflediği politikaları akademisyenler, medya ve siyasetçiler tarafından Japonya’nın uluslararası sistemdeki konumunu yükseltme ve ülkenin Asya kıtasındaki ekonomik ve askeri gücünü Çin ve Kuzey Kore gibi diğer yükselen güçlere karşı güçlendirme girişimi olarak değerlendirildi.
Shinzo Abe “politika sonuç üretmeyi gerektirir” sloganına sıkı sıkıya bağlı idi. Japon siyasi tarihi uzmanı Jeff Kingston Time’a verdiği röportajında, Abe’nin ülke çapında uygulamaya koyduğu reformların ve dış politikadaki yeni tutumlarının, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri süregelen ülkenin stabil halini sona erdirdiğini ve uluslararası sistemde ülkenin güvenini yeniden canlandırdığını belirtti. Bu noktada Japon liderin ülkesine yeni yaklaşımları ile ne kattığını anlamak önemli hale geliyor.
Görev süresinin ikinci döneminin başlamasına tekâbül eden 2012 yılında, dünyadaki küresel kriz ve 2011 yılında yaşanan Tōhoku deprem felaketi nedeni ile ülke ekonomisinde ciddi bir durgunluk ve uzun vadeli deflasyon sorunu vardı. Bu nedenle, iktidara geldiği ilk günden itibaren Abe öncelikli gündemini Japon ekonomisinin toparlanması olarak belirledi.
Japonya için yıllardır süren düşük büyüme sorununun ardından, ülkenin ekonomik büyümesine hızlı bir başlangıç yapmayı hedefleyen imza programı Abenomics’i yine aynı yıl içerisinde duyurdu. Bu plan üç ana alt politikayı içeresinde barındırıyordu: hükümet harcamalarının kamu hizmetlerini ve iktisadi teşvikleri kapsayacak şekilde arttırılması, ülkedeki para arzında artışa gidilmesi ve yapısal reformları genişletilmesi.
Abenomics içindeki en dikkat çekici hedeflerden biri, işgücü ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. Plan bu amaca yönelik geniş kapsamlı yapısal reformları içeriyordu. Abe kadınların ülke işgücüne daha fazla katılması gerektiğini içeren Womenomics’i devreye soktuklarını ve göçmenlerin ülkede çalışmaları için hükümet olarak daha uygun şartlar oluşturacaklarını birçok konuşmasında dile getiriyor ve hayata geçiriyordu.
Başbakan Abe’nin bir diğer önemli politika girişimi de ülke anayasasının gözden geçirilmesiyle ilgiliydi. Bahsi geçen Anayasa 1948 yılına dayanıyordu. Japonya’nın askeri ve savunma harcamalarını kısıtlayan bu anayasa o dönemde ABD tarafından hazırlanmış, 2. Dünya Savaşı sonrası anayasası diye biliniyordu. Bu konu Japonya için ve ama Asya-Pasifik Bölgesi’nde ABD için de önemli bir dönüm noktası olabilirdi.
21. yüzyılın getirdiği birçok değişim ve özellikle Asya kıtasında Çin ve Kuzey Kore’nin askeri anlamda güçlenmeleri ile kızışan rekabet ortamında anayasada değişime gidilmesi, Japon ordusunun güçlendirilmesi Abe’nin değimi ile Japonya’nın varlığı için hayati önem taşımaktaydı. Abe’nin bu alandaki ilk kayda değer girişimi, 2015 yılında Japon hükümetini Japon birliklerinin ilk kez denizaşırı ülkelerde savaşmasına izin veren bir yasa çıkarılmasına ikna etmesi ile gerçekleşti.
Abe’nin Japonya’ya küresel ilişkilerde yeni bir kimlik kazandıran bu kayda değer politikaları bir yandan desteklenirken bir yandan da eleştirildi. Uzun süredir devam eden bu tartışmada kaybolmak yerine, Abe’nin politikalarının arka planında yer alan önemli bir gerçeğin altını çizmemizde yarar var: Asya’daki yükselen güçler arasındaki kızışan rekabetin ve çekişmenin Japonya’nın kıtadaki güvenli ve stabil konumunu tehdit etmesi. Tüm bu gelişmelere Japonya perspektifinden bakıldığında Abe’nin politikalarının daha anlamlı hale geldiğini söylemek mümkün.
Abe’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Japon politikalarından oldukça farklılaşan politikalarının Japonya’yı neoliberal ekonomik düzenden ve geleneksel Batıcıl güvenlik algısından uzaklaştırdığı söylenemez. Aynı şekilde, ülkenin Çin ve diğer yükselen güçler gibi tamamen bağımsız ve farklı ekonomik büyüme modellerini benimsediğini belirtmenin de doğru olmayacağını düşünüyorum.
Nitekim, Abe görev süreci boyunca her zaman ABD-Japonya ittifakını vurguladı. Foreign Affairs tarafından yapılan 2013 röportajında; “ABD’nin Asya’ya yönelik stratejik yeniden dengelemesini memnuniyetle karşılıyoruz ve memnuniyetle destekliyoruz” diye belirtti. Ayrıca 2016’dan beri Trans-Pasifik Ortaklığı’nın gelişmesi adına büyük çaba harcadı.
Sonuçta, Abe’nin köklü politikaları ile başlayan ülkedeki değişime bakılarak, diğer yükselen güçler gibi Japonya’nın da küresel sistemde bir kimlik arayışı içinde olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada stratejistleri, politikacıları, akademisyenleri, gazetecileri düşünmeye sevk eden sorun ise ülkenin bu yeni kimlik inşasına ve değişen konumuna önemli politikalar ve idealler ile liderlik eden kişinin garip bir neden ile öldürülmüş olması.
Melike Metintaş
Bilkent Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi