İsmet Özel bir denemesinde şöyle der: “Hayal, tıpkı bir bataklık gibi sizi yavaş yavaş yutar, eritir. Rüya ise sizin mevcudiyetinize gelen bir açıklık, sarahattir; sizi ikaz eder ve sağlam bir zeminde ilerlemenize yol açar.”[1] Peki ya “ütopya” nedir? Tam anlamıyla hayal sayılamaz; rüya da değildir. O bir faraziyedir, ama aynı zamanda arzu ve kaçıştır. Mistik düşüncede hiçbir arzu ve kaçış imkânsızlığa mahkûm değildir. Ütopya aynı zamanda tenkittir. Ütopya kavramı Gılgamış Destanından bugüne değin birçok düşünür tarafından, bazen mevcut toplumsal yapı ve ilişkilerin örtük olarak eleştirilmesi, bazen de kurgusal olarak üretilen ideal toplum modelleri anlamında kullanılmıştır.[2] Elbette ki her ütopyada imkânsız bir taraf vardır ve bunu ifadeye dahi gerek yoktur. Ayrıca, ütopya idealini ak ve kara olmak üzere iki farklı/zıt tasnife tâbi tutmak da kaçınılmazdır. Bugün (ve geçmişte) dünya üzerinde hâkimiyet kurmak iddiasında bulunduklarını varsaydığımız (veya inandığımız) birtakım karanlık güçlerin faaliyetleri kara-ütopya’nın ta kendisidir. Biz buna yeknesak dünya düzeni ihtirası adını verebiliriz; (fakat karanlık güçleri salt kurumsal anlamda algılamamak gerekir, zira her bireyde karanlık bir eğilim vardır, dolayısıyla belirli bir lânetli cemaatin yahut kavmin tekelinde değildir ihtiras; tüm insanlığı kapsayan müşterek bir olgudur). Bu kapkaranlık idealin karşısında ise yekpare dünya düzeni özlemi durmaktadır. Ki mevzubahis rekabet Peyami Safa’nın “dip zıtlık” adını verdiği hâdisenin açık bir tezahürüdür.
Düş-ülke özlemi bir arketip olarak her zamanda ve mekânda var olagelmiştir. Yitik Kıta Atlantis ve Ergenekon türünden anlatılar bütün toplumların belleklerinde yer edinmiş ilk-örneklerdir. Elbette ki düş-ülke arketipinin kökeni iman sahipleri nazarında Cennet’ten başka bir şey değildir. Bu durumda kara-ütopya da Cehennem’in yansıması olmuyor mu? Dolayısıyla ütopya bir yanıyla ve dünya şartlarında gerçekleştirilmesi imkânsız bir düştür; öte yanıyla da mekanik âlemin şartları elverdiğince mümkün bir ak ya da kara emeldir. İnsanlığın görevi, kutsal kitapların öğütlerinden yararlanarak, dünyayı cennet denilen mükemmel iklime benzetmeye gayret etmektir. İnsanın fıtratında mevcut bulunan özellikler buna muktedirdir. Mümkün olamayan yegâne emel, ölüme çare bulunamayacağı için, dünyanın cennet kılınmasıdır (mümkün mertebe cennete benzetilmesi değil). Büyük Türk romancısı Peyami Safa’nın Simeranya adlı tasarımını da –şartlar elverdiğince– dünyayı cennete benzetme arzusunun bir ürünü olarak değerlendirebiliriz.
Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu isimli eserinden sonra en ilginç ve fakat roman tekniği açısından en başarılı romanı olan Yalnızız (ilk baskısı 1951)[3] içinde yer alan Simeranya tasarımı Türk edebiyatında ve düşüncesinde özel bir konuma sahiptir. Ne var ki, Simeranya adlı düş-ülke (Thomas More’un Utopia’sından farklı olarak) başlı başına bir eser mahiyetinde kaleme alınmadığı ve Yalnızız adlı romanın kurgusuna dâhil edildiği için yeterince işlenmemiş, dolayısıyla cılız kalmıştır. Peyami Safa’nın bu son derece özgün düş-ülkesini ayrıca kitaplaştırmayı düşünüp düşünmediğini kesinkes bilmiyoruz, ama üzerinde epey kafa yorduğu meydandadır. Yalnızız romanının bir buhran ve arayış eseri olduğu ise açıktır. Bunalımlı yeni insanı temsil eden romanın temel kahramanı Samim’in zihninden fışkıran Simeranya ülküsü, kahramanımızın adıyla bağdaşarak, her yönüyle samimi bir hayat tarzını hedeflemiştir: “Her caninin içinde temiz bir dünya vardır (sayfa21).” (Romandaki bu iyimser saptamanın Samim’in düşünce dünyasıyla çatıştığı kahramanlardan biri tarafından dile getirilmiş olması o kadar da önemli değildir.) Diyebiliriz ki, Simeranya, insanın içindeki olumsuzlukları etkisiz hale getirmek suretiyle temiz bir dünya kurmak arzusunun sonucudur. “Fakat ‘Simeranya’ bir roman olmayacaktır. Sadece bugünkü insanın kendi kendisi hakkındaki telâkkisinden, bilgisinin temellerine, metodlarına ve bütün sosyal müesseseleriyle değer sistemine kadar baştanbaşa inkılâba muhtaç bir dünyanın huzursuzluğunu duyan bir adamın 150 yıl sonraki tekâmül imkânlarını düşünerek tasarladığı muhayyel bir ülkedeki hayat bir seyahatname şeklinde yazılacaktır (sayfa110).” (Buradan yola çıkılarak, Peyami Safa’nın Simeranya’yı ayrı bir roman ya da kurgusal seyahatname şeklinde yazmayı düşündüğü ancak bundan vazgeçtiği tahmin edilebilir.) Demek ki Simeranya tenkit ağırlıklı bir tasarıdır; düş-ülke kurmaktan çok düş-ülke kurmanın imkânlarının araştırılmasıdır. Hayal ürünü olmasına karşın Simeranya’da “yalan”a kesinlikle yer yoktur; fakat Yalnızız romanı yalanlar üzerine inşa edilmiştir (ki bu tezat da ayrı bir ironidir). Gerek araştırma esnasında, gerekse kurgulanan iklimde, Peyami Safa’yı en fazla rahatsız eden beşerî itiyatlardan biri olan “yalan” saf dışı bırakılmıştır ve tümüyle gereksiz bir konuma indirgenmiştir: “Simeranya’da yalan tamamiyle lüzumsuz bir hale gelmiştir; anlaşılmıştır ki bu, tabiatın ve hayatın içindeki zıtlıkları barıştıramayan insanın bir görünüş ahengi yaratmak için kutuplardan birini örtmek ihtiyacıdır. Bu zıtlıklar ortadan kalkar veya uzaklaştırılırsa yalana lüzum kalmaz (sayfa 61).” Keza “yalan” geçici faydalar sağlayan alışkanlıklardandır: “Fakat içine insan ruhunun karıştığı sosyal hayat sahasında bütün zıtlıkların barışması mümkün olmuyor. Yalan o zaman müspet ve menfi kutuplardan birini muvakkat bir zaman için örtmek suretiyle zıtlığı ortadan kaldırır. Tabiî muvakkat bir zaman için (sayfa 62).” Yalanın bertaraf edilmesi faraziyede kalsa da, son derece mühim bir tekâmüldür ve Peyami Safa’nın en büyük düşüdür.[4]
Simeranya’nın bir ada ülkesi olduğu hemen hemen muhakkaktır. Bizi böyle düşünmeye iten sebeplerden ilki, Robinsonad romanların okur zihninde yol açtığı alışkanlıktır. Bir diğer nedense, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ndaki ada motifidir. Üçüncü sebep ise, Türk aydınlarının çoğunluğunun benimsediği “millî devlet” ülküsünün iyi-kötü biçimlendirdiği Türkiye Cumhuriyeti topraklarının üç tarafı denizlerle çevrili korunaklı bir vatan olmasıdır. “Su”yun bilinçaltımızda ve mitolojide neyi temsil ettiği malûmdur. “Su” her şeyden önce hayatın kaynağıdır. Bereketin ve saflığın simgesidir. Aslında su, bütün gizil ve üretken güçleri temsil eder; sular tüm varoluşun kaynağıdır. Su dünyanın temelidir, bitkilerin özüdür, ölümsüzlük iksiridir. Uzun ömür sağlar, yaratıcı güçtür ve her derde devadır.[5] Yazımızın ilerleyen paragraflarında değineceğimiz üzere, Simeranya’nın temel ilkesi “bütünlük”tür. Bu bağlamda “su” bütünlüğün ifadesidir. Eski dillere ait bir sözcüğün ya da armanın pek çok göstergeyi bünyesinde taşıması, bu armayı tasarlayanlar için, evrenin organik bir bütün olduğu gerçeğini ortaya koyar.[6] “Su”da her şey erir, her geçmiş tarih olur; suya batan kişi tıpkı günahsız bir çocuk gibidir.[7] Tüm düş-ülkelerin suyla olan bağlantısı arınmayla ilgilidir. Kişileri ve kişilerin oluşturduğu yekpare toplumu geçmişin kusurlarından temizleyerek mükemmel bir yaşam formuna hazırlamaktır esas gaye. Bir zamanlar fitneye boğulmuş dünyamız da Tufan ile paklanmamış mıydı? Dede Korkut’a göre su Tanrı didarını görmüştür ve bundan ötürü azizdir. Konargöçer Oğuzların ölülerini günahlarından arınmaları maksadıyla Ceyhun ırmağına sallandırdıkları bilinmektedir.[8]
Fakat Simeranya nasıl bir yerdir? Daha da öncesinde, oraya nasıl ulaşılabilir? Biz bu soruların cevaplarını elbette ki sadece roman kahramanı Samim’in tatmin edici olmaktan uzak notlarından öğrenebiliyoruz. Simeranya’ya ulaşım uyku halindeki düşle değil, bilincin uyanık hallerinden biri olan hayal gücüyle mümkün olabiliyor: “Dün sabah rüyayı devam ettirdim. Uyanık olarak Simeranya’ya ilk gidişim (sayfa 26).” Samim bir sonbahar akşamında balkonundaki şezlonga uzanarak dün sabahki rüyayı gözleri kapalı hatırlamaya çalışır. İlk olarak kendisini bir yelkenlide bulur. Hemen soralım: Niçin yelkenli? Cevap basittir: Düş-ülkeye ulaşmak için yüksek teknoloji şart değildir. Kahramanımızın yanında bir de kılavuz vardır. Gemi iki tarafı ağaçlık bir dereye girer. “Yelkenlimizin hiçbir rüzgâr ve hava cereyanı olmadan yürümesine şaşıyordum (sayfa 26).” Bu nasıl olabilir? Yelkenli bir geminin esintisiz ortamda ilerlemesi mümkün müdür? Mümkündür çünkü Simeranya iklimi maddenin tutsaklığından hayli kurtarılmış bir coğrafyadır; geminin yüzebilmesi için yakıta yahut rüzgâra ihtiyaç yoktur; oraya akılla sezginin işbirliği ile gidilebilir. Sessizlik içinde süren yolculuk esnasında Samim kılavuzun cinsiyeti hakkında dahi fikir sahibi değildir: “Kılavuzun yüzüne hâlâ bakmamıştım. Kadın mı, erkek mi, bilmiyordum (sayfa 26)”. Kahramanımızın bu kayıtsızlığı bize sûfi dürüstlüğünü hatırlatıyor. Kuşeyrî’den nakledilir ki: Fütüvvet ehlinden olduğunu iddia eden bir şahıs kendisiyle aynı yoldan giden bir adamın hânesine konuk olur. Yeme içme faslından sonra sıra temizliğe gelir. Konuğun eline su dökmek amacıyla sofraya bir genç kız yanaşır. Konuk derhal, “erkeklerin eline kadınların su dökmesi fütüvvete sığmaz,” diyerek itiraz eder. Orada hazır bulunanlardan birinin cevabı müthiştir: “Ben yıllardan beri bu eve gelir giderim de, elimize su döken kadın mıdır, erkek midir bilmem.”[9] Bu irade Simeranya gümrüğünden geçiş vizesi gibidir ve ora halkının ahlâkî seviyesine işaret eder.
Yukarıda Simeranya’ya akılla sezginin işbirliğiyle gidilebileceğinden bahsetmiş ve yolculuğun sessizlik içerisinde sürdüğünü belirtmiştik. Samim’e kulak verelim: “İçine girdiğim yeni âleme intibak şartının, büyük zaruretler olmadıkça sessizlik ve hareketsizlik olduğunu hissettiğim için, kendimi yanımdaki kılavuzdan, hatta aklımdan evvel içime doğacak ilhamların yol göstericiliğine bırakıyordum (sayfa 26).” Bu uzun cümledeki hareketsizlikten kasıt miskinlik değil, kılavuzun cinsiyetini dahi göz ardı eden sükûnet ve erdemdir. Peyami Safa salt Batı mistisizmine bağlı kalmak yerine tasavvufî tecrübeyi de kurguya dâhil etse idi herhalde Simeranya‘daki insan-ı kâmil olma çabası daha renkli ifadelerle vurgulanabilirdi. Yolculuğumuza devam edelim… Yelkenlinin seyrettiği akarsuyun iki tarafı sık ormanlarla kaplıdır. Hava lâtiftir. Doğanın tahrip edilmemiş olduğu anlaşılıyor. Gemi nihayet bir iskeleye yanaşır. Rıhtım bomboştur. Demek ki burada metropollerdeki kuru kalabalığa yer bulunmuyor. İşte tam da bu sırada, Samim, kılavuzun kadın olduğunu ve çırılçıplak bulunduğunu algılar. Fakat bu göz yanılmasıdır. Kadının bütün bedeni ipekten daha ince, mavi (sûfi rivayetlerine göre Hazreti Ebubekir de gök renkli elbise giyermiş) ve şeffaf bir elbiseyle ve âdeta ikinci bir tenle kaplıdır. Vücudunun olağanüstü biçimiyle insanı kendisine hayran bırakacak kadar da çekicidir. Öyle anlaşılıyor ki, Simeranya tıbbı vatandaşlarının ruhuyla beraber dış görünüşünü de mükemmel hale getirmenin çaresini bulmuş, fizyolojik arazları gidermeyi başarmıştır. Kılavuzun çıplaklık izlenimi uyandıran silueti ise erdem sebebiyle düş-ülkede herhangi bir şehvet kabarmasına yol açmaz. Onun yüzünde peçeyi andıran ince bir sis tabakasının varlığı dikkati çekmektedir. Muhtemeldir ki söz konusu peçemsi örtü iffetin bir sembolüdür. Kadının ruha işleyen gözlerine ve çehresine süflî arzularla bakmaktan kendini alıkoyamayan Samim bir nevi şimşek aydınlığıyla yerinden sıçrar. Bu aydınlık (nur) eski dünyada bırakılması gereken bayağı arzulara yönelik bir uyarı mahiyetindedir. Keza kadın kılavuz yolcusu Samim’i derhal ikaz eder: “Dikkat ediniz. Fizyonomi ve tavır yoklamanız yapılıyor. İçinizi okuyorlar. Eski dünya hislerinden kurtulunuz. Yoksa kabul edilmezsiniz (sayfa 27).” Keskin ışığın kesilmesiyle yoklama sona erer. Hemen ardından iskelenin karşısında yer alan bir kulede yeşil ışık yanar. Bu, eski dünya yolcusu Samim’in kabul edildiği anlamına gelmektedir.
Artık Simeranya’nın nasıl bir yer olduğu konusundaki ayrıntılara geçebiliriz. [Şunu özellikle hatırlatmalıyız ki, Simeranya, bizleri şaşırtan medeniyetiyle ayrı bir gezegende var olan fantastik bir ülke (ve kanımca Samim’in –aksini söylemesine rağmen– zihnindeki kaçış beldesi) değildir. Burası, Yalnızız adlı romanın yazıldığı dönemin yüz elli yıl sonrasında insanlığın ulaştığı varsayılan medenî hamlenin vatanıdır. Simeranya’da her şey o kadar farklı ve caziptir ki, değil yüz elli yıl, mevzubahis merhaleye ulaşabilmek için belki binlerce yılın geçmesi bile yeterli olamayacaktır. Bu itibarla romandaki Samim’e ait notların inandırıcılığı hayli zayıftır. Fakat daha fazlasıyla akla yatkındır da. Burada manevi tekâmülle birlikte maddî gelişmişlik de eski dünya nesillerinin gözlerini kamaştıracak düzeydedir.]
Samim yeşil ışığın yanmasının ardından sahil kentine ayak basar. İskelede bina yerine hava meydanını andıran geniş bir saha vardır. Zemin asfalttan daha pürüzsüz, kauçuk benzeri yumuşak bir maddedendir. Yeni ütülenmiş çarşaf kadar düzgün ve temizdir (sayfa 44). Kahramanımızı düş-ülkesine sürükleyen ana sorun –romanın akışı bağlamında– aşk olduğu için, onu ilk önce Aşk Enstitüsü adlı bir araştırma merkezinin Eski Dünya Problemleri Şubesinde ağırlarlar. Yeşillikler arasındaki bambaşka mimarisiyle ruhlara ilk tesirini yapan enstitü binasında Samim bir koltuğa oturtulur. Burada (Matmazel Noraliya’nın Koltuğunu akla getiren koltukta) yapacağı tek şey, yüksek sesle düşünerek sorunlarının ses cihazına kaydedilmesini ve ardından çözümlenmesini beklemektir. Ertesi gün kahramanımız ciddi görünümlü ama sevimli bir bilge ihtiyarın karşısına çıkartılarak şahsî sorunuyla ilgili raporu sözlü olarak teslim alır. Bilgeye göre mesele tipik ve yaygındır. Eski dünyada sorunun çözülememesinin yegâne nedeni, hâdiseye bütüncül yaklaşılmamasıdır. Suçlu, zihinlerdeki parçalanmışlık vehmidir, (keza Tanpınar’ın da aynı problemden yakındığını, hatta Mevlâna’nın ayrılıklardan/kırılmadan şikâyet ettiğini hatırlayalım). Başta aşk olmak üzere ruhî ve fizikî bütün sorunlar birbirleriyle bağlantılıdır. Simeranya ilminde “meselâ insan ruhunu anlamadan atomu izah etmek mümkün değildir” tarzında yekparelik ilkesi hâkimdir. Tüm hâdiseler bütünün ışığı altında incelenir, (Aşk Enstitüsüne bağlı bölümlerden biri de İnsan Bütünü İncelemeleri Merkezi’dir). Bir şeyin içinde her şey mevcut olduğu için, bir mesele bir diğer meseleyi bünyesinde barındırır. O kadar ki, herhangi bir canlının öksürmesiyle gökte bir yıldızın düşmesi arasında sıkı ilinti mevcuttur. Bütün bunlar büyük bir oluş sürecinin farklı görüntüleridir(sayfa 52). Simeranya ilmindeki bütüncül yöntem biliminin ardında Bergsoncu yaklaşımların etkisinin yattığı açıktır. Henri Bergson’a göre, gerçeklik, hem madde hem de sürekli evrim ve oluş halindeki hayattır. Aslında her şey hayattan ibarettir ve madde dahi azaltılmış yaşamdır. Azaltılmış hayatın şartlarını ancak zekâ idrak edebilir. Zekânın verdiği bilgi ise kısırdır ve bir olayın kendi varlığının dışında kalmak gibi bir sonuç doğurur. Yapılması gereken, olayın içine sempatiyle dâhil olmak, yüzleşme yoluyla mutlak kânunlara nüfuz etmektir. Bir diğer anlatımla, her hâdiseye iki cepheden yaklaşmak elzemdir: Mantıkî düşünme ve sezgili düşünme cepheleriyle.[10] Eflâtun’dan beri gelen bir anlayışa göre ise, insan ruhu her şeyin mükemmelini gördüğü asıl gerçeklik âleminden yeryüzüne düşünce, yeniden oraya dönmek arzusuyla bilgiye başvurur. O mükemmel âlemin hatırlanması demek olan bilgi, bizim gerçek varlıkla bağlantımızı kurmak suretiyle yeniden bir mükemmellik meydana getirir. Bu ise içsel (manevî) tekâmüldür.[11] Maddî-mantıkî bilgi ile manevî-sezgili bilgi arasında denge kurulabildiği takdirde çözümlenemeyecek sorun kalmaz. Keza tasavvuf da aynı dengeyi kurmanın öğretisidir. Bu yönüyle tasavvuf, insanla âlem arasındaki savaşın düğümünü çözme, insanı âlem içinde huzursuz eden derin sebepleri bulduktan sonra, onu bir iç muhasebe ve murakabe ile yavaş yavaş bu sebeplerden uzaklaştırma, ona kendi iç hakikatini buldurma, başka bir tabirle, onu âlemden ayrıldıktan sonra (uruc) tekrar döndürme (nüzul) yoludur.[12] Simeranya ilminin yaklaşımı ana hatlarıyla budur. Gazâlî de taklit ve marifet olmak üzere düşüncenin (bilginin) iki kaynağından bahseder; taklit zâhirî/sanal bilgidir, marifet ise bâtinî/gerçek bilgi. Gazâlî’ye göre marifet bilgisi doğurgan ve sonsuzdur. Marifetler kalpte yoğunlaşıp özel bir tertip halinde sıralanarak daha kâmil bilgiyi doğururlar. Bir marifet diğer bir marifetle çiftleşerek başka bir marifet meyvesini verir. Böylece üreyen marifetler zinciri düşüncenin sonsuzluğunda uzayıp gider.[13] Görülüyor ki Simeranya ilminin benimsediği yöntem İslâmî öğretiyle birebir uyuşmaktadır. Peyami Safa, İslâmî çıkarıma dönüp dolaşarak (Batı metodu tarikiyle) varmıştır. Kısacası Samim’in büyük problemi olan aşk yalnızca psikolojinin değil, bütün bilim dallarının meselesidir. Her hâdise gibi insan bilgisinin bütün şubelerini aynı plan dâhilinde ilgilendirmektedir. Şayet böyle toplu bir inceleme yöntemi kullanılmaz ise, tek cephesi içinde hiçbir olay karşısında tatmin edici çözümler üretilemez. Eski dünya ilminin mahiyetleri kavramadaki aczi de mevzubahis parçalanmışlık itiyadından kaynaklanmaktadır (sayfa 53).
Parçalanmışlık ise düpedüz “yalan”dır. Bunun etmeni ise “dip zıtlık” dediğimiz zarurettir. Nedir dip zıtlık? Simeranya ilminde bütün tezatlar “varlıkla yokluk” arasındaki zıtlığa irca edilmiştir. Dip zıtlık budur; yani varlıkla yokluk zıtlığıdır. Bütün canlıların, bilhassa insanın hayatında dip zıtlıktan varlaşma ve yoklaşma kutupları doğar. Bergson’un hayat hamlesi dediği bir varlaşma, fakat aynı zamanda onun kadar gerçek ve kuvvetli bir yoklaşma hamlesi vardır. İki hamle arasındaki sürekli çakışmadan doğan bütün zıtlıkların sebep olduğu felâket ve kederlerin hepsine olmak dramı denir.[14] “İnsandaki varlaşma hamlesi, ölüm korkusu ve nefretiyle birlikte ebedilik özleyişini vücuda getirir; yoklaşma hamlesi ihtiyarlığa ve ölüme götürür… Yani yoklaşma pasif değil, varlaşma gibi aktiftir (sayfa153).” Simeranya çözümlemesine göre, varlaşma hamlesinden ebedilik hayali ve neşe doğar; yoklaşma hamlesinden ise fânilik duygusu ve keder sâdır olur. İlk hamle insanı bunalımdan korur, ruhuna canlılık katar. İkinci hamle karamsarlığın tahrikiyle hedonizme yol verir. Modern insanın tüketim merkezli medeniyeti yoklaşma hamlesinin ürünüdür (sayfa153). Bu iki hamle insanda iki ayrı benlik yaratmıştır. Birincisi aşk dediğimiz hareketten yola çıkar ve sonsuzluğun değerlerine sarılarak Allah sevgisine yükselir. İkincisi tabiatla sınırlı kalarak mekanizmin boyutlarını aşamaz; yahut hayvanî ruh dediğimiz merhalede sürüklenerek insanın olgunlaşmasına engel teşkil eder. Keza insanlığın tarihi serüveni daima dip zıtlığın iki kutbu arasındaki gidiş gelişlerle bir kısırdöngüye takılıp kalmıştır. Öyle ki, eski dünya nesilleri olarak bugün geldiğimiz merhale, insanlığın hayvanlığı medenileştirmesi ve medeniyeti de hayvanlaştırmasından başka bir anlam ifade etmemektedir (sayfa 154-156).[15]
Doğal olarak dip zıtlık kuramı Simeranya tıbbının da hareket noktasıdır. Hastalıkların ortaya çıkmasında iki etken vardır: Birincisi, istisnasız her hastalık, uzviyetin kendi işleyişine ters düşen tesirlere karşı vücudun direncidir ki, bu hâdisenin fizyolojik tarafıdır. İkincisi, tamamıyla psikolojiktir; rahatsızlığın nedenlerini hastanın vücudundan önce hayatında aramak icap eder; yani hastalık çok defa kaderin aksiliklerine karşı ruhun ve onun peşinden vücudun isyanı, savunma mekanizması ve intibaksızlığıdır. Her sıkıntı bir direniş hazırlığıdır. Ruhtan başlayan bu hazırlık vücudun hastalanması biçimine bürünerek organik bir başkaldırıya dönüşür. Mikrobun hastalığı meydana getirebilmesi için vücutta uygun bir ortam bulması gerekir; bu ortamı sinir sistemi aracılığıyla ruh hazırlar. Özetle, hastalığın nedenleri hastanın hayatında ve psikolojisinde aranır. Tedavi süreci de söz konusu arayışın tanılarından sonra başlar. Hedef, hastayı kaderin aksiliklerine intibak edebileceği olgunluğa eriştirebilmektir. Fakat Simerenya’da tababet diye ayrı bir bilim dalı mevcut değildir. Keza hastalıkların kontrol altında tutulabildiği bir yöntem geliştirildiği için klasik anlamda hekime de ihtiyaç kalmamıştır. Orada herkese, hastalanmadan önce, hayatın çaresizlikleri önünde isyan etmemenin yordamı öğretilir. Düzenli olarak her gün tekrarlanan ruh sporları, âyinler ve âhenk sağlayıcı telkinler Simeranya vatandaşlarını derin bir huzur duygusuyla baş başa bırakır. Tevekkül ve sükûnet orada hayat tarzıdır. Dolayısıyla herkes kendi kendisinin doktorudur (sayfa 62-64).
Simeranya’da iş hayatına ve geçim endişesine yönelik davranışlar da sıkı bir disiplinle olumsuz eğilimlere kaymak tehlikesinden alıkonulmuştur. Orada herkes eşittir. Tembellik mümkün değildir. Kimse kimsenin sırtından geçinemez. Anamal elbette vardır, ama bizdeki işlevinden arındırılmıştır. Sermaye sahibi kâr değil yalnızca riziko hakkı alır. Herkesin kazancı liyakatine göredir. İşletmeler işçilerden oluşan meclislerce denetlenir. Kazanç Ayarlaması kânunu titizlikle uygulanır; anlaşmazlıklar Kazanç Mahkemeleri’nde çözümlenir. Sigorta kurumu tam verimlilikle işler. İşçilerin istismarı mümkün olmadığı gibi, işsizlik de görülmez. Mülkiyet hakkı da inkâr edilmemiştir, fakat kazançta olduğu üzere liyakate bağlanmıştır. Yoksulun ezilmesine göz yumulmaz ve varlıklının despot kesilmesine izin verilmez. Kaldı ki ne yoksul yoksuldur, ne de zengin zengindir. Bizdeki ahi örgütünün benimsediği sorumluluk ve kanaat bilinci hâkimdir. Vergi anlayışı her nevi gelirin âdil bir oranla üretime katılımından ibarettir (sayfa 74-75).
Aslında Peyami Safa düş-ülkenin tasvirine eğitim kurumları ve yordamları bahsiyle başlar. Fakat biz yazımızın akışı gereği bu konuyu en sona bıraktık. Tahmin edileceği üzere Simeranya’da eğitim her şeyden önce gelmektedir. Her seviyede okuma salonları, lâboratuarlar, işlekler, müzik-tiyatro-sinema ve spor evleri karşılar kahramanımızı. Her yaşta insanlar buralara devam etmektedirler. Öğrenmenin çağı yoktur. Ne var ki öğretim skolastik değildir. Eğitim kurumlarındaki öğretmenler de eğitmenden ziyade kılavuz görevini –yalnızca çocuklara ve gençlere yönelik– ifa ederler. Öğretmenlerin vazifesi bilgi öğretmek değil, öğrenmenin yolunu öğretmektir. Yetişkin vatandaşlar ise her konuyu kendi iradeleriyle araştırır ve idrak ederler. Buradaki eğitim kurumlarında pedagoji anlayışı ve tedrisat çok farklıdır. Öğrencinin işine yaramayacak bilgiler ayıklanmış, istidat (yetenek ve eğilim) temel alınmıştır. Sınıf, kürsü, ders programı, vaaz veren öğretmen ve profesör gibi klasik mektep unsurları yoktur. Keza diploma da bilinmez (sayfa 34-35). Simeranya eğitiminde usta-çırak yöntemi tercih edilmiştir. Genç öğrenci benimsemediği bir mesleğe yönlendirilemez. Staj göstermelik değil ciddiye alınan bir dönemdir. Ders çalışmak ve sınava girmek gibi angaryalarla öğrencinin enerjisi heba edilmez ve zekâsı köreltilmez. Bu anlamda her çocuk istikbalini tayin etme hürriyetine sahiptir (sayfa 36-37).
Yalnızca istikbal mi? Simeranya’da hayatın her ânı hürriyettir. Elbette sorumluluk sahibi bir hürriyet. Samim’in düş-ülkesi devletçi-toplumsal bir yapıyla sürekliliğini ve refahını muhafaza etmesine karşın aynı zamanda ferdiyetçidir de. Birey, toplum karşısında hürdür ve toplum da birey karşısında özgürdür. Orada üstün-ayrıcalıklı fertlere (aydınlara, siyasetçilere, aristokratlara) rastlanmaz. Bir anlamda “herkes aydındır” diyebiliriz. Mürşit, bireyin enerjisi ve toplumun erdemli yapısıdır. Hayatı algılayış bütünüyle estetiktir. Her fert kendi estetiğini araştırarak bulur. Bayağı taklit (mekanik mimesis) geçersiz kılınmıştır. Bütün vatandaşlar kendi yaratma yeteneklerinin derecesine göre ilâhî güzellikten nasiplerini alarak (kendi iradeleriyle) mekâna ve zamana uygun standart kültürün gelişmesine katkıda bulunurlar. Böylece muhtelif estetik beğeniler dayatmalardan ve çatışmalardan arındırılarak toplumun müşterek tekâmülünde yerlerini bulurlar. “Esâsen” diyor Samim, “Simeranya herkesin her sosyal harekette samimi ve tam iştirakini sağlayan yeni bir cemiyet yapısının adıdır (sayfa 111-112).” Biz buna rahatlıkla “erdemli cemiyet” diyebiliriz.
Böyle bir cemiyetin kurulması mümkün müdür? Kuşkusuz ki imkân dâhilindedir ve şiddetle umulur. Ne var ki, modern medeniyetten postmodern uygarlığa geçiş sürecini yaşamakta olan günümüz insanlığı bunu gerçekten arzuluyor mu? Ayrı bir konudur bu! Çok daha erdemli medeniyet tasarımı geliştirilmesi kanaatimizce mümkündür, ama çok uzun bir tekâmül süresine ihtiyaç vardır. Yine de beşeriyet tarihinin sürprizlerle ve mucizelerle dolu bulunduğu gerçeğini göz ardı etmememiz gerekir. Artık toplumları hizaya sokmak için peygamberler gönderilmeyecektir; fakat her birey ve her toplum insan-ı kâmil olma ülküsüne kavuşma yolunda mistik gayretine bir şekilde hız kazandırma ihtiyacını idrak edecektir. Belki büyük bir nükleer felâket, belki doğal âfetlerin yıkıcı gücü, belki uzaydan (zulme dayalı yaşam formlarından) Holivutvâri bir tehdidin gelme korkusu beşeriyeti Simeranya tarzı bir medenî hamleye sürükleyecektir. Bu kaçınılmazdır. Teknolojideki baş döndürücü gelişmeler bu bağlamda uyarıcı ve itici mahiyettedir. “Teknoloji, esas itibariyle, organizasyonel hiyerarşi yoluyla çalışan ve teknik maharet sahibi bulunan küçük grupların büyük insan grupları, olaylar ve makineler üzerinde kurdukları rasyonel kontrol sistemleri demektir. Bu durum cemiyeti gitgide merkezileştirmekte, böylece modern teknoloji için büyük tehlike teşkil etmektedir.”[16] Teknolojinin sebep olduğu merkezileşmeyi iki yönden değerlendirebiliriz. İlki olumsuzdur ve yeknesaklaşan~küreselleşen insanlığı felâkete kadar götürebilir. Diğeri hâdisenin olumlu yönüdür ve merkezileşme sayesinde yekparelik şuuruna vâkıf bir insanlığın hayat bulmasıyla Simeranya medeniyetinin temellerinin atılması sağlanabilir. Keza kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim bize böyle bir medenî hamleyi –ikaz ederek– müjdeliyor: “Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkarak ve umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır (A’raf Sûresi, âyet 56)”.
Daha önce de vurguladığımız gibi, Peyami Safa, şark mistikliği denilen tasavvuf tecrübesinden yararlanmamakla ütopyasının boyutunu daraltmıştır. Fakat romana serpiştirdiği birtakım cümlelerden anlıyoruz ki, yazarımız kendi tasarısını ileride genişletmek arzusundadır: “Simeranya kitabında, şimdilik fikir köklerini kaydetmek için kalın çizgilerini mümkün olduğu kadar basit ve açık olarak belirttiğim bu tarih prosesinin bütün safhalarını, tabiatı, kendi manevi yapısını ve Allah’ı anlamak için insanın geçirdiği büyük buhranların çağlar ve devirler arasındaki mânâsı bakımından daha zengin teferruatiyle inceleyeceğim (sayfa 156).” – “Simeranya adında bir kitap çıkarmayı düşünüyorum. Onu parça parça ilhamlar ve düşünceler halinden kurtarıp bir plana göre yeniden yazmak daha iyi olacak (sayfa 110).” Ne var ki merhumun ömrü buna fırsat bırakmamıştır. Oysaki, Simeranya, Peyami Safa’nın son romanlarından biri olan Yalnızız içinde değil de, başlı başına bir kitap hacmiyle kaleme alınmış olsa idi Türk edebiyatı dünya literatürüne bir düşünce başyapıtı sunmuş olacaktı. Yine de, mevcut haliyle dahi, Simeranya adlı medeniyet tasarımı kendisinden önceki ütopyalardan çok daha mükemmel ve derinlikli bir dizgeye sahiptir. Burada meçhul kalmış husus, devlet düzeninin mahiyeti ve fertlerle sivil toplum örgütlerinin yönetime katılımına yönelik ayrıntılardır.
KAYNAKLAR
[1] İsmet Özel, Üç Mesele, sayfa 37, Şûle Yayınları, İstanbul 2004
[2] Tuğba Çelik, Batı Edebiyatında Ütopyalar ve Yalnızız Romanı, Türk Yurdu Dergisi Türk Romanı Özel Sayısı, sayfa 286-289, Mayıs-Haziran 2000
[3] Bu denemedeki esere ait alıntılar “Ötüken Neşriyat 1997 İstanbul” tarihli 13. baskıdan yapılmıştır
[4] Peyami Safa’daki “yalan” meselesinin kısa bir çözümlemesi için bakınız: Turan Karataş, “Peyami Safa’nın Yalnızız Romanı”, Hece Dergisi Türk Romanı Özel Sayısı, sayfa 603-604, Mayıs-Haziran-Temmuz 2002
[5] Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, sayfa 196, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003
[6] Eliade, sayfa 197
[7] Eliade, sayfa 202
[8] Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, sayfa CCXCII, M.E.B. 2000
[9] M. Saffet Sarıkaya, Fütüvvetnamelere Göre Dinî İnanç Motifleri, sayfa 73-74, Kültür Bakanlığı 2002
[10] Mustafa Kök, Mistik Dünya Görüşü ve Bergson, sayfa 49-51, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001
[11] Mustafa Kök, sayfa 71
[12] Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi, sayfa 13, İnsan Yayınları, İstanbul 2000
[13] İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmid-din, dördüncü cilt- tefekkür maddesi
[14] Beşir Ayvazoğlu, Peyami-Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı, sayfa 418, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998
[15] “Dip zıtlık” hadisesinin Yalnızız romanındaki karakterlere yansıması ve bu karakterlerin varlaşma hamlesiyle yoklaşma hamlesi kutuplarını hangi davranış biçimleriyle temsil ettikleri konusunda bakınız: Mehmet Tekin, Romancı Yönüyle Peyami Safa, sayfa 269-276, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999
[16] Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, sayfa 34, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1997