Bayağı bir sancılı süreçti 2017 yılı. Canım, herkes anımsıyordur yaşananları ve de ABD Yönetimi tarafından Türk milletine hor görülen vize kısıtlaması muamelesini, hatta daha da ileri giderek, bir nevi cezalandırmaya yeltenmesini, sanırım hiç kimse unutmamıştır. Türkiye de mukabele-yi bil misil ile yani ABD’nin son derece yanlış bir düğmeye basarak almış olduğu vize kısıtlaması kararına karşı misli ile yanıt vermiştir. Ama unutmayalım, bütün bunların odak noktasında millî duruşundan ödün vermeyen Türk Silahlı Kuvvetleri hedef olarak alınmıştır. Evet sevgili okurlar, baştan sona hatalı ağır ve eşi menendi olmayan bu kararın alınmasının üzerinden dolu dolu üç yıl geçti, hala da durulmuş değil, devam ediyor. Bu olay bir milat oldu ve de gittikçe artan tırmanmayı içeren gerginlik dönemi böyle başlamış oldu. Ama Türk insanı yapılanları unutur mu? Diye bana soracak olursanız, Türk halkı yapılan bu muameleye ömrü billah unutmaz, derim. Türk halkının gözünde değil vicdanında ‘Çirkin Amerikalı’ görüntüsü gittikçe perçinleşir.
Şimdi bir kâbus gibi yaşanan ‘Vize Kısıtlaması Olayı’nı tekrardan anımsayalım mı? Washington’ın FETÖ ile de doğrudan ilişkili, İzmir’e neredeyse yerleşik, Fetulla’nın Kestane Pazarı Camiinde vaaz verdiği yerin karşısında ayrılıkçı terör faaliyetine devam eden Amerikalı Pastör Andrew Brunson’ın serbest bırakılmaması karşılığında başlatmış olduğu vize kararlarına karşı Türkiye’nin de misli ile yanıt verme krizi. Bu meselede ABD’nin yaklaşımının orantısız ve gereksiz olduğu açıkça görülmektedir. Bana göre, almış olduğu karar da baştan sona hatalı ve ağır olmuştur. ABD’nin göçmen olmayan vize hizmetlerini askıya almasına yönelik bu kararının ABD-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerde de daha öncekilerle karşılaştırıldığında bir emsalinin de bulunmadığını bir yerlere not edelim.
Gelin şimdi de daha önceki krizleri bir bir anımsayalım. Irak’a ABD müdahalesinden önce TBMM’de yaşanan 1 Mart 2003 tarihli “Tezkere Krizi” ve dört ay sonra ABD’nin kuruluş günü yıldönümünde yani 4 Temmuz 2003 tarihinde Irak’ın Süleymaniye kentinde Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı subayların bulunduğu karargâha düzenlenen baskınla Bağdat’a götürülen subaylarının başına geçirilmesi ile özdeşleşen “Çuval Olayı”. Bu olaydan sonra yaşanan en önemli kriz ise ‘Vize Kısıtlaması Krizi’ olmuştur. Evet sevgili okurlar, ABD-Türkiye Cumhuriyeti arasında son 60 yıldaki bu 6’ncı kriz, bayağı katmerli bir kriz olmuştur. Bu olayla ABD ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından tarihte ilk kez karşılıklı olarak vize başvuruları askıya alınmıştır. Canım n’olacak Türkiye’nin mütekabiliyete göre almış olduğu vize kısıtlaması kararı falan demeyin. ABD ve Türkiye Cumhuriyeti arasında ekonomik bakımdan son zamanlardaki artışa koşut olarak ABD yurttaşlarının da maruz kaldığı uygulamadan bayağı mağdur olduklarını söyleyelim. Ama, unutmamak gerekir ki, bu işi başlatan da her zaman olduğu gibi, yine ABD olmuştur. Prof. Dr. Arnold J. Toynbee’nin ‘Meydan Okuma ve Yanıtlama” (Challange&Respond) tezi bir kez daha ispatlanmış, Haçlı Seferlerinden beri yapılan meydan okuma yine Batıdan, Batı Medeniyeti’nden gelmiştir. ABD 1974 haşhaş krizinden ve Kıbrıs Barış harekâtından sonra yaşanan silah ambargosu sürecinde bile Türk halkını doğrudan hedef alan böyle bir kısıtlayıcı diplomatik yaptırıma tevessül etmemiştir.
Unutulmaması gerekir ki, yaşanan bütün krizlerde Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin tüm meydan okumalara misliyle cevap vermiştir. Çünkü mütekabiliyet Türkiye Cumhuriyeti dış politikasının en önemli aracı olmuştur. Prof. Dr. Seha Meray’ın deyişiyle “Eğer devlet olarak güçlüysen, yapılana misliyle cevap vereceksin.” Bu yapılmış mıdır? Evet yapılmıştır. Bilindiği üzere 1971’de yarı askeri darbe sırasında uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlanan bazı ülkeler arasında gösterilen Türkiye’de de ABD’nin baskısıyla haşhaş ekimi tamamen yasaklanmıştır. 1974’te dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in haşhaş ekimini yeniden başlatması, yani 3 yıl sonra Türkiye’nin aksi bir karar alması Washington’la ilişkilerde gerginlik yaratmıştır. Buna mukabil Türkiye Cumhuriyeti kararlılık gösterisinden bir adım bile geri atmamıştır. Karar ayrıca tartışılabilir ama Başbakan Bülent Ecevit, Türkiye’nin kararlı ve millî duruşunu göstermesini bilmiştir. Konuyla ilgili olarak dönemin başbakanı Bülent Ecevit 2002 yılında Hürriyet gazetesinden Sedat Ergin’e yaptığı açıklamada;
“ABD’den destek alan yasaklayıcı tutumlarına karşın haşhaş üretimini belli kurallar içinde serbest bırakışımız ABD’de çok tepki uyandırmıştı. Kongre’nin ambargosu aslında Kıbrıs değil, haşhaşla ilgiliydi. Sonra Kıbrıs’a yamandı’’ demiştir. (1)
İlginç değil mi? Sonradan her ne kadar ABD yönetiminin, Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya karar vermesini 1974 yılında Türkiye’nin bir başına icra etmiş olduğu Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilişkilendirse de Kongrenin almış olduğu karar Kıbrıs değil, haşhaşla ilgili olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti de her zaman olduğu gibi bu karara da yine misliyle cevap vermiştir. Silah Ambargosuna karşılık Bakanlar Kurulu ülke sınırları içinde yine kamuoyunda NATO üssü olarak isimlendirilse de ABD’nin kullanımındaki İncirlik Üssü ve diğer üslerin kullanımını askıya almış, üslerin kontrolünü Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ‘ne devretmiştir. Ambargo sonrası Türkiye’nin kararlılığını test eden ve bu arada Türkiye’de pabucun pahalı olduğunu gören ABD Kongresi Eylül 1978’te ambargoyu kaldırmıştır. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir.” atasözü bir kez daha teyit edilmiş, doğru ve yerinde kararla Türkiye’de esasen mevcut olan Millî Savunma Sanayii yeniden kurulmuştur. Silah Ambargosunun sona ermesiyle, İncirlik Üssü de eskisi gibi faaliyet göstermeye başlamıştır. Diğer bir ifadeyle ilişkilerde pragmatizm ve akılcılık hâkim olmuş, Türkiye Cumhuriyetinin deneyimli diplomatlarının akılcı tutumları sayesinde neredeyse yaşanılan tüm krizler ilişkilere kalıcı hasar vermeden maharetle atlatılmıştır.
Malum İngilizlerin oldukça ünlü, asıl adı Henry John Temple, uluslararası camiada 3. Viscount Palmerston, (1784 –1865) olarak tanınan Başbakanının, “Lord Palmerston Kuralı” olarak bilinen “İngiltere”nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır.” sözü bir anlamda deneyimli Türk diplomatlarının ferasetli duruşlarıyla değişikliğe uğratılmıştır. Diplomaside, insani değerlerden yoksun sadece “çıkarlar”ı esas alan ve de dünyayı yaşanılacak yer olmaktan çıkaran ‘Lord Palmerston Kuralı’na Türk diplomatlar, ahlak, vicdan, kadim dostlukları içeren önemli parametreleri eklemesini bilmişlerdir.
Bir başka kriz ise kamuoyunda ‘Johnson Mektubu’ olarak bilinen ABD’nin 36’ıncı başkanı Lyndon B. Johnson’un, Türkiye Cumhuriyeti’nin garantör sıfatıyla Kıbrıs’a müdahale seçeneğini ortaya koyması karşısında 5 Haziran 1964 tarihinde dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye ilettiği küstah ifadeler içeren mektubudur. Bu mektuba Başbakan İsmet İnönü tarafından Time dergisine vermiş olduğu mülakatta o veciz ifadeyle ‘Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünya içerisinde yerini alır” meydan okumasıyla yanıt verilmiş, on yıl sonra da Türkiye Cumhuriyeti yine yasal duruşunun arkasında durmuş yani dediğini yapmış, 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’a askeri bir harekât düzenlemiştir. Efendim, Türkiye sahibinin sesiyle köşeye çekilen ve de kuyruğunu kısıp oturan bir yaklaşımı benimsememiştir. Beklemiş uygun yer ve zamanında Kıbrıs’ın garantörü sıfatıyla gerekli müdahaleyi yapmıştır. Rumların Zeki Müren’in ünlü şarkısından mülhem, ‘Bekledim de Gelmedin’ alaycılığını da bu şekilde sonlandırmıştır.
Evet yaşanan krizler bunlar, ancak ABD’nin kapalı kapılar arkasında üretmiş olduğu 15 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ tarafından icra edilen başarısız darbe girişimi gizemini bugün için korumaktadır. Ancak 25 yıl sonra, ABD arşivlerine konulacak konuyla ilgili dokümanlar resmen açılınca bu durum bütün çıplaklığı ile görülebilecektir. Bu savı doğrulayan emareler günümüzde de çoğalmaya başlamıştır. ABD’nin Jamaika kökenli Genelkurmay Başkanı ve emekli olduktan sonra Dışişleri Bakanı Colin Powel’in Özel Kalem Müdürü Albay Lawrence Wilkerson başarısız FETÖ darbe girişiminde beş gün sonra 20 Temmuz 2016 tarihinde Sputnik’e vermiş olduğu demeçte ‘Darbe girişiminin arkasında ABD yönetiminin olduğunu’ açık seçik itiraf etmiştir. Darbe girişimine ilişkin çarpıcı iddialarda bulunan Wilkerson sözlerine devamla “Bence CIA Direktörü John Brennan ve diğerlerinin Türkiye’de neler olup bittiğinden haberlerinin olduğundan şüphe yok. ABD çıkarlarına düşman olarak gördüğü hükümetleri düşürmek için askeri ve siyasi araçları kullanır.” diyerek doğrudan başvuru adresini göstermiştir.
Aslına bakarsanız benzer savlar 2017’den başlamak üzere ortaya çıkarak, doğrulanmaya başlamıştır. İşte size kanıt. 8-17 Kasım 2017 tarihleri arasında Norveç’te düzenlenen “Trident Javalin”(üç dişli gladyatör mızrağı) tatbikatı sırasında bir simülasyonda Mustafa Kemal Atatürk’ün ve 12’nci Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “düşman liderler’ olarak gösterilmesi krize neden olmuştur. Yani, ABD kartlarını NATO içerisinde açıkça açmaya başlamıştır.Türkiye Cumhuriyeti bu küstah tavra derhal karşılık vermiş, NATO tatbikatından askerlerini çekip NATO’yu sert bir dille eleştirmiştir. Bunun üzerine Norveç Savunma Bakanlığı da bir özür mesajı yayımlamıştır. Kuşkusuz bu durum önemlidir, çünkü ABD eliyle NATO maskesi altında Türkiye’ye karşı bir meydan okuma (challenge) açıkça cereyan etmiştir. 2000-2001 ve 2005-2013 yılları arası Norveç başbakanı olan NATO Genel Sekreterinin ve de dolayısıyla Norveç Hükümetinin bundan haberinin olmaması düşünülebilir mi? İmkânsız. Ancak yine de Norveç Hükümeti, ABD’nin bu küstah tavrına alet olmak istememiş ve bu meydan okumanın dışında kalmak istemiştir.
İsterseniz, yine eski defterleri karıştırmaya devam edelim mi? Soru şu: Türkiye ABD nezdinde ‘düşman devlet’statüsünü ne zaman almıştır? 24 Temmuz 2002 tarihinde. Bu tarihte ABD’de Nevada çölünde yapılan tatbikatın hedef ülkesinin adı açıkça zikredilmemekle birlikte üç tarafı denizlerle çevrili, boğazları olan ve parçalanmış bir adada hak iddia eden ve de askeri darbeye maruz kalmış ‘X’ devlet, yani açıkça Türkiye Cumhuriyeti tasvir edilmiştir. Tatbikata 13.500 asker katılmıştır. Bu tatbikat ABD topraklarında yapılan en büyük tatbikatlardan biri olarak tarihe geçmiştir. Tatbikatın adı ise III. Binyıldan mülhem, belki de ABD’nin ilk meydan okumasını çağrıştıracak şekilde, ‘Binyılın Meydan Okuması’anlamında “Millenium Challenge” adı verilmiştir. Tatbikatın tarihi de öyle bir tumturaklı bir şekilde seçilmiştir ki, ‘24 Temmuz’. Bu tarihin anlamı nedir ya da önemi nedir, 24 Temmuz’un? Efendim malum 24 Temmuz 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi olan yani Lozan Anlaşması’nın yıldönümüdür. Tatbikatın senaryosunun ‘Genel Durum’ değerlendirilmesinde bu meydan okuma açıkça Türkiye Cumhuriyeti hedeflenmiştir. Ve de Türkiye’nin işgalinin dört gün içerisinde tamamlanması planlanmıştır. Tüm plan Türkiye’nin seferberlik süresinin dört gün olması hesabına dayandırılmıştır.
3 Kasım Başkanlık seçimlerini kaybeden ama bir türlü kabul etmeyen Başkan Donald Trump’a bakıyoruz, sanki bir şeylere hazırlanıyor gibi, izliyorsunuz, ABD Türkiye’ye askeri olarak müdahale etmek için zemin hazırlıyor gibi. Sanki ABD Türkiye’ye askeri olarak müdahale etmek için zemin hazırlıyor gibi. Bunun emareleri var mı? Olmaz olur mu? Örneğin, Eski Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’dan itiraf gibi bir açıklaması gibi. “44 gün süren Karabağ Savaşında ABD ve Fransa’daki Ermenilerin güdümündeki Başbakan Paşinyan’ın tüm planlamasının Türkiye’yi savaşa çekmeye çalışmasıdır” demiştir. Bir başkası ise görünürde Libya’ya silah kısıtlaması uygulaması ancak doğrudan Türkiye’nin hedef alındığı 31 Mart 2020 tarihinde apar topar kurulan karargâhı Roma’da bulunan ‘Avrupa Birliği Deniz Kuvvetleri Akdeniz, IRINI Operasyonu’ (EUNAVFOR MED IRINI) kapsamında Türkiye bandıralı bir ticaret gemisinin Yunan’lı amiralin komuta kontrolündeki bir Alman savaş gemisi vasıtasıyla Akdeniz’de uluslararası sularda durdurularak 16 saat aranmasıdır. Arkasından, ABD Dışişleri Bakanı Micheal Pompeu gittikçe artan bir ivme ile birden hareketlenmesi, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum kesimini ziyaret ederek Türkiye’yi tehdit etmesidir. Bunun en katmerlisi de 25 Kasım 2020 tarihinde video-konferans ortamında düzenlenen NATO Dışişleri Bakanları toplantısına damga vuran açıklamaları. İstanbul’a gelip sadece Fener Rum Patriğini ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Michael Pompeo, Türkiye’ye ağır suçlamalar yöneltmiştir, NATO toplantısında. Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alınmasının NATO’nun güvenliğini zafiyete uğrattığını, ayrıca Türkiye’nin Libya ve Karabağ’da çatışmaları körüklediğini ileri sürmüştür. Kendisine yanıt veren Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD, Türkiye’ye Patriot sistemlerini vermediği için mecburen Rusya’dan S-400 alındığını, Ankara’nın Libya’da BM’nin tanıdığı meşru hükümetin yanında yer alındığını, ayrıca Kafkasya’da ateşkesi Ermenistan’ın bozduğunu da sözlerine ilave etmiştir. (2)
Yeri gelmişken söyleyelim, S-400 Türkiye’ye batıdan gelecek tehdide karşı Türkiye’nin karşı koyma refleksidir. Yunanistan ve GKRK kendi tehdit değerlendirmelerine göre Türkiye’de gelecek tehdide karşı RF’den S-300 almışlar, bu silahları NATO envanterine de deklere etmemişlerdir. Demek ki böyle tehdit varsa bunu engellemek için yapılacak şey havadan gelecek olan ani bir baskın taarruzunun gerek denizde gerek karada ortadan kaldırılması gerekmektedir. İşte bu da Türkiye açısından S-400’ün önemini ortaya koymaktadır. ABD’nin Türkiye’ye Patriot vermemelerinin sebeb-i hikmeti de bunda düğümlenmektedir. ABD’nin bu yaklaşımı, yani S-400’den muhakkak vazgeçmelisiniz diye bu kadar ısrarla etmelerini anlamlı bir biçimde açıklamasını mümkün kılmaktadır. Diğer bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti S-400 silah sistemine sahip olduğu takdirde ne deniz baskınının ne de ülkenin altyapısını tahrip edecek bir baskın yapılamazlığını ortaya koymaktadır. Uzun lafın kısası S-400 silah sistemi hem Kıbrıs’ta hem de Türkiye’de Batıdan gelecek tehdidi şimdilik akamete uğratacak, bertaraf edecek hava savunma sisteminin bir parçasıdır. Türkiye’nin hava savunma sistemi mutlaka millileştirilmelidir. İşte ABD savunma sanayiinin korkması da bundan kaynaklanmaktadır.
ABD’nin Türkiye’ye meydan okuması artık kapalı kapılar arkasında değil, aşikâr olmaya da başlamıştır. Yani, gelinen nokta öyle mızrak çuvala sığmıyor gibi ifadeler ile açıklanacak gibi de değildir. Her bir şey, tehditler de alenen yapılmaya başlanmıştır. ABD’nin 45’inci Başkanı Trump’ın her şımarık zengin çocuğu gibi, Başkanlık oyuncağını pek de öyle meşru zeminde vermeye niyetli değildir. O halde ne yapar diye sorulduğunda ise, seçimle ilgili bütün kaleler yıkılınca, iktidarda kalabilmesi için elinde kala kala savaş çıkarma seçeneği kalmasıdır. Trump da sanki tam hızla buna doğru gidiyor, gibime geliyor. Endişemiz ise Amerikan hükümetinin kendi ifadeleriyle Türkiye’yi normal demokratik devlet statüsünden çıkarıp başarısız devlet statüsüne (unsuccess failed state) indirgemektir. Yani vatandaşlarının haklarını yerine getirmeyen, onlara sıkıntı yaşatan, onların düşünce hürriyetlerini sınırlandıran başarısız devlet statüsüne. Unutmayalım Türkiye profilini dünya kamuoyuna böyle sunuyorlar. Türkiye’yi önce ‘başarısız devlet’ olarak ilan etmek, hemen arkasından da ‘haydut devlet’(rogue state)ilan edebilmektir. Haydut devlet kavramını Amerikalılar mesela şu anda, Venezuela, Kuzey Kore ve İran için kullanmaktadırlar. Türkiye’nin iç savunmasını iç birliğini zayıflatırsanız o zaman bu kolaylıkla önce başarısız devlet sonra da haydut devlet kavramlarına doğru süratle gidilir. Hatta önce AB yaptırımlarına arkasında NATO’nun müdahalesine kadar gidebilir. Bunun en çarpıcı örneği 10-11 Aralık 2020 tarihinde gündeminde Türkiye’ye uygulanacak yaptırımlar da olan AB Liderler Zirvesidir. Avrupa Parlamentosu (AP) da bu konuda bir karar almış ve bir de çağrıda bulunmuştur. “Türkiye’nin yasa dışı eylemlerinin ardından Maraş’ta artan gerilim ve müzakerelerin acilen yeniden başlatılması ihtiyacı” başlıklı karara, 631 parlamenter lehte, 3 parlamenter ise aleyhte oy kullanmış, oylamada 59 parlamenter de çekimser kalmıştır. Avrupa Parlamentosunca alınan kararda, AP ağzındaki baklayı çıkarmış ve “Türkiye’nin Kıbrıs’taki güçlerini çekmesi ve BM gözetimindeki Maraş’ı da gerçek sahiplerine verilmesi” istenilmiştir. Temmuz 2020 zirvesinde Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Fransa, Türkiye’ye Doğu Akdeniz’deki tavrı nedeniyle ekonomik yaptırım uygulanmasını istemiş, ancak AB içinde yeterli destek bulunamayınca yaptırım kararının Aralık zirvesinde yeniden ele alınması kararlaştırılmıştı. Onun için 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak Avrupa Birliği Liderler Zirvesinde dananın kuyruğunun kopması beklenmektedir. Aynı tarihlerde Bakü’yü ziyaret edecek olan Cumhurbaşkanı Erdoğan,Aliyev ile bir dayanışma zemini sergileyecektir.
ABD’nin Türkiye’ye karşı Yunanistan’ı tutması, koşulsuz bir biçimde aynen İsrail gibi arkasında durması adeta onun tarihten gelen misyonudur. Hedef bellidir. O da tıpkı Navarin’de ve Çeşme Baskınında olduğu gibi, Türk donanmasının ani bir baskınla bütünüyle imha edilmesidir. Beklenen tehdit budur. Türk düşmanlığıyla tanınan Yunan kökenli 2012 yılında ABD’li Avrupa Komutanı James G. Stavridis’in şimdilerde ABD Denizcilik Enstitüsü Yönetim Kurulu Onursal Başkanı olduğu bu enstitünün yazmış olduğu bir deniz tatbikatı senaryosuna göre Yunan ve AB(D) müşterek donanması tarafından Türk donanmasının ani bir baskınla imha edilmesidir. Bu durum Deniz Kuvvetlerince günümüzde oynanan Savaş Oyunları (War Game) ‘nın öznesi olmuş durumdadır. Bu kuşkusuz, Türkiye’nin denizde korumasız kalması anlamına gelmektedir. Hemen arkasında, yani bunun sonucunda KKTC’nin ablukaya alınarak edinilmiş olan haklarının ellerinden alınması, bu şekilde Türk askerinin bölgeden çıkarılarak Türkiye’nin kolunun kanadının kırılmasıdır. S-400 meselesi de bu senaryonun bir parçasıdır.
Tüccarların kurduğu ABD, 1800’lerin başında bir Türk Gölü olan Akdeniz’e gemilerinin girmesi için Osmanlı Devleti’ne vermiş olduğu vergiyi bir türlü hazmedememiş, içine sindirememiştir. Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Donanma Cemiyeti tarafından parasını halkın vermiş olduğu paralarla İngiltere tersanelerinde yaptırmış olduğu Sultan Osman ve Reşadiye savaş gemilerini Osmanlı Devletine vermemesi için İngiliz hükümetine baskı yaptığı gibi, Osmanlı Devletine karşı Yunanistan’ı güçlendirmek için ‘Mississipi ve Idaho’ adlı iki büyük savaş gemisi dretnotunu Yunanistan’a satmıştır. Başlangıçtan itibaren, Ermeni-stan (Ermeniler ve Ermenistan) arkasında saf tutmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin tapu senedi Lozan Barış Antlaşmasını tanımamıştır. Anlayacağımız, ABD’nin düşmanlığı bugüne özgü değil, geçmişten gelen bir kuyruk acısının günümüze yansımasıdır. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara gelen Demokrat Parti ayağının tozuyla Türkiye’nin NATO’ya üyelik konusunu öncelikle ele almıştır. DP iktidarının 1 Ağustos 1950 tarihli üyelik başvurusu ABD Kongresi tarafından Eylül ayında reddedilmiştir.(3) Şimdi bütün açıklamalardan sonra ABD’nin, Türkiye’nin stratejik ortağı müttefiki olması palavrasına herhalde inanmıyorsunuzdur. Sizler de benim gibi aynı kanaatte olmalısınız, çünkü televizyon ekranlarına hapsedildiğimiz kapanma gün ve gecelerinde izliyoruz ve görüyoruz. Evet her bir şey hepimizin gözlerinin önünde cereyan ediyor.
Bütün bunlara karşı Türk Silahlı Kuvvetleri hem bir yandan yığınaklanmasını yaparken envanterini de yeni milli silah sistemleriyle güçlendirmesi Türk insanının yüreğini ferahlatmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri bir Halk Ordusundan da öte, Avrupa’nın en güçlü ve kan gören bir ordudur, her türlü tehdide hazırlıklıdır. Örneğin şimdilerdeki kuvvet ihtiyacı İl Jandarma Alay Komutanlıkları bünyesinde teröre karşı oluşturulan 241 komandodan müteşekkil Özel Harekât Taburları (JÖHT) ‘yla karşılanmaktadır. Adıyaman ve Denizli JÖHT’nın Suriye’ye, El Bab’a gönderilmesi kamuoyuna yansıyan yığınaklanmanın kamuoyuna yansımasıdır. Bence terörün ve terörizmin bir faydası olmuş, iyi ki de olmuş, terör belasını savuşturmak maksadıyla bu birliklerin il bazında zamanında oluşturulmasıdır. Önemli bir açılımdır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında da örneğin Nevşehir ve Batman Jandarma Komando Taburları başarılı bir biçimde kullanılmıştır. Unutmayalım, Türk Ordusu, örgütçüdür ve de dünyada belki de en çok ihtimalat (contingency) planı olan bir silahlı kuvvettir. Günümüzde yaşanabilecek sıcak günler arifesinde AB (D)’den gelebilecek tehditleri savuşturabilecek, salvoları durdurabilecek Ankara merkezli kararlar üreten Başkomutanlık karargahıdır, Türk Ordusudur. Onlara güvenelim ve de arkasında duralım sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1)Https://Www.Hurriyet.Com.Tr/Dunya/Son-60-Yildaki-6inci-Kriz-İste-Turkiye-Abd-Arasindaki-Krizlerin-Tarihi-40606063/Erişim Tarihi 05.12.2020/
(2) Sedat Ergin, AB zirvesi, Biden ve Avrupa ile ilişkiler için ne anlatıyor? Hürriyet Gazetesi, 4 Aralık 2020
(3) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Dördüncü Kitap, ss. 1609-10, Aktaran Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, Yüzyılın Lideri, İstanbul, 2018, s. 127