Şiir neden yazılır? Bir edebiyat tarihçisinin en azından bu soruya gereken cevabı vermesi gerekir. Şiirin neden yazıldığı konusu, bizi şairin dünyasını anlamaya götürecek cevaplar barındırmaktadır.
Edebiyat tarihini bu kadar meşgul eden bir kavrama dâir söylenebilecek şeyler ve yazının başlığını teşkil eden soru, aslında edebiyat tarihinin en baştan itibaren ele alış seyrini de belirleyecektir.
Biz bu soruya, çalışma boyunca ortaya koymaya çalıştığımız düşünceleri temellendirmek üzere burada bir yanıt aramaya çalışacağız ve geleneksel metinlerden hareketle konunun üzerinde durmaya çalışacağız. Burada aramak istediğimiz husus aslında şiirin manevî bağlantılarıdır.
Burada ilk olarak İbn Arabî hazretlerinin “şiirin metafiziği” ile şu sözlerine yer vermek istiyoruz:
“Şiir; sözü kısa tutma (icmâl), rumuz kullanma (remz), bilmece yapma (lugâz) ve başka mânâ kastetme (tevriye) yeridir. Yani biz bir şeyi remzederiz, lugâzlaştırırız… ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir… Bizim şiirlerimizin hepsi, ister mahbubeyle bir hasbihal ile başlasın (teşbîb), ister bir medhiye olsun ve isterse de kadın isimleri ve sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu suretler altındaki maârif-i ilâhiyyeden ibarettirler… Bu kitabın, [el-Fütûhât] her bir bâbının başındaki şiire dikkat et. Zira bunlar, işaret etmek istediğim kadarıyla o bâbın ilimlerini tazammun etmektedir. Bâblarda verilen izahlarda bulunmayn şeyleri… bu şiirde bulursun.”[1]
Şiir, Doğu geleneklerinde bir sır örten remizler olarak öne çıkar. Bu sebeple sır sahipleri, sırlarını çeşitli remizlerle, hikayelerle, alegoriyle ve sanatlarla dile getirecektir. İbn Arabî, Fütûhat’ta, “… sır ilmi açıklanmak istenirse çirkinleşir, akıllar tarafından algılanmaya direnir ve belirsizleşir. Muhtemelen tutucu-zayıf akıllar onu anlamsız diye bir kenara atar. Bu nedenle bu ilim sahibi bilgisini çoğunlukla misaller vererek ve şairane söyleyişlerle aktarır.”[2] demektedir. O zaman şiir, sırların ifadesinde anlamın büründüğü bir elbise olarak karşımıza çıkmaktadır.
İbn Arabî’nin şiirle kurduğu bağ, oldukça sırlı bir bahistir. Burada Mahmud Erol Kılıç’tan şu satırları buraya almak istiyoruz:
“İbn Arabî’ye göre şiir, şaire güzellik ve ilham ile irtibatlı sayılan felek-i Zühre’nin (Venüs’ün) ve sadece yeryüzü tarihine ait bir unsur olan değil semavî bir hakikate işaret eden Yûsuf Peygamber’in bir hediyesidir. Kendisi de mi’râcında böyle bir hediye ile taltif edilmişti. Yine ona göre âlem-i hayâl ile şi’rî tahayyül arasında irtibat vardır. Nitekim bir gün yakaza hâlinde iken bir melek kendisine gelir ve ona bir parça beyaz nur getirir. Bunun ne olduğunu sorduğunda melek ‘Şuarâ Sûresi’ olduğunu söyler. Bir şiir defteri olan Dîvânü’l-maârif’in yazılmasının sebebi işte bu olay ve bu sûredir.”[3]
Şiir basit duyguların, nefsî temâyüllerin, benlik gsöterilerinin mevzusu değildir. Günümüz edebiyat tarihçisinin değerlendirmesinin aksine onun ontolojik kökenleri vardır. Şiir, maneviyatımızda karşılığı olan, yaşanan, tecrübe edilen bir şeydir. O söylenmek için söylenmez. O, sırları ifade etmek için söylenir ve yazılır. Bu da şiirin metafiziğinde bizi hâlâ bekleyen sırlar olduğunu ifade etmektedir.
Burada bazı örnekler üzerinden Osmanlı şairinin neden şiir yazdığı meselesi üzerinde biraz daha ayrıntılı durabiliriz. Fakat en başta şunu vurgulmaka gerekir ki, bugünkü Türk Edebiyat tarihçiliğine hâkim bir anlayışla Osmanlı Edebiyatını yorumlamak bir yerden sonra pek de mümkün değildir. Bu gelenek içerisinde şiir, hikmetin hemen yanında düşünülür. Şiirin en önemli kaynaklarından birisi irfandır. İrfan ve hikmet tasavvufî hayatın bir sonucudur. Şairler, sahip oldukları irfanın ve hikmetin ifadesi olarak şiire yönelirler. “Dil hikmetin yoludur…” diye Yûnus Emre’nin ifadeleri de bunu böyle anlamak gerektiğini söylemektedir bize. Nitekim Nâbî’nin şu beyti de bunun böyle düşünülmesi gerektiğini ifade eder:
Teveccüh itmez idüm şi‘re Nâbiyâ bu kadar
Beyân-ı sırr-ı hikem olmayaydı mazmûnı[4]
Osmanlı şiiri taklidi bir şiir değildir. Daha geniş bir açıklamayla bu edebiyatın taklit esası üzerinden devam ettiğini söylemek bile tam bir yanılgı ve hatada ısrardır. Taklit esasına dayanan bir edebiyat altı asır boyunca varlığını sürdüremez. Taklit bir şeyin sürekli olmasının da önündeki büyük bir engeldir. Bu edebiyatın bu kadar uzun sürmesinin en büyük sebebi, anlatılanların yaşanmışlığa ve bir insan tecrübesine dayanmış olmasıdır.
Osmanlı şairi, bize yaşadığını aktaran bir insandır. Başka yorumlar ve bu şiir geleneğini tezyif eden yaklaşımlar Osmanlı şairini anlamaktan ve yorumlmaktan çok uzaktır.[5] Sonuç olarak şiirin taklit ve takrar üzerinden devam ettiğini söylemek bu geleneği anlamaya ters düşen yaklaşımlar ve düşünceler olarak görülebilir.
[1] El-Fütûhât’tan nakleden Mahmud Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul 2013, s. 48.
[2] İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 1, Çeviri: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, 8. Baskı, İstanbul 2017, s. 78.
[3] Mahmud Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul 2013, s. 49.
[4] Hüseyin Yorulmaz, Urfalı Nâbî, Şule Yay., İstanbul 1998, s. 44.
[5] Osmanlı şiirinin taklide dayandığı iddiası Victoria R. Holbrook tarafından da şöyle eleştirilir: “Edebî bir yapıtın özgünlüğü olay örgüsünün yazar tarafından yaratılmış olmasına bağlayan düşünce, en azından Batı Avrupa’da yürürlükten kalkmıştır. Osmanlı romanslarının modern eleştirisi, yapıtın özgül niteliklerine pek dikkat etmeyip, onu etkileyen kaynakları belirlemek üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu kaygı ve gözden kaçırdıkları nedeniyle eleştirmenler, Osmanlı şiirinin taklide dayandığı ve bu yüzden de (19. Yüzyılın Romantik standartları açısından) Batı şiirinden daha az özgün olduğu izlenimini yaratmışlardır. Böyle bir sonuç açıkça ifade edildiğinde saçma değilse bile, olasılık dışı görünüyor.” Victoria Holbrook, Aşkın Okunmaz Kıyıları –Türk Modernitesi ve Mistik Romans, Çev.: Erol Köroğlu-Engin Kılıç, İletişim Yay., İstanbul 1998, s. 139-140.